13. Bölüm

907 128 216
                                    


13. Bölüm

"Bir insanı değiştirmek, dünyayı değiştirmektir. Bir kalbe dokunmak, bir ruhu kazanmak, bir fısıltıya ses olmak, evreni yerinden oynatmaktır. Mutlak bir kudret, ön görülemez bir savaştır insanlığı değiştirme, ehlileştirme çabası." Bu cümleleri yıllar önce bir dergide okumuş ve çok etkilenmiştim. Çünkü benim en büyük amacım, tutkuyla bağlı olduğum hayalimdi, dünyayı değiştirmek.

Mevcut düzenden memnun olmayan, muhalif taraftandım ben. Bir yanda korkutucu zenginlik, öte yanda iç burkan fakirlik, aramızdaki iletişimsizlik, günden güne içimizde büyüyen nefret... Hepsine muhalefet ediyordum. Ben, Daisy Sofia Flores, kâinatın dönen çarkına dur demek, kısacası dünyayı değiştirmek istiyordum.

Ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Çünkü çok ütopik, akıldışı, saçma bir hayaldi benimkisi. Koca gezegeni oyun hamuru yapıp avuçlarıma verecek bir güç yoktu henüz. Şu an avuçlarımda olan şeyse... Tanrı'm, iğrenç!

"Ben bunu yemem!" dedim Richard'ın elime tutuşturduğu tanımlanamaz şeye bakarak.

"Huysuzluk etme lütfen benim sevgili ıspanağım."

"Bana neden sebze isimleriyle sesleniyorsun?" dedim elimdekinden kurtulabilmek için dikkat dağıtmaya çalışarak.

"Çünkü sebzelerden nefret ederiz ama onları yemek zorundayız. Tıpkı senin ekşi suratını ve karga sesini çekmek zorunda olduğumuz gibi. Anladın mı benim şapşal brokolim?"

"Sen hiç aynaya bakmıyor musun sersem? Ben sağlıklı bir brokoliyken sen çürümüş ve kokuşmuş bir domuz pastırmasısın!" diye çıkıştım. Blackeyle aynı anda kahkahalara boğulduk. Bu gece keyfim yerindeydi. Evime ilk kez neşeli bir yuva sıcaklığı gelmişti. Televizyonun karşısına oturmuş hem çene çalıyor hem de yeni alınan yiyecekleri tırtıklıyorduk. Çok uzun zamandır yapmadığım bir aktiviteydi bu. Şuursuzca heyecanlı, sevinçli ve garip hissediyorum. Nasıl davranmam gerektiğini bilemiyordum. Evimin duvarları da yeni sesleri göğüslemeye alışamamış gibiydi. Eşyalar bile tuhaf buluyordu adeta, normal bir akşam oturmasına katılmamı. Sakin olun çocuklar, her şey yolunda.

Richard iğnelememi kıvrak zekâsıyla püskürttü:

"Domuz pastırması mı? Gittikçe benden yaratıcı iltifatlar kapıyorsun. Tebrikler minik kuşkonmaz sapım."

"Kuşkonmaz mı? O da ne?" dedim kaşlarımı çatarak.

"Elit bir sebze şekerim. Biz zenginler arada tüketiriz." Gözlerimi devirdim. Para insanları değiştirir tezinin deney faresi Richard Turner olmalıydı. Küstah ve kemirgen, miskin bir fare...

"Bu arada kaçamazsın ufaklık, yiyeceksin onu." dedi kararlılıkla. Benimle neden uğraşıyordu ki?

"Vazgeçtim, sözümü geri alıyorum. Ön yargılıyım tamam mı? Kabul ediyorum." dedim masum masum.

"İşte biz de bu ön yargıları yıkacağız huysuz patates. Daha tadına bile bakmadan yediğim şeyin iğrenç olduğunu söyledin. Bu özel pizza tarifime bir hakaretti. Şimdi tadacak ve cezanı çekeceksin." dedi. Gaddar Turner pizza-cips-şekerleme karışımı korkunç dilimi işaret etti.

"O şeyin mideme girmesine izin verme Black." deyip tek kurtarıcıma sığındım. Biraz ağrısı olduğundan suskun sayılırdı ama somurtmayı inatla reddediyor, güzel gülüşünü bana zarafetle bahşediyordu.

"Sadece dene." deyiverdi karşı konulmaz şirinliğiyle. Anlaşılan Şövalye de Richard'ın tarafındaydı.

Pizza diliminin üzerindeki her yiyeceği ayrı ayrı çok severdim ama el ele verdiklerinde ağzımda nasıl bir tat kalacaktı, bilemiyordum. Ve gözlerimi kapatarak minik bir ısırık alıverdim. Tamamen tat alma duyuma odaklandığımdan en ufak detayı bile atlamadım. Hem pizzadaki pişkin hamurun, sosisin, mantarın ve mısırın tadına hem günahkâr cipsin yağ yapıcı çıtırlığına hem de meyve sulu şekerlemelerin yapışkan ve mayhoş lezzetine vardım.

"Evet?" Richard koyu renk gözlerinin gücüyle üzerimde baskı kurdu.

"Tuhaf bir şey. Kötü değil ama tadı çok garip. Tatlı, ekşi ve tuzlu. Hepsi bir arada çarpıyor damağıma." dedim açık yüreklilikle. Korktuğum olmamıştı, midem bulanmıyordu.

"Gördün mü, sana söylemiştim patlak domates!" Rich keyifle sırıtarak koltuğa daha da yayıldı. Rahatlık abidesi, her durumda gevşek tavırlardan ödün vermiyordu. Ama ben onun bu halinin sebebini biliyordum. İşleri alaya almak, gülüp geçmek, yerli yersiz espriler yapmak artık onun savunma mekanizması olmuştu. Tıpkı benim öfkeyi kalkan edinmem gibi. İkimiz de olaylar karşısında yara almış kalbimizi koruyabilmek için bir yol bulmuştuk işte: Alaycılık ya da öfke. Belki Blackey'nin gardı da neşe ve umuttu. Hikâyesini öğrenmeden net bir fikir üretemiyordum.

"O halde sen de ön yargılı olduğunu kabul edeceksin." dedim Richard'a. Bu sırada Blackey'nin uzattığı peçeteyi minnetle kabul edip ağzımı sildim. Black de ağrı kesici içmek için mutfağa gitti. O dönene dek Turner cümlemi yok saymaya devam etti. İnatla üzerine gitmeyi sürdürdüm:

"Kabul etmek istemesen de en az benim kadar ön yargılarının esirisin Bay Dolar Zengini."

Nihayet gözlerini televizyondan ayırıp dikkatini bana verebildi. Mutfaktan çıkan Blackey'nin gerildiğini gördüm kısa bir an, tartışırsak müdahale etmeye hazırdı.

"Kadınlar hakkında korkunç teorilerin var. Hepimizin paraya ve parası olan heriflere taptığını düşünüyorsun." diye ekledim.

"Çünkü kâğıt parçaları için ruhunuzu satıyorsunuz." Sesinde kin ve nefretin düeti duyuluyordu. İrkildim.

"Ben asla iyi bir kalbe karşı dolu bir cüzdanı tercih etmem. Neden bizi genelliyorsun ki?" Blackey yanıma otururken elini omzuma koydu, sesimdeki gücenmiş esintiyi hissetmiş olmalıydı. Bana güç veriyordu.

"Belki de hayatıma giren tüm kadınlar şeytanla işbirliği yaptığındandır. Annem, kız kardeşim, sevgilim... Bana başka bir yol bırakmadılar." Suratıma bir tokat indirse ancak bu kadar etkilenebilirdim. İlk kez Richard'ın gözlerinde derin acısının gölgelerini gördüm. Kahverengi irisleri bulutlandı, koyu renk kaşları çatıldı. İnce dudaklarını öyle öfkeyle sıktı ki kadere kızgınlığını kalbimde hissettim. Çok hırpalanmıştı. Çok... Hepimizin derdi gözümüzde devasa canavarlardı. Ta ki diğerlerinin dertlerini duyana kadar...

"Peki ya ben, Rich? Huysuz patatesin de şeytanın emrinde olabilir mi?" dedim onu sakinleştirmek için. Şirin göründüğümü umuyordum. Tanrı'ya şükür onu gülümsetebilmiştim.

"Bunu zaman gösterecek ufaklık. Sen henüz bir fasulye tanesisin." deyip burnumu sıktı. Ortamın ağırlığı duman olup uçarken ben de tebessüm ettim.

"Göreceksin Turner. Karşına öyle biri çıkacak ki her gece bu ön yargıların için kadın cinsinden af dileyerek uyuyacaksın. Sadece bekle." dedim onun elini itip.

Bana itiraz edemeden kapı sesi duyuldu ve tüm hücrelerim eş zamanlı olarak bir panik dalgasına kapıldı. Kim gelmiş olabilirdi ki?

"Birini mi davet ettiniz?" Richard, tek kaşını kaldırmıştı.

"Kesinlikle hayır." derken yerimden kalkmıştım bile. Antreyi geçip misafirime kapıyı aralarken evde yalnız olmamanın verdiği cesarete sığınıyordum. İki genç adamın varlığı kendimi güvende hissetmeme yetiyordu.

"Selam!" Kapıyı açmamla gecenin sürprizini karşılamam bir oldu.

"Blair?" Ağzım şaşkınlıktan bir karış açık kalmıştı. Gerçekten de kıvır kıvır siyah ve asi saçları, havalı deri ceketi ve dehşet verici topuklu çizmeleriyle Blair Parker kapımdaydı.

"Blackey'i görmeye geldim. Sakın burada olduğunu inkâr etme, arabası girişte duruyor." Fena yakalanmıştık. Geveze çocuğun ultra geveze kardeşi bana söz hakkı bile tanımadan içeri giriverdi. Koştura koştura onu takip ettim.

"Blair?" Parker kardeşler karşı karşıyaydı. Richard ise ilk kez koltukta biraz toparlanmış, televizyonu kapatmış Blair'i süzüyordu. Davetsiz misafir hepimizi kendine bağlamıştı.

"Merhaba koca oğlan." Blair adeta havayı kokluyor, çevirdiğimiz işleri hesaplıyordu. Etrafı incelemekten kardeşine bakmadan konuşuyordu adeta.

"Senin ne işin var burada?" dedi Blackey.

"Bir arkadaşımda kalacağım yalanına kanmadığımı anlamışsındır. Bugün okula da gelmedin. Ben de Daisy'de olduğunu düşündüm." Blair evi ve Richard'ı incelemeyi bitirdikten sonra nihayet erkek kardeşine baktı ve tepkisiyle hepimizi titretti.

"Aman Tanrı'm! Sana ne oldu böyle?" diyerek Black'e atıldı. Arada kalıp ezilmek istemeyen Richard ürküp aceleyle yanıma geldi. Korkusu komikti. Bu kez ayakta dikilip seyrime eşlik eden biri vardı yanımda.

Onlar diz dize otururken Blair elini bir ay parçası gibi görünen Blackey'nin yüzünde gezdirdi.

"Sakin ol, önemli bir şey değil."

"Kapa çeneni, elbette önemli! Neden bize haber vermedin? Yoksa yeniden-"

"Hayır, bu tamamen farklı bir mesele. Tek seferlikti, bir daha olmayacak." deyip Blair'ın sözünü kesti Şövalye. Yine de bu cevap Sherlock Blair'ı tatmin etmemiş gibiydi. Gözlerini kısarak durumu tartmaya devam etti. Hayal gücüm son hızla çalışıp onun deri ceketini Müfettiş Gadget paltosuna dönüştürdü. Şu araştırmacı hallerine pek uyuyordu.

Sonunda bana dönüp nahoş bir bakış atarak

"Artık seni bulduğuma göre, eve gidebiliriz. Burada daha fazla kalmana gerek yok." dedi.

Suçluluk duygusu karşıma geçip kafama sağlam bir yumruk indirdi. Başımı öne eğmek zorunda kaldım. Blackey'nin bu dağılmış suratla benim evimde bulunması, bir bela makinesi olduğumu tescilliyordu sanki. Ailesine haber verme gereği bile duymadan onu burada saklıyordum. Çok iyi(!) bir arkadaştım gerçekten.

Blackey kardeşine itiraz etmeye çalışsa da ısrarcılık bu genlerin olmazsa olmazıydı. Az sonra Black benimle vedalaşarak Blair'in peşinden gitti. Yüzündeki o özür dileyen ifadeyi belleğime kazıdım, çocuk masumiyetini sunuyordu ela gözleri bana.

Richard da anlamsız şeyler geveleyip dudaklarında yakılmamış bir sigarayla evi terk etti. Espri ya da iğneleme yapmadan öylece gidivermişti. Evet, çok tuhaftı bu. Hala son sözlerimin etkisinde olabilir miydi? Ya da belki uzun süre yalnız kaldıktan sonra bizim tantanamız ona fazla gelmişti, etrafında insanlar olmasına alışık değildi çünkü.

Omuzlarımı düşürüp bir anda sessizleşen evde ruhumun sıkıştığını hissettim. İşte beni bitiren buydu: Yeni seslere, tatlı nefeslere çabucak alışıyordum. Bu yüzden yokluk ve ıssızlık beni kör kuyulara atıyordu. Yine yapayalnız kalmıştım bu perili ev setinde. Yine terk edilmiş, yine kimsesizdim. Başımda bir büyük yoktu. Akıl danışacağım, fikir alacağım kimse yoktu. Kararlarımı kendi başıma veriyor, sonuçlarına da kendim katlanıyordum. Başımdan geçen olayları hevesle anlatacağım bir kız arkadaşım bile yoktu. Başkaları için olağan şeyler benim için birer lükstü. Kafamın içindeki hayali organ mahkemem bile ne kadar yalnız olduğumun bir kanıtıydı.

Merdivenleri somurtarak tırmanırken Richard'ın talan ettiği yerleri temizlemeyi es geçtim. Kendimi yatağa bırakmadan önce pencereden bakıp Bay Gölge Takipçi'nin bahçemde dolaştığını gördüm. Korkmam gerekiyordu belki ama korkmuyordum. Çünkü en azından bir parça yalnız olmadığımı keşfetmiştim. Amacı ne olursa olsun, takipçim beni tek başıma bırakmıyordu. Ne acınası bir teselli... Kesinlikle zırvalıyordum. Düpedüz yalnızdım işte. Bir gölgeden medet umacak kadar yalnız...

Ertesi günler benim için tam bir farkındalık, iç hesaplaşma ve durup düşünme içinde geçti. Her şey karanlık bir anının sahnelenmesiydi sanki. Blackey ile tanışmadan önceki yaşantıma dönmüştüm adeta. Okula yürüyerek gidiyor, kimseyle konuşmuyor, surat asmayı ilke ediniyordum. Black gönlünü almak ve olayları tatlılıkla anlatmak için kız kardeşiyle vakit geçirmek zorunda olduğundan ben de içimdeki hayalet kızı serbest bırakmıştım işte. Richard da kayıplara karışmıştı, çekici ve sinir bozucu yüzünü benden esirgiyordu.

Böylece yalnızlığımla kol kola girmiş dünyaya meydan okuyordum. Ve Blackey'nin hayatımdaki yerini çok daha iyi kavramıştım. Onsuz güneş içime işlemiyor, gökyüzü beni kandırıyor, bulutlar halimle alay ediyordu. Neden onu bu kadar özlüyordum ki? Belki de benim özlediğim şey gülümsemekti ve Black olmayınca bunu beceremiyordum. Deniyordum fakat olmuyordu işte. Olmuyordu. Mutlu olmak için beynimden komut almıyordu artık hücrelerim. İtaat ettikleri tek kişi kaderin bana sunduğu güzel gülümsemeli Blackey'di. Yine de inatla gülmek için bir sebep aradım. Ne yazık ki ceplerim bomboştu, kayda değer bir şey bulamadım. Ağzımda acı bir tat vardı, kalbim ağrıyordu.

"Hey! Aramızda mısın Papatya?" sesiyle olduğum yerde sıçradım. Blackey kocaman gülümsemesiyle karşımda oturuyordu. Onu Tanrı'nın bir hediyesi olarak görmekten hiç vazgeçmeyecektim. Acı tatlar ve kalp ağrıları yok olmuştu saniyeler içinde. Tanrı ne kudretliydi. Geçmeyecek sandığımız acıları çarçabuk silmek O'na ne kolaydı.

"Blackey!" dedim tonumu ayarlayamadan. Tıpkı Bay Campbell gibi fazla neşeli ve desibeli yüksekti sesimin. Ama Blackey sevincimi fark etmedi. Muhtemelen şaşkınlıkla çınladığımı düşünüyordu.

"Nasılsın? Son günlerde pek bir araya gelemedik." dedi utana sıkıla. Mahcubiyeti beni öfkelendirdi. Kendini suçlamamalıydı, her an yanımda olması gereken bir dadı değildi o.

"Sorun yok, Parker. Ailenle vakit geçirmen çok doğal. Ben de etrafımda geveze birileri olmadığı için kafamı dinliyorum zaten." dedim onu rahatlatmak için. Oysa elimden gelse Blackey'i bir kafese kapatıp sadece kendi güneşim yapardım. Bu bencilce ve tutkulu hayali kimsenin bilmesine gerek yoktu elbette.

Gamzelerini sergileyerek tatlı tatlı gülümsedi bana. Bugün v yaka siyah kazak, koyu renk dağcı paltosu ve eskimiş kot pantolon şıklığındaydı. Yüzündeki izler epey düzelmiş, tertemiz teni sağlıkla parlıyordu. Cuma günümün öğle yemeğine ışıltı getirmişti.

"Geçen gün konuştuğumuz konuyu düşündün mü?" diye sordu. Yemekhane uğultusuna karışan sesi tedirgindi. Güzel, hala öfkemden çekinebiliyordu demek.

"Düşünecek bir şey yok." dedim tam gözlerinin içine bakarak. Neden anlamıyordu? Ondan başkasını istemiyordum.

"Böyle kestirip atma lütfen. Denemeye çalışsan-"

"Hayır dedim!"

Derin bir nefes alıp konuşmaya devam etti:

"Bak, Lucas gerçekten iyi birine benziyor. Ona neden bir şans vermiyorsun ki? Orman partisine de birlikte gidebilirsiniz."

"Lucas Lawren'ı senden daha iyi tanıyorum, merak etme. Kötü biri olduğunu da söylemedim. Ben sadece..."

"Ne? Bir ilişkiye hazır değil misin? Onun seni herhangi bir şeye zorlamayacağı ortada. Neden akışına bırakmıyorsun?" dedi inatçı bir çocuk gibi. Öfkeyle kükredim:

"Senin derdin ne? Bu tanışmamı istediğin kaçıncı çocuk? Beni başından atmaya çalışıyorsan bunu daha kibar bir şekilde yapabilirsin herhalde! Araya üçüncü şahıslar sokmaya çalışman gerçekten çok onur kırıcı!" Kirpiklerini kırpıştırınca bağırırken yüzüne tükürdüğümü sandım. Ama o sadece kelimelerimin fırtınasından sakınmaya çalışıyordu belli ki.

"Ben sadece iyi bir arkadaş gibi davranmak istiyorum. Seni kendime mahkûm edemem. Baksana, ben yanında olmayınca yine yürüyen cenazeye dönmüşsün. Bunu kendine yapma. Benden çok daha iyilerini görebilmek için insanlara bir şans vermen, kabuğunu kırman lazım." dedi. Öyle kararlı, öyle hevesliydi ki... Güçlükle yutkundum. Çok iyi anlıyordu ve hiç anlamamıştı aynı zamanda. Yokluğunda kalbimin karardığını görebiliyordu. Ama ondan başka aydınlığım olmadığını bilmiyordu. Ben ona sarıldığımda huzur bulurken o beni başka kucaklara teslim etmek istiyordu. Evet, onun için yaralı ve yardıma muhtaç bir arkadaştım işte. Ne daha fazlası, ne de daha azı... Bana en çok dokunan da buydu. Yine de hevesini kıramadım:

"Pekâlâ, Black. Deneyeceğim. Umutlu değilim ama senin için deneyeceğim." dedim. Beni mutlu etmek istediğini biliyordum ama bunun için aynaya bakamayacak kadar kendinden habersizdi iyi yürekli şövalyem.

Yüzüme sevgiyle bakıp nefesimi kesti. Beni ele geçirmesinden ve bunu doğallıkla, bilinçsizce yapmasından nefret ediyordum.

Ders zili çalınca birlikte kütüphaneye çıktık. Bayan Holder ve tiz sesinden sonra Campbell'ın mucizevi dinginliği bana iyi gelecekti. Üstelik konumuzla ilgili sağlam bir metin de bulmuştum. Beyaz renkle dans eden o iç açıcı mekâna girer girmez yemekhanedeki ızdırabımı bir an için unuttum. Kitapları yaralarınıza ve kırık kalplerinize bastırın sevgili dostlar, onlar şifa dağıtır kanlar içindeki ruhlarımıza.

Ancak böylesi bir ortamı da itici kılan etkenler yok değildi, Erica'nın sinir bozan sesi gibi. Bir süre o ve yandaşları Parker ile flörtleşmeye çalıştı, ben de onları öldürmemeye çalıştım. Keşke sadece iyi bir arkadaş gibi davranıp gecemin güneşini ojeli tırnaklara teslim etmeyi başarabilseydim ben de onun yaptığı gibi. Maalesef bunu yapamayacak kadar sahiplenmiştim Blackey'i. Bu çok normaldi çünkü o benim her şeyim olmuştu. Tüm kavgalarımı onunla ediyor, gülüşlerimi ya da öfkemi bir tek ona gösteriyor, durmadan onu düşünüyordum. Şu halde onu nasıl dünya nüfusuyla paylaşabilirdim ki? Benim başka kimsem yoktu. Onu en çok ben hak ediyordum. Kıymetini bilemesem de... Ne ironi ama!

Elinde Bradley Campbell yazan deri kaplı bir ajandayla sevimli İspanyolca öğretmenim kütüphaneye girince derin bir nefes aldım. Onu görmek bana iyi geliyordu. Ebeveyn özlemimi onunla tatmin ediyor olabilirdim. Bu aç ve arsız kalbimden her şey beklenirdi.

Richard aramıza katılan son kişi oldu. Kendine gözlerden uzak bir yer bulup üzerindeki paçavralarla ve sıkılgan bir surat ifadesiyle ekibimizi tamamladı. Neden moralsiz görünüyordu? O da mı hafta boyunca Blackey özlemi çekmişti benim gibi? Ah, Şövalye... Dokunduğun hayatları nasıl değiştirdiğini bir bilsen...

Bay Campbell geçen hafta bahsettiği gibi eğitim konusuna genel bir giriş yaptı. Cümleleri içtenlikle akıyor, onu kusursuz bir konuşmacı yapıyordu. Söylediklerine katılmamak imkânsızdı. Onun dünyaya bakışı, içimi acıtıyordu. Değeri bilinse, parlak fikirlerini insanlığa duyursa ne mutlu olurdum.

"Bayan Flores? Bize bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?" diye sordu Camp. Ona attığım sevecen bakışları kaçırmamıştı.

"Elbette, efendim. Geçenlerde elime geçen bir yazıyı sizlerle paylaşayım." deyip çantamdan not defterimi çıkardım. Yanımda oturan Blackey vücudunu bana döndürdü. Geniş ve uzun masa etrafındaki her üye bana odaklandı. Dünya yansa eli cebinde seyredecek olan Richard bile dikkatini sesime yöneltmişti. Kalbim heyecanla çarpmaya başladı. Hayalet Kız'ın uzun zaman sonra toplum önünde sesi çıkıyordu, bu an tarihe geçmeliydi.

Nefeslerimi ayarlayıp okumaya başladım.

"Almanya'da bir lise müdürü, her eğitim öğretim yılı başında öğretmenlerine şu mektubu gönderirmiş:

'Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyler gördü. İyi eğitilmiş ve iyi yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar...

Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum. Sizlerden istediğim şudur: Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.' Mektup bu şekilde sonlanıyor." dedim ve ilk kez kafamı kaldırıp çevreme bakındım. Sessizlik bir bıçak kadar keskindi. Bay Campbell ise duygularını göstermekten asla çekinmeyen bir adama yakışır şekilde sarsıldığını gizlemiyordu.

"Gerçekten çok etkileyici. Kariyer sahibi psikopatlar yaratmak yerine biyokimyadan anlamayan ama kalbinin kimyası iyi olan insanlar yetiştirseydik, şu an nükleer silahlanma içeren III. Dünya Savaşı'nı bekliyor olmazdık. Yazık... Çok yazık... Bu mektup her eğitimciye postalanmalı, herkese okutulmalı. Yazıdaki fikirlere katılmayan var mı?" diyerek ayağa kalktı Campbell.

Hepimizi şaşırtarak söz alan aykırı çocuk Richard Turner'dan başkası değildi:

"Hiçbir öğretmenin fikri bir mektupla değişmez. Kimseye iyilik aşılayamazsınız bayım. Sadece iki farklı yol gösterirsiniz, insanlar istediğini seçer."

"Bu kadar basit değil. Gösterilen yollarda onlara ışık tutmak da gerekiyor." dedim dayanamayarak.

"Ya ışık istemiyorlarsa?"

"Bunu yolunu çoktan seçmiş biri olarak mı söylüyorsunuz Bay Turner?" Tek kaşımı kaldırdım. Son derece tehditkâr göründüğüme emindim.

"Benim yolum sizi neden bu kadar ilgilendiriyor Bayan Flores? Kendi yolunuzda yeterli mesafeyi kat ettiğinizi mi düşünüyorsunuz yoksa?" dedi büyük bir küstahlıkla. O da geri adım atmıyordu. Beni kendi silahımla vurma çabasındaydı.

"Sakinleşin gençler, konumuzdan sapıyorsunuz. Bunu daha detaylı konuşabilmek için sizden Daisy'nin okuduğu yazının birer kopyasını almanızı istiyorum. Böylece üzerinde daha çok kafa yorarsınız. Gelecek hafta görüşmek üzere." deyip gerginliği dağıttı Bay Campbell. Richard gözlerinin altındaki mor halkalar, renksiz dudakları ve bayık bakışlarıyla öfkemi körüklemiş, aramızda şimşekler çakmasına neden olmuştu. Bazen onun umutsuz bir bağımlı olduğunu unutuveriyordum. Ama böyle ortadan kaybolup muhteşem dönüşler yapınca Richard Turner'ın bataklıkların kuşu olduğu yeniden hafızama süzülüyordu. Kanatları kırılmış zavallı bir kuş...

Kulüptekiler usulca bizi baş başa bırakırken Blackey kulağıma eğilip

"Üzerine gitme, onun için de kolay değil." dedi. Nefesinin parmakları saçlarıma dolandı. İçimden ılık ılık bir şeyler aktı. Eriyordum. Ona çekiliyordum. Aklımı yitirmeme engel olup

"Ama bir yerden başlamalı. Böyle olmaz. Kendini tüketiyor." diye fısıldadım.

"Seni duyabiliyorum ufaklık, git kendine başka bir oyuncak bul." dedi Richard. Ve sallana sallana kütüphaneden ayrıldı.

O an annemin sözleri yankılandı kulaklarımda:

"Bazı bitkiler hırçındır Daisy. Şefkatle yaklaşman, gün gün ilgilenmen fayda etmeyebilir onlara. Bükmüşlerse dallarını, sararıp solmuşlarsa sabır gerekir iyileştirmek için. Bazen insanlar da böyledir. İğne yapraklı, yırtıcı birer yaralı bitki gibidirler. Ama unutma ki yardımı şiddetle reddetseler de o hırçın insanlar da çiçek açacaktır bir gün. Sadece sabretmen gerek papatyam. Doğru mevsimi beklemen gerek."

~~~~~~~~~~Bölüm Sonu~~~~~~~~~

Hatalarım, kusurlarım affola... 🙈 Hepinizi çok seviyorum. ❤ Umarım avuçlarınıza bıraktığım hayallerimden memnunsunuzdur.

Ve lütfen yorum yapın okurcanlarım. Çünkü kelimeler bizim aramızdaki tek bağ. O bağa sıkı sıkı tutunmak istiyorum. 😍 Her zaman temenni ettiğim gibi, umutla kalın canlarım. Allah'a emanet olun.🌺💐🌹🌷🌸🌼

Ufuk Çizgisi (TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin