Oy ve yorumlarınızı bırakmayı unutmayın lütfen. Keyifle okuyun.❄️
Kaderin dudaklarına atılan çentikler derin yarıklara dönüştü. O yarıklardan sızan kan, zift rengiydi.
Ruhumda yakılan meşalenin zehirli ateşi, tehlikenin acı çanlarına eşlik ediyordu. Avuçlarımın oyulduğunu hissettim, meşalenin ateşi avuçlarımın çukuruna damladı.
Sadece bir saat, belki o kadar bile olmamıştı. Bir saat önce burada olmamalı, bu adamlarla hiç karşılaşmamalıydık. En kötü ihtimalle, Nicolas ve Nick'in yanımızda olması gerekiyordu. Bir an sonra zihnime yansıyan ışık hüzmesi gerçekleri acımasızca açık etti; aslında olmamız gereken zamanda olmamız gereken yerdeydik. Mont Blanc'u haftalar öncesinden planlamıştık. Tesadüf değildi. Her ne kadar öncesinde istemesem de, burada olmayı bizzat ben seçmiştim!
Şimdi hiç tanımadığım bir adamın, gecenin ustalıkla sakladığı yüzüne korkuyla bakıyordum. Daha da fenası yönelttiği sorunun ağırlığı altında ezilirken, şu andan sonra yapabilecekleri her şeye mahkum olduğumuzu adım gibi biliyordum.
"Ne saçmalıyorsun sen?"
Bunu sorarken yüzümde hiç bir mimiğin oynamadığına emindim. Korktuğumu belli etmemek için elimden geleni yapıyordum ancak titremeye başlayan Günce bu konuda bana hiç yardımcı olmuyordu.
Soğuyan ellerimi yumruk yaparken, bakışlarımı gecenin izinden giden bakışlarından ayırmadan konuşmama devam ettim.
"Bu seni hiç ilgilendirmez."
O sırada Sesir'in dudaklarından taşan nidalar verdiğim cevabın hoşuna gitmediğini gösteriyordu. Adımları Ante'nin arkasında bittiğinde, kolunu onun omzuna attı ve konuşmaya başladı.
"Bu kız fazla dik başlı. " Bakışlarını Günce'ye çevirdikten sonra aradığını bulmuş gibi ağır ağır başını salladı.
"Bence Günce bizi yanıtsız bırakmaz. Baksanıza, ne kadar korkuyor."
Günce ile birbirimize daha da sokulurken, Ante seri bir hareketle Sesir'in kolunu geniş omuzundan ayırdı. Birbirlerinden hoşlanmadıkları ortadaydı ancak bir nedenden ötürü aynı saftaydılar.
Günce'nin hemen yanında duran Beki, yüzünü arkadaşımın yüzüne yaklaştırdı. Dört bir yanımızı sarmışlardı. Beki yeniden konuşmaya başladığında, ifadesindeki ciddiyet sözlerine döküldü.
"Bize vakit kaybettiriyorsunuz. Ne dersin Günce, bize cevabı sen vermek ister misin?"
Günce korkuyla başını iki yana sallarken "B-ben.." diye kekeledi. Dakikalar önce kendimizi korumamız gerektiğinden dem vuran kız buzdan bir heykel gibi eriyip gitmişti. Adamların gerçek yüzü Günce'nin adeta cesaretini sömürmüştü.
Botumun tabanını yere sürterek birkaç adım geri gittim. Günce'nin de benimle birlikte hareket etmesi için onu çekmek zorunda kalmıştım.
"Pekala, bu iş fazla uzadı. Hemen şimdi bu saçmalığa bir son vererek buradan gidiyorsunuz!"
Beki'nin başı Ante'nin olduğu tarafa çevrildi ve bakışları ondan bir şeylerin yanıtını istedi. Zihnim aralarında dönen gizemi çözmeye çalışırken, Günce'nin kulak çınlatan çığlığıyla birlikte bedeni kollarımın arasından kopup gitti. Talar saçlarından kavradığı arkadaşımı hızla benden uzaklaştırmıştı. Yaşadığım şokla birlikte üzerlerine atılmak istedim. Ancak kollarımın Sesir tarafından sırtımda kitlenmesiyle bunu başaramadım. Günce canının acısıyla haykırırken, ben çaresizce çırpınıyordum. Hiçbir şey içine düştüğümüz durumdan kurtarmıyordu bizi. Arkadaşımın kirli karın üzerine düşen renkli beresine baktım. Onu korumak için sarılmaktan başka bir şey gelmemişti elimden ve şimdi bundan da mahrum bırakılmıştım.
"Talar!"
Ante, adını telaffuz ettiği adama ufak bir baş hareketiyle arkadaşımın saçlarını bırakmasını emretti. Talar sarı kaşlarının altında kalan çekik gözlerini memnuniyetsizce kısarak elini Günce'nin saçlarından ayırdı ancak onu özgür bırakmadı.
Ante bana baktı. Bakışlarından ruhuma akan karanlık içimi siyaha boyamıştı.
"Canınızın yanmasını istemiyorum." Siyah, deri eldivenlerin sarmaladığı parmaklarını avucuna iterek yumruk yaptı. "Tabi bu sizinle alakalı, anlatabiliyor muyum?"
Kollarım hala Sesir'in sert tutuşunun hakimiyetindeydi. Canım acıyordu ama şu an için bunun bir önemi yoktu.
"Bize zarar vermeyeceğinizi söylemiştin." dedim üzerine basa basa. "Bunu sen söyledin!"
Sözlerimi tasdik etmek üzere yavaşça başını sallarken, aramızdaki mesafeyi bir kez daha kapattı.
"Evet, söyledim." Adımları aramızda iki adımlık mesafe kala durdu. Kalın ve şahsına münhasır sesi kelimeleri kızgın bir demirle zihnime kazıyordu.
"Sözüm itaatinize karşılıktı."
Yay gibi gerilen dudaklarımı öne çıkan çenem takip ederken, bakışlarım bakışlarına onlarca küfür dizdi.
Düşünemiyordum. Yanaklarımı ısıran soğuk, Günce'nin küçülen hıçkırıkları ve Ante'nin ruhsuz bakışları düşünmemi engelliyordu.
"Kızları çadırlara götürün. Buz tutan beyinleri çözülsün." Ellerini siyah, kaba montunun cebine sokarak arkasına döndü. Sırtı üçgen biçimindeydi ve uçsuz bucaksız dağları anımsatacak kadar genişti.
"O zaman bize istediğimizi vereceklerdir."
Sesir bedenimi olduğum yerden koparırken, ona karşı koymadım. Biraz sakinleşip ısındıktan sonra bu adamların neyin peşinde olduklarını çözebilirdim. En iyi ihtimalle çadırın arka tarafından kaçmamız olasıydı. Bizi çadırın içine sokup kendi ellerimle serdiğim hasır kilimlerin üzerine oturttular. Ateşten uzaklaştığımız için soğuk daha hissedilebilir durumdaydı. Kar botlarımın içindeki parmak uçlarım kasılmaya başlamıştı. Talar çıkmak üzereyken Sesir onu durdurdu ve şüpheci bakışlarını çadırın içinde gezdirmeye başladı. Bir an sonra bakışlarının odaklandığı yere baktım. Kamp çantalarımızdan sarkan ipe bakıyordu. Lanet olsun! Bunu düşünme ihtimalini dehşetle karşılayarak oturduğum yerden fırladım ancak Talar beni itti ve ipe uzandı.
"Bunu yapacağım için üzgünüm kızlar, ama özellikle sen..." İpi tutan eliyle beni göstererek konuştu. "Uslu bir kız sayılmazsın. Bu yüzden önce senden başlayacağım."
Tüm karşı çıkışlarımı hiçe sayarak belimden kavradı ve bedenimi doğrulttu. Canımı yakmaktan çekinmiyordu. Bileklerimi belimde birleştirdi, ipi doladı ve düğüm attı. Aynı anda dudaklarının kulağıma yaklaşmasıyla çırpınışlarım ansızın duraksadı.
"Korkuyor musunuz?" Dudaklarının soğuk yüzeyi kulağıma temas ediyordu. Boğuk ses tonu ve düz bir konuşması vardı. Mide bulandırıcıydı .
"Hadi bebeğim, konuş benimle. Korkuyor musun?"
Başımı ters istikamete çevirerek nefesinin soğuk buharından uzaklaşmaya çalıştım.
"Konuşmamı mı istiyorsun? Dinle o halde! Bu yaptıklarınızın bedelini ödeyeceksiniz. Bizi burada zorla alı koyuyorsunuz! Sırf bu yüzden yıllarca kodeste kalacaksınız." Tehditkar bir sesle konuşarak gülümsedim. "Bunun için zevkle ifade vereceğim!"
Ne olduğunu anlayamadan çenemden kavradı ve başımı kendine çevirerek bakışlarımızı birbirine kenetledi. Konuşmaya başlamadan evvel yüzüne yayılan gülümseme lakayt ve tehlikeliydi.
"Biliyor musun? Nasıl bir işin içinde olduğunu bilseydin, bu söylediklerine sen de gülerdin."
Beni bırakmadan önce bileğime kuvvetli bir düğüm daha attı ve çenemden iterek dizlerimin üzerine düşürdü. Sıra Günce'ye geldiğinde, benim aksime tepkisizce kendisini bağlamalarına izin vermişti. Talar son düğümü attıktan sonra, arkadaşımın ensesine dudaklarını bastırdı. Arkadaşım hıçkırarak kendini dizlerinin üzerine bırakırken, dudaklarımdan bu yaşıma kadar hiç çıkmayan küfürler firar etti. Ancak sözlerim hayvan herifi daha da keyiflendirmekten başka bir işe yaramamıştı.
Gidişinin ardından çadır örtüsü kapandı ve içerisi tümüyle karardı. Var gücümle iplerden kurtulmaya çalıştım. İlerleyen dakikalar düşüncelerimi iyiden iyiye çıkmaza sürüklüyordu. Aklımda içinden bulunduğumuz durumdan fazlası vardı. Artık emindim; Nicolas ve diğerlerinin başına muhakkak bir şey gelmişti. Aksi takdirde, bizi bile isteye bunca zaman yalnız bırakmazlardı. Belki de bizden daha müşkül durumdalardı! Burnum yanmaya başlarken, gözlerim çaresizliğin ruhuma yansıyan acımasızlığıyla doldu. Hiç bu kadar zor bir durumla karşı karşıya kalmamıştım. Böyle durumlarda ne yapılacağını bilmiyordum. Ben, okuldan koşar adım çıkıp, piyona dersine yetişmeye çalışan bir kızdım. Hafta sonlarım diksiyon dersi ve ödevlerle geçer, tek endişem annemin rutinleşen davetlerinde onu arkadaşlarına mahcup etmek olurdu.
Tüm bunları düşünürken, bir takım sesler duyuldu. Sesin geldiği yöne, arkama baktım. Görünen net bir şey yoktu ama anladığım kadarıyla iki çadırın ortasında bir ateş daha yakıyorlardı. Sordukları sorulardan yola çıkarak, bize ihtiyaçları olduğunu biliyordum. Muhtemelen işlerini görmeden donarak ölmemizi istemiyorlardı. Kısa süre sonra hissettiğim sıcaklık beni rehavete sürüklerken, Günce çoktan olduğu yerde uyuyakalmıştı. Karanlıkta dizlerimin üzerinde yürüyerek yanına ulaştım. Ona arkamı döndüm ve baş ucunda duran battaniyeyi bağlı olan ellerim yardımıyla üzerine çektim. Yanına uzanarak battaniyenin kalan kısmını üzerime kapadım. Kapanmaya başlayan gözlerimin beni derin bir uykuya sürüklemesi uzun sürmemişti. Hiç istemesem de...
Omzumda baş gösteren ağrının verdiği rahatsızlıkla gözlerimi araladım. Ellerim bağlı olduğu için omzumun üzerinde yatmak zorunda kalmıştım. Ne kadar uyuduğumu bilmiyordum. Hava saatler öncesine nazaran loştu ancak çadırın içeriye ışık almayan kalın kumaşı nedeniyle günün ağarıp ağarmadığından bihaberdim.
Yattığım yerden doğruluğum sırada babamın bizi uğurlarken ki endişelerini anımsadım. Sanki hissetmiş gibi her birimizi sıkı sıkıya tembih etmişti. Dönene dek aklının hep bende olacağını ve sık sık aramamı söylemişti...
Aramak!
Telefon!
Telefonumu yanıma almış olmanın verdiği heyecanla dizlerimin üzerinde kalktım. Bağlı olan ellerimi arka ceplerime ulaştırmak için gerilebildiğim kadar gerildim. Parmak uçlarım zorlukla her iki cebimi de yokladı ama telefonun orada olmadığını anlamam uzun sürmemişti. Hayal kırıklığıyla kalçamı baldırlarımın üzerine bıraktım. Telefonlarımız dışarıda, yiyeceklerin olduğu çantanın ön gözündeydi. O an telefonumu üzerimde taşımama alışkanlığımdan nefret ettim!
Ellerimiz bağlı şekilde kaçamazdık. Çadırdan çıktığımız an yakalanmamız kaçılmaz olurdu. Yalnızca iki seçeneğim vardı; ya iplerden kurtulacaktım ya da telefonuma ulaşmanın bir yolunu bulacaktım. Dışarıdaki ızbandutları göz önünde bulunduracak olursam, ilk seçenek çok daha mantıklıydı.
Bileğimi sıkan iplerden kurtulmak için bir kez daha uğraş göstermeye başladım. Önce sol, ardından da sağ kolumu yukarı çekerek elimi iplerden sıyırmaya çalıştım ancak bu canımın yanmasından başka bir işe yaramıyordu. Of! Çok sıkı bağlanmıştı.
"Ne diye uğraşıyorsun ki?"
Loş ışığı benimseyen gözlerimi henüz uyanan arkadaşıma çevirdim. Sorusu zor, sesi kısıktı. Akan rimeli ağlamaktan kızaran gözlerini gizleyememişti.
"Burada ölüp gideceğiz. İkimizi de öldürecekler."
Ellerimiz arkadan bağlanmış vaziyette, boş bir çuval gibi çadırın bir köşesine atılmıştık. Amaçlarının ne olduğunu bilmiyordum ancak bundan daha vahim bir şey varsa; akıbetimizi kestiremiyordum.
"Böyle konuşma!" diye fısıldadım dağılmış, sereserpe uzattığı bedenine doğru. "Günce, lütfen..."
"O adamlar..." durdu, mırıldandığını duyumsadım. Doğru kelimeleri seçmeye çalışıyordu. "Pera, onlar normal değiller."
"Evet." dedim başımı hızlı hızlı sallayarak. "Kesinlikle normal değiller. Hepsi birer kaçık. Alkolik serseriler!"
Bu kez duyduğum aldığı sabırsız nefesin sesiydi. "Hayır, söylemek istediğim bu değil. Fark-..."
Çadırın örtüsü Günce'nin sözlerini keserek açılırken, saatlerdir uzak kaldığımız gün ışığını içeri boca etti. Sabah olmuştu ve biz bunca zaman ne idiğü belirsiz dört adamın elinde tutsak kalmıştık. Dışarıya kulak vererek ne olduğunu anlamaya çalıştım. Biri içeri girdi ancak ışığın rahatsız ettiği gözlerimi aralayıp kim olduğuna bakamadım. Adım seslerinin yaklaştığını fark ederek geri çekildim ve dizlerimi karnıma çektim. Çaresizdim ve bu kendim için üzülmeme değil, öfkelenmeme sebep oluyordu.
Önümde duran adımların sahibi eğilerek bedenini bedenime hizaladı. Aynı anda burnuma çalınan koku karşımdaki adamın kim olduğu gerçeğini bir tokat gibi suratıma geçirdi.
Tuzlu su; biraz deniz kokusu, belki bir parça sedir ağacı. Ona aitti, Ante'ye...
"Bize zarar vermeyeceğinizi söylemiştin," Nihayet açabildiğim gözlerimi yüzüne diktim. "Yalancı bir adams-..."
Gözlerine çarpan harelerimin parçalara ayrıldığını hissettim. Gözleri... Gözleri gözbebeklerinden mahrum bırakılmıştı. Salt bir siyahlıktan ibaret, kara bir okyanusu andırıyordu.
Günce haklıydı, bu adamlar kesinlikle normal değildi!
"Devam et." diye emretti buz gibi bir sesle.
Acıyan göz kapaklarım onları kapatmam için yalvarıyorlardı ama hipnotize olmuş gibiydim. Gözlerimi tamamı siyah iristen oluşan gözlerinden ayıramıyordum.
Kalın ve erkeksi sesini bir kez daha duyurdu. "Devam etmeyecek misin?"
Dilim ağzımın içinde kaybolurken, bakışlarım usulca aşağı indi. Parlak, esmer teni ve soluk vişne rengi dudakları vardı. Fazlaca belirgin olan çene hattı onun ne kadar tehlikeli bir adam olduğunu vurguluyordu. Beresinin altında kalan saçlarını göremiyordum fakat belirgin kaş ve kirpikleri gibi simsiyah olmalıydılar.
Sessiz bir nefes aldım ve yarım kalan cümlemi tamamladım.
"Yalancısın."
Tepki vermedi. Sözlerimden etkilenmesini beklemediğim için şaşırmadım.
"Sana bu durumu dün açıklamıştım. Tekrar etmeyeceğim."
Komik bir şey duymuşcasına omuz silkerek alaycı bir gülümseme koyverdim.
"Açıklamadığın bir şey var; diğerlerinin aksine dün bizimle kalmak istemedin. Korktuğumuzu söyledin! Gitmek istedin!" Cümlemin sonuna doğru yükselen sesim onda yine yaprak kıpırdatmamıştı.
Cevap vermedi.
Bakışları yer değiştirdi ve usul usul çehremde dolaşmaya başladı. Birkaç saniye sonra üzerime eğilen gövdesi kalp atışlarıma hızlı bir ritim kazandırmıştı. Korktuğumu belli edip onu eğlendirmemek için hareketsiz durmaya gayret ettim. Bu zordu, fazlasıyla zordu. Nefesini saç diplerimde hissedeceğim kadar yaklaştığında, göğsümü yumruklayan kalp atışlarımı duymasından korktum.
"Cevap vermeyeceksin. Çünkü bir cevabın yok."
Kelimelerim kendinden emindi ve bunu hissettiğinin farkındaydım. Birden sol kolunu arkama uzattı, sadece birkaç saniye de düğümü çözüp ipi aldı oradan.
Sızlayan bileklerimi kucağıma çekip ovalamaya başladığım sırada, "Var." dedi. "Ancak alacağın cevap hiç hoşuna gitmeyecek."
Ne demek istediğini anlamaya çalışırken, dışarıda bir gürültü koptu. Ante hızla benden uzaklaştı ve çadırın açık olan örtüsünden dışarı çıktı. İplerden kurtulmuştum, Günce ile yalnızdık. Bir daha bu şansı yakalamayabilirdik. Hızla harekete geçtim. Kaybedecek bir saniye bile yoktu. Emekleyerek Günce'nin yanına gittim ve seri hareketlerle ellerini çözdükten sonra çadırın arka tarafını işaret ettim. Bir an önce buradan gitmeliydik. Günce çadırın arka kısmına doğru emeklerken, kamp çantasının yanına gittim ve kesici bir şeyler aramaya koyuldum. Aradığımı bulamayınca çantayı ters çevirip içindekileri yere boşaltım. Üst üste dökülen eşyaları ivedilikle birbirinden ayırırken, sonunda gözüme Nicolas'ın çakısı takılmıştı. Düğmesine basıp bıçağını dışarı çıkardıktan sonra Günce'nin yanına ilerledim. Elimdekini görünce ne yapacağımı anlayarak geri çekildi. Derin bir nefes aldım. Bıçağı çadırın örtüsüne sapladığım an dışarıdan tanıdık bir ses duyuldu.
Nicolas!
Buradaydı!
"Geldiler!" Günce'nin umutla aydınlanan gözleri çadırın açık olan örtüsünden dışarı taştı. "Geri döndüler Pera!"
Beni beklemeden geri döndü ve çadırdan çıktı. O sırada dışarıdan gelen sesler yükseldi, yükseldi. Telaşlı bakışlarım ellerimin arasında duran çakıya kaydı. Kabzasına kapanan parmaklarım çakıyı avucumda sıkıştırdı. Buna ihtiyacımız olabilirdi. Günce'nin peşinden dışarı çıktığımda tökezledim, gördüklerim nefesimi kesti.
Beki kollarının arasında çığlık çığlığa bağıran Alice ve Günce'yi zapt ederken, Talar karın üzerine yatırdığı Nick'e saldırmıştı. Korku ve şaşkınlıkla aralanan gözlerimi sola çevirdim. Nicolas! Öfkeyle Sesir'in üzerine çıkmış yumruklarını ardı ardına onun suratına indiriyordu.
Her iki tarafla da aramda en fazla on metre mesafe vardı.
Kızların haykırarak yardım dilenen sesleri, Nick'in acı dolu inlemelerine karışırken, Nicolas altındaki adamı öldürmek üzereydi!
Sonra onu gördüm, Ante'yi. Hiçbir şey yapmadan, öylece durmuş olanları izliyordu. Bir film izliyormuş gibi telaşsız ve yine ifadesiz görünüyordu. Bir arkadaşı dayak yiyor, diğeri dayak atıyordu ve o put gibi durmuş sadece izliyordu!
Nick'in kanlar içinde kalan yüzüne baktım. Hareketleri yavaşlamıştı ancak Talar buna aldırmadan ona vurmaya devam ediyordu. Günce ise Nick'in adını haykırarak kendinden geçiyordu. Beki deli gibi çırpınan kızları öyle sıkı tutuyordu ki, canlarının çok fazla yandığı aşikardı. Buna aldırmıyordu, tek derdi kızları elinden kaçırmamaktı.
Dizlerimin titremeye başladığını hissettim. Elimdeki çakıyı daha sıkı kavradım. Bir şey, bir şey yapmalıydım!
Rastgele sol tarafa yürüdüm. Durdum. Hayır, Nicolas'ın şu anda bana ihtiyacı yoktu. Kızlar da bekleyebilirdi.
Tekrar Nick'e baktım. Suratı kandan görünmüyordu. Artık hiç kıpırdamıyordu. Ona yardım etmeliydim!
Çakıyı havaya kaldırıp Nick'e koştuğum sırada Nicolas'ın acıyla inlediğini duydum. Omzumun üzerinden Nicolas'a bakmamla dudaklarımdan isminin dökülmesi bir oldu.
"Nicolas!"
Ante onu Sesir'in üzerinden almış ve bir ağaca dayamıştı. Nicolas kaldırdığı yumruğunu Ante'nin suratına sallamak üzereyken, burnuna aldığı kafa darbesiyle bir kez daha inledi. Başımı ne yapacağımı bilemeyerek önce Nick'e, sonra Nicolas'a çevirdim. Nefes nefese bunu defalarca tekrar ettim.
Ben ne yapacaktım?
Tanrım!
Hissizlesen bacaklarım, rotasız adımlarım dönüp durdu. Zihnimin içinde şeytanlar raks ediyordu. Devasa dağların hayaleti ruhuma devriliyordu. Çığlıklar uğultulara dönüşerek beynimi kemiriyordu.
Çakıyı bir kez daha kaldırdım.
Ayaklarım ona doğru yürüdü.
Ante'ye...
Nicolas'ın suratına bir yumruk daha inerken, onun geniş sırtını hedef aldım.
Ve bıçağı sapladım.
Onu sırtından vurdum.
Elime bulaşan kanı, zift gibi, simsiyahtı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"
FantasíaPera, arkadaş grubuyla kış kampına katılırken, içinde tarifsiz bir huzursuzluk kol geziyordu. Avrupa'nın en yüksek dağı Mont Blanc'un karlı etekleri, kızıl granitleri, sivri buzulları ve göz alıcı zirvesiyle birlikte bir sürprizi daha vardı. Büyü...