9. BÖLÜM: "Ceza"

42.1K 3.8K 1.6K
                                    


Oy ve yorum bırakmayı lütfen unutmayalım. Keyifli okumalar...



Tutulduğum heyelan uçurum doğuruyordu.

Zihnimde dönüp duran paslı kelimeler birer birer o uçurumdan intihar ederken, bana kalan keskin bir boşluk oluyordu.

Düşünemiyordum.

Çıplak ayaklarımı kurtarmaya çalıştığım iplerin hayaleti ruhuma dolanmıştı. Ruhumdaki düğümleri hissedebiliyordum. O düğümün altında yatan, Günce'den arta kalan açık yarayı hissedebiliyordum.

Kim olduğumu bilmeden, kim olduğunu bilmediğim bir adamın tutsağı iken, şimdi o adamla garip bir tutsaklığın ortağı olmuştuk...

Başımı geriye atıp sakinleşmeye çalıştım.

Dakikaları kucaklayan belirsiz bir zaman dilimini onunla burada yalnız geçirmiş ve tek kelime etmemiştik. Diğerlerinin gidişi üzerimdeki korkuyu bir nebze sıyırıp atmıştı ancak Ante ile bu şekilde yalnız kalmak içime kasvetli bir huzursuzluğu boca etmişti.

Bana hayatımın en büyük kötülüğünü yapmış olan adamlardan biriydi. Yine de ona acı verdiğimi bilmek beni mutlu etmiyordu. Dudaklarından bir inilti daha çıkmamış olmasına rağmen, tenimin tenine verdiği acının azımsanamayacak boyutta olduğunun farkındaydım.

Ayak bileklerimi birbirine sürterek ipi genişletmeye çalıştım, dakikalardır yaptığım gibi. İpin tenime verdiği zarar her çırpınışımda artarken, artık yalnız olduğumu düşündüm. Alice yoktu. O aptal! beni satarak yanındaki katil heriflerle gitmeyi yeğlemişti.

Bu noktadan sonra bu işte tek başımaydım ve kendim için en mantıklı olanı düşünmek zorundaydım. Hareketlerim yavaşladı, zihnimi düşünmeye zorladım.

İpleri çözmek yalnızca bileklerimi serbest bırakacaktı. Çünkü öğrendiğim son gelişmelerden sonra beni azat etmesini herhangi bir ihtimale sığdıramıyordum.

"Çabuk vazgeçtin,"

Kısık sesiyle birlikte omzumun üzerinden ona baktım. Şakaklarındaki ter damlacıkları hala oradaydı.

"Neden bahsediyorsun?"

Derin bir nefes aldı. O nefes dudaklarından parça parça dökülürken, bileğime bağlı olan bileği kaskatı duruyordu.

"Çırpınmaktan vazgeçtin. Bu kadar çabuk pes edeceğini düşünmemiştim."

Sesi sonlara doğru boğuklaştı. Tınısından dökülen acı katreleri duyulmanın ötesinde hissedilebilirdi.

"Vazgeçtiğimi kim söyledi? Yalnızca... Yalnızca düşünüyordum."

Gülümsediğini duydum. Bu, kesinlikle bir keyif gülümsemesi değildi.

"Şu halde ne düşünüyor olabilirsin, merak ediyorum."

Beni kızdırmaya mı çalışıyordu? Başarmadığını söylesem doğru olmazdı.

"Bence senin de düşünmen gereken şeyler var. Mesela Beki'nin nerede olduğunu merak etmiyor musun? Belki de tıpkı Alice'in beni sattığı gibi o da seni satmıştır. Ne dersin?"

Hiç düşünmeden cevap verdi.

"Hayır. Muhtemelen onu dışarıda bir yerlere bağlamışlardır ve şu an kıçı donuyordur."

Kendinden emin konuşuyordu ve benim aksime başını önünden ayırmıyordu.

"O halde buradan kurtulmamız için öylece durmak yerine uğraş göstermeye ne dersin? Böylece dışarıda olduğundan emin olduğun arkadaşını da donmaktan kurtarabilirsin."

Hareketsizliğini korudu.

"Ellerin benimkilerin yarısı kadar bile değil. Biraz daha uğraşırsan iplerden sıyrılabilirsin." Sonraki cümlesini fısıltı bile sayılamayacak kadar zayıf bir sesle telaffuz etti. "Böylece beni de bu azaptan kurtarmış olursun."

Önüme döndüm ve bileklerimin acısını umursamadan ipleri daha güçlü çekiştirmeye başladım. Saat gece yarısına vurmak üzereydi. Belki de Nicolas'ın beni bulmasına çok az kalmıştı. Bu düşünceyle yakaladığım heyecan bana güç verdi ve son çekişimde bileğimi Ante'nin bileğinden ayırabildim. Hissettiğim yanma hissiyle bileğimi dudaklarıma yaklaştırdım ve tahriş olan derimi üflemeye başladım. Aynı saniye onun da rahat bir nefes aldığına şahit olmuştum.

Serbest kalan elimi halen sandalyeye bağlı olan diğer elime uzattırken, Ante tek hamlede tüm iplerinden kurtularak ayağa kalktı. Şaşkınlıkla ona bakarken,seri adımlarla yanımdan ayrıldı. Az önce kılını bile kıpırtmamışken bunu yapabildiğine inanamıyordum!

Onun aksine beni esir eden iplerden kurtulmam dakikalarımı almıştı. Vakit kaybetmeden bu tozlu ve karanlık bölmeden çıkıp çıkışa koştum. Ante dışarıda Beki'yi ararken yukarıdan botum ve kabanımı alarak buradan kaçabilirdim. Kuşkusuz elime geçen kaçırılmayacak bir fırsattı bu. Dış kapının bulunduğu salona ulaştığımda, bizlere ait eşyaların yerde olduklarını gördüm. Çantalarımız muhtemelen ters çevrilerek yere boşaltıldığı için içindekiler girişin farklı köşelerine saçılmışlardı. Nicolas'a ait bir kulaklık, Nick'in içi boşaltılmış kanyak şişesi öylece yerde dururken, geçen kış Günce'ye aldığım kırmızı peluş kazak şöminenin yanına fırlatılmıştı. Sesir ve Talar ihtiyaçları olan şeyleri aldıktan sonra kalanları bir paçavra gibi burada bırakmışlardı. Bu, benim için her hatırladığımda iç acıtan bir görüntü olarak kalacaktı. Kırgın bir soluk verdim ve çıplak ayaklarımla eşyalarımızın üzerlerine basmamaya gayret ederek ilerledim. Dışarı çıktığım an kafamda ne tarafa ilerleyeceğini kestirmeye çalıştım.
Ancak elimin kapıya ulaşmasıyla kaçış hayallerimin suya düşmesi bir olmuştu.

Kahretsin!

Arkadaşı dışarıda ölümle pençeleşirken beni bu berbat yere kilitlemeyi unutmamıştı! Geri döndüm ve bedenimi öfkeyle kanepeye bıraktım. Bunu yaparken kanepe öyle rahatsız edici bir sesle gıcırdamıştı ki bir an kırılacağından endişe ettim. Kırık tahta parçalarının bir taraflarıma batması şu an isteyeceğim en son şeydi. Bir an sonra sönmeye yüz tutmuş şömine ateşine uzanarak yanıbaşındaki kazağı aldım.

Canım Günce'm... Burada onun yokluğu, soğuk ve esaretle savaşmak, dik durmaya çalışan yanıma sağlam darbeler indiriyordu. Çok, çok zordu.
Peluş kazağın boyun kısmını burnumu gömerek kokusunu duymaya çalıştım. Buradaydı, onun şekerli parfümü hala tüm tazeliğiyle kazağının üzerinde duruyordu.

Dolan gözlerimin yarattığı flu görüntüden kurtulmak için kirpiklerimi birbirine bastırdım. O sırada eski ahşap kapıdan kilit sesi yükseldi. Kapı yavaşça açılırken, görüş açıma ilk giren Beki oldu. Başı önündeydi. Birbirine yapıştırdığı ellerini morarmaya yüz tutmuş dudaklarına götürmüştü. Uysal saçlarını kaplayan kar taneleri kaş ve kirpiklerini de doldurmuştu. Ufak ve titrek adımlarla içeri girip şöminenin yanına ilerledi. Ante yanılmamıştı. Muhtemelen onu da verandaya bağlayarak saf dışı bırakmışlardı.

Beki şöminenin önüne çöktü. Kendiliğinden kapanmak üzere olan kapı itilerek tekrar açıldı. Ante elinde dal parçalarıyla içeri girerken bakışları beni buldu. Burada olduğumu görmek onu memnun etmişti. Taşıdıklarını tek koluna yükledi ve diğer elini arkasındaki kilide uzattı. Bunu yaparken ne duruşunun ne de bakışlarının konumunu değiştirmemişti. Uzun, demir anahtarı yuvasına taktı ve iki kez çevirerek esaretimi perçinledi. Yüzüne dik dik baktım, kollarımı öfkeyle birbirine bağladım. Soğuk ayaklarımı yukarı çekip kalçamın altına sıkıştırdım. Dışarısı fazla soğuk olduğu için ateş söndüğü an içerisinin de soğuması uzun sürmüyordu. Aslında yukarı çıkıp yatağın üzerine bıraktığım kabanımı, yün çoraplarımı ve botlarımı giymek istiyordum. Fakat dışarı çıktığımda haddinden fazla üşümemek için bunu yapmaktan imtina ettim.

Ante vakit kaybetmeden şöminenin yanına ilerledi ve getirdiği tahta parçalarıyla ateşi yeniden canlandırdı. Buradan çıkaracağım iki anlam olabilirdi; en az birkaç saat daha buradaydık ve Ante geride bıraktıklarımızın bizi bulamayacağından emindi.

Oysa burası kamp alanına çok uzak sayılmazdı ve Ante bunu düşünmeyecek kadar aptal bir adam değildi. Bir süre kimseden ses çıkmadı. Başımı kanepe başlığına yaslayarak pencereden hafifçe yağan karı izledim. Ateşten yükselen irili ufaklı çatırdama sesleri içeriyi dolduruyordu. Aslında burada yalnız olsam, şu andan keyif alabilirdim. Ne yazık ki yalnız değildim!

"Şimdi ne yapacağız?"

Beki gözlerini cayır cayır yanan ateşten ayırmadan konuştu. Kısık sesindeki öfke fark edilmeyecek gibi değildi.

"Sana o heriflerin bir seyler karıştırdığını söyledim. Bunu yapacakları belliydi."

Ante sakin adımlarla karşımdaki kanepe ilerledi ve iri bedenini oraya uzattı. Uzun, kemikli ayakları kanepenin dışına taşarken, bileğinin üstünü alnına yaslayarak gözlerini tavana dikti.

"Yolumuza devam edeceğiz."

Beki'nin alaycı gülümsemesini duydum. "Yani biz olduğumu yerde sayarken, onlar zirveye yürüyecekler. Üstelik ilk tılsımı aldılar ve..." Cam gibi parlayan mavi gözlerini ansızın üzerime dikti. "Üstelik asıl kızın diğeri olduğu konusunda ısrarcılar."

"Israrlarının bir mesneti yok. Hangisinin aradıkları o kız olduğunu kimse bilemez. Alice hakkında yakalandığım tek nokta, yalan söylemek konusunda oldukça başarılı."

"Bu bizden önde oldukları gerçeğini değiştirmez."

"Talar'ın cezasını unutuyorsun Beki. O ceza onları umduğumuzdan fazla yavaşlatacaktır."

Gözlerimi kısarak ne konuştuklarını anlamaya çalıştım. Artık benim yanımda konuşmaktan çekinmiyorlardı. Ancak kurdukları cümlelerin her biri kırılması güç şifreler barındırıyordu. Talar, o aşağılığın ne gibi bir cezası olabilirdi ki?

"Ceza... Ah,  bunu hatırlatman açlığımı azdırdı."

Beki masanın üzerindeki boş konserve kutularına baktı. Saatler önce diğerleri karnını doyururken, o benim gibi yememeyi tercih etmişti. Kendini bile isteye neden aç bıraktığını fazlasıyla merak ettim. Hatta bunu onu sormamak için alt dudağımı dişledim.

"Ceza, her cezanın bir ceremesi vardır değil mi?" Beki kendi kendine söylenerek bedenini bulunduğu yere uzattı ve soğuktan sıcağa sert bir geçiş yapan bedenini uykuya meylettirdi.

"Kesinlikle," diye yanıtladı Ante. Tavana kilitlenen gözleri usulca kapanırken, son kelimelerini söyledi. "Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yola çıkacağız. Son sıcak uykunuzu uyuyabilirsiniz."



Asıl niyetim onların uyuduğuna emin olana dek beklemek ve tamamen uykuya teslim olduklarını anladığım an buradan kaçmaktı. Ancak açlık, yorgunluk ve uykusuzluk planıma sadakatsizce davranarak göz kapaklarımı ağırlaştırmıştı. Günlük yaşantımda şikayet edeceğim şu sıcaklık kulağıma tatlı ninniler söylemişti. Belki de onlardan önce uyumuştum!

Şömineden gelen sesli çatırdama ile gözlerim üfleyerek söndürülen bir mum gibi hızla açıldı. İlk hissettiğim şey saç diplerimdeki ıslaklıktı. Doğruldum. Avucumu guruldayan mideme götürdüm ve ağlayan çocuğunu susturmak isteyen bir anne gibi kazağımın üzerinden okşadım. Daha önce de aç kalmıştım. Ancak bu, derslere dalıp yemek yemeyi unuttuğum zamanlara benzemiyordu.

Ona baktım, Ante'ye... Bileği hala alnının üzerinde, nasıl yattıysa aynı pozisyona sadık kalarak uyuyordu. Çehresine sinen huzursuz ifadeyi bu mesafeden seçebiliyordum. Sakindi ancak bu sakinliğe tezat içsel huzursuzluğu onun daimi bir parçası gibiydi. Kalın kaşları dağınık sayılmazdı ve ucu bir yay gibi düz uzanıyordu. Sinirlendiği zamanlarda daha da sivrildiğine şahit olmuştum; o görüntüsü fazlasıyla ürperticiydi. Bakışlarım ağır ağır burnuna kaydı. Küçük ya da büyük diyemezdim ancak düzgündü. Dikkatli bakıldığında ucu hafifçe yukarı kalkıktı. Pürüzsüz esmer teninde yer edinen kirli sakalları, elmacık kemiğinin hemen altına cetvelle çizilmişcesine nizami bir hizayda sıralanmıştı. Gayri ihtiyari dudaklarına kayan bakışlarımı bir suç işlemiş edasıyla hızla oradan ayırdım ve Beki'ye götürdüm. Uyuyordu. Sırtı bana dönüktü ancak çıkardığı horlama tarzı sesler derin bir uykuda olduğunu işaret ediyordu.

Hava aymak üzereydi. Ante'nin planına göre şimdi yola koyulmamız gerekiyordu ama hala uyuduklarına göre kaçmak için hala bir şansım vardı!

Sessiz olmaya dikkat ederek kanepeden indim ve merdivenlere yürüdüm. Basamakları aynı sessizlikle tırmandıktan sonra bu kattaki tek odaya girdim. Yatağa baktığımda gördüklerim, daha doğrusu göremediklerim! beni şaşkına çevirmişti. Kabanım ve çoraplarım yoktu! Oysa yatağın üzerine koyduğuma adım kadar emindim.

Ah, Alice!

Avucumu alnıma bastırırken onu son gördüğüm anı anımsadım. Üzerindeki pudra rengi kaban elbette bana aitti! Kendi şişme montunun üzerine benim kabanımı giyerek kendince hazırlık yapmıştı. Beni biraz olsun düşünmemişti. Aptal! Üzerimde yalnızca iki kat kıyafet vardı. Bu halde dışarı çıkmak akıl karı değildi. Bir çözüm bulmalıydım. Botlarımı, atkımı ve beremi alarak tekrar aşağı indim. Eldivenlerim kabanımın cebinde kalmıştı, ne büyük şans! Yerdeki eşyalarımızın arasında işime yarayacak bir şeyler ararken, Nicolas'ın çoraplarını gözüme kestirdim. Eğilerek kalın çorapları ayağıma geçirirdim. Bir yandan gözüm Ante ve Beki'nin üzerindeydi. Kanepeye bıraktığım kırmızı peluş kazağı, botlarımı ve beremi de giydim. Yerde beni sıcak tutacak başka bir şey yoktu. Ancak sandalyenin üzerinde Ante'nin siyah montu asılıydı.

Bir saniye bile düşünmeden üzerime giydim.

Ante'nin donarak geberecek olma ihtimali umrumda bile değildi.

Fermuarı çektiğimde, montun içinde tabiri caizse kaybolmuştum. Parmaklarımı uzattığımda dahi montun kollarından dışarı çıkmıyordu. Keza boyu da tam olarak diz hizamdaydı. Kollarını kıvırdım ama boyu için yapabileceğim bir şey yoktu. En zor kısmı gerçekleştirmek üzere parmak uçlarımda Ante'ye doğru ilerledim. Anahtarı cebine koyduğunu görmüştüm. Onu uyandırmadan almak zor alacaktı. Neyse ki, anahtar kanepenin dışına denk gelen sol cebindeydi. Umarım uykusu ağırdır, diye geçirdim içimden. Kanepenin dibinde, nefesimi tutarak dizlerimin üzerine çöktüm. Hareketsiz uyuyordu. Oda karanlıktı ve bu karanlığı aydınlatan tek şey şöminenin ışığıydı. Gaz lambaları ortalarda görünmüyordu. Hiç şüphesiz Talar ve Sesir giderken yanlarına almışlardı. Görebildiğim kadarıyla yetinmek zorundaydım. Odaklanmaya çalıştım, hata yapma şansım yoktu. Bunu başarabilirsem sadece bir dakika sonra dışarıda olacak,  belki de özgürlüğüme koşacaktım. Havaya kaldırdığım elimi  sıkı bir yumruk yaptım. Hızlanan kalp atışlarımı hissedebiliyordum. Onun terli teninden süzülen tuzlu su kokusu genzimi tekmeliyordu. Elimi usul usul aşağı indirdim ve eşofmanının cebine dokundum. Kalp atışlarım boğazıma tırmandı. İçimde garip bir his vardı ve nefesimi kesiyordu. Ante'nin düzenli  nefes alışverişlerinden güç alarak parmaklarını cebimden içeri ittim, anahtarın soğuk demirine dokundum. Dudağımın sol köşesi tedirginlikle kıvrılırken, işaret parmağımı anahtar halkasına geçirdim. Şimdi yavaşca dışarı çekmeliydim ama  parmaklarımın titremesine engel olamıyordum. Durdum ve dudaklarımı aralayarak sessiz bir nefes aldım. Yapabilirdim, yapabileceğimi biliyordum. Anahtarı usul usul çekmeye başladım. İşte, oluyordu!  Nihayet ucu göründüğünde içimi tarifsiz bir rahatlama kapladı. Anahtarın tamamını onu uyandırmadan cebinden çıkardım ve  avucuma hapsettim. Hah! bu kadar, başarmıştım!

Sabırsızlıkla ayaklanırken bileğimden çekilerek yere yapışmam bir oldu. Çığlık attım!

"İyi denemeydi."

Kendine ait montun bilek kısmını öyle sıkı tutmuştu ki, baskısının yoğunluğunu fazlasıyla hissediyordum.

"Bırak beni."

Beni hiç duymamış gibi devam etti.

"Daha sakin olmalısın, heyecanlandığında nefes alışverişlerini kontrol edemiyorsun."

Bileğimi bırakmadan doğruldu ve ayaklarını yere bastırdı. Bileğimden kayan parmakları avucumu kavradı.

Anahtar avucumda, avucum onun avucundaydı.

"Bu arada..." derken, üzerime kayan bakışları bakışlarımı utandırdı. "Montum yakışmış."

Eli elime dokunuyordu, sırf bu yüzden acı çektiğini biliyordum.

"Buradan gitmeme izin ver," diye konuştum kısık bir sesle. "Lütfen"

Parmakları parmaklarımı aralarken itiraz etmedim. Avucumdaki anahtarı aldıktan sonra ellerimizi birbirinden ayırdı. Ben kanepenin hemen dibinde, o ise üzerinde oturuyordu. Aramızdaki mesafenin boyutundan hoşnut değildim ve yakalanmış olmama rağmen kalbim hala aynı hızla atmaya devam ediyordu.

"Sana zarar vermeyeceğim."

Müstehzi bir edayla gülümsedim.

"Bunu en son söylediğinde, arkadaşımı kaybettim."

Yüzüne bakmadım. İfadesini merak etmiyordum, umursamıyordum. İçimdeki acının bana verdiği nefrete ihtiyacım vardı. O acı kurtulmak için tutunduğum sağlam bir dal gibiydi.

Her anımsadığımda burnumun direği sızlıyordu. Sanki silah az önce patlamış gibi, sanki Günce'yi bir saniye önce kaybetmişim gibi... Öyle ağır, öyle lanetli bir acıydı bu.

Boğazımdaki yumruyla birlikte başımı ağır ağır iki yana salladım. Yanından ayrılmak isterken birdenbire üzerime eğildi. İrkilerek olduğum yerde kalakaldım. Başı omzumun hemen üzerinde duraksadı. Birbiriyle temas eden hiç-bir uzvumuz yoktu ancak yakınlığı nefesimi kesmişti. Bunun adı korkuydu. Ne kadar cesaretli olmaya çalışırsam çalışayım ani yakınlığı, öfkeli sesi ya da tehlikeli bakışları olduğum yere sinmeme sebep oluyordu. Şimdi olduğu gibi...

Kulağıma fısıldadı. "Pera..." Kolunu uzattı ve ayaklarımın dibinden bir şey aldı.

Geri çekildiğinde, dikkatle baktığı şeyin bir kimlik olduğunu fark ettim. Kimlikten kalkan siyah gözleri gözlerimi buldu ve çerçeveli dudaklarını ismimi zikretmek üzere araladı.

"Pera Mihrimah Kaya."

Kimliğimi almak için elimi uzattım ancak onu bana vermedi. Kimlikteki resmime bakıyordu. O resim bundan birkaç sene öncesine aitti. Muhtemelen on sekiz yaşındaydım ve resim çekilirken saçlarım sıkı bir at kuyruğu ile toplanmıştı. Çehremin her ayrıntısı ortadaydı. Bu yüzden o resmi hiçbir zaman sevememiştim. Annemin zorlamasıyla saçma sapan gülümsediğim, memnuniyetsizliğimin ben burdayım dediği kötü bir resimdi.

"Çok gençsin, kaç yaşındaydın?"

Cevap vermedim.

"Muhtemelen bu resimde on sekiz, şimdi..." Yüzüme dikkatle bakarken, zaten kısık olan gözleri biraz daha kısıldı. "Yirmi bir..."

Onunla konuşmak istemiyordum. Hiç, hiç istemiyordum.

"Kimliğimi ver."

"Mihrimah, ne demek?"

"Şu kimliği bana ver."

"Mihrimah..." diye yineledi. "Ne demek?"

Elimi bezgince geri çektim. Cevap vermeden onu bana vermeyeceği aşikardı. Aslında bu dağda bir kimliğe elbette ki ihtiyacım yoktu ama bana ait bir şeyin onda kalmasını istemiyordum.

Mihrimah... Hiç görmediğim biyolojik anne- babamın bana verdiği isimdi bu. Babam beni yirmi bir yıl önce evlerinin önünde bulduğunda, pikemin içine bırakılan kâğıtta sadece bu ismin yazdığını söylemişti. Annemin bütün itirazlarına rağmen, babam bu ismi bana vermişti. Hiç kullanmamıştım. Kimse bana o isimle seslenmemişti. Anlamını bile geçen yıl, tesadüfen öğrenmiştim.

"Güneş ve ay." diye cevapladım. "Anlamı bu."

Kaşları ilk kez öfkelenmeden sivrilirken, alnı gerildi.

"Ay," diye kıpırdattı dudaklarını. Ardından kimliği dizlerime bırakıp ayağa kalktı.

Kimliği hızla kaparak rastgele bir yöne fırlattığımda, gözlerindeki ifadenin değiştiğine şahit oldum. Dakikalardır koşuyormuşum gibi göğsüm hararetle inip kalkıyordu.

“Görebiliyorum,” dedi, ılık bir fısıltıyla. “Nefretini görebiliyorum.”

Kaşım memnuniyetle havalandı. “Güzel. Çünkü bu nefrete tutunuyorum. Ancak sizin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Nefretim bir kamçıya dönüştüğünde, üzerine ilk ineceği…” İnsanlar, diyemedim. Bunu söylemek doğru gelmedi. “Varlıklar, siz olacaksınız.”

Kızdı mı? Bunu sunacak herhangi bir ayrıntı göremedim ifadesinde.

Yavaşça ayağa kalktığında, bu kez “Güzel,” diyen oldu. Sağlam bakışlarını son kez bakışlarıma kilitledi ve beni allak bullak edecek o cümleyi kurdu.

“İyi ya da kötü, bir duyguya tutunman lehine. Benden, beni öldürecek kadar nefret et. Başka türlü bu oyundan kurtulamazsın.”

“Ne söylemek istiyorsun?”

Cevapsız bıraktı. Tamda tahmin ettiğim gibi...

Yukarı çıkmadan önce Beki'yi uyandırdı ve ona hazırlanmasını söyledi. Gidiyorduk. Bu kulübeden kaçmayı başaramamıştım. Şayet biraz daha uzaklaşırsak kaçmamın bir anlamı kalmayacaktı. Bir yolunu bulmalıydım. Nasıl olacağını şimdilik bilmiyordum ama elime geçen ilk fırsatta onları atlatmalıydım.

Beki üzerimdekinin aynısı olan montunu giyip beresini taktığında hazırdı. Her birinin montları ve postalları tuhaf bir şekilde aynıydı, bunu daha en başında fark etmiştim. Beki boş kamp çantasını aldı. İçini yerden işimize yarayabilecek malzemelerle doldurdu. Sesir ve Talar aceleyle çıktıkları için işlerine yarayacak bazı şeyleri gözden kaçırmışlardı. Fener, battaniye ve tırmanış ekipmanlarının bir kısmı hala buradaydı. İşini bitirdiğinde küçük sırt çantasını bana uzattı.

"Giyecek bir şeyler al. İhtiyacın olacak."

Gözlerimi devirerek çantayı elinden aldım. Girişinin farklı yerlerine dağılmış kıyafet ve iç çamaşırlarlarından Alice'in bana bıraktıklarını! içine doldurdum. Kime ait olduğunu bilmediğim bir çift erkek eldiveni buldum. Sonra da çantayı sırtıma geçirdim. İçten içe bunlara ihtiyacım olmamasını dilerken, bakışlarımı gıcırdayan merdivenlere çevirdim. Ante üzerindekileri siyah pantolon ve aynı renk boğazlı kazak ile değiştirmişti. Hiç çıkarmadığı beresine siyah deri eldivenleri de eşlik ediyordu. İkisi birlikte yanıma yaklaştıklarında, elimi montun fermuarına götürüp aşağı indirmeye başladım.

"Hayır, o sende kalsın."

Cevap vermeme zaman tanımadan cebindeki anahtarla kapıyı açtı. Daha o saniye yüzüme vuran soğuk ile montu ona verme düşüncesinden vazgeçerek fermuarı geri çektim.

"Bu şekilde dışarı çıkman doğru değil."

"Sorun yapma Beki." diyerek kestirip attı. "Soğuk bizim için dayanılmaz değil."

Sözleriyle birlikte dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Evet, bizden daha dayanıklı olduklarını biliyordum. Ancak dışarıda aşırı bir soğuk vardı.

Beki geri döndü ve kalan eşyalara baktı. Bir çok kıyafet vardı ancak hiç biri bu koca montlar kadar sıcak tutamazdı. Beki kanepenin altına bakmak için yere çöktüğünde dikkatle onu izliyordum. Kolunu uzattı ve oradan bir şeyler çıkarmaya başladı. İlk olarak kalın bir kazak, ardından da koyu mavi renginde, şişme bir mont çıkardı. Mont Nick'indi...

Kıyafetlerin arasına karışmış birkaç paket bisküvi ve bir şise su için sevinmiştim. Ante Beki'den aldığı kazağı kendi kazağının üzerine geçirdikten sonra şişme montu giydi. Montun önü geniş gövdesini kapatmakta yetersiz gelmişti. Bu yüzden fermuarı çekmeyi es geçerek bana bir paket bisküvi ve su uzattı.

Bu kez geri çevirmedim. Her ikisini de ondan aldıktan sonra kulübeden dışarı ilk adımı attım.

Verandanın buzlanmış merdivenlerinden düşmemek için yine korkuluğun yapışkanlaşmış yüzeyine tutunmak zorunda kalmıştım. Her yer yine bembeyazdı. Neyse ki yağan hafif kar mevcut karın yoğunluğunu arttırmamıştı. Başımı kaldırıp dört bir yanımızı çevrelemiş dağlara baktım. Öyle heybetli ve görkemliydi ki, korkutucu ve bir o kadar da büyüleyici  görünüyordu. Havanın soğuk kokusunu içime çektiğimde, ciğerlerimin titrediğini hissettim. Ardından ne tarafa gideceğimizi bilmeden rasgele yürümeye başladım.

"Kal orda."

Ante durmamı emrettiğinde durdum ve omzumun üzerinden ona baktım. Onun gözleri ise yerdeydi. Dikkatli adımlarla yanıma indikten sonra bir süre daha yere bakmaya devam etti. Sonra aradığını bulmuş gibi sol tarafı işaret ederek oraya doğru yürüdü.

"Adım izleri buradan başlıyor. Takip edeceğiz."

"Tamamdır." dedikten sonra eliyle yürümemi işaret etti Beki. Niyeti beni Ante ve kendi arasına almaktı. Bu şekilde sürekli gözlerinin önünde olacaktım.

Dediğini yaparak Ante'nin peşinden yürümeye başladım. Bir yandan da paketteki yulaflı bisküvileri ağzıma tıkıştırıyordum. Öyle acıkmıştım ki yedikçe yiyesim geliyordu. Ancak sonrasını düşünmek zorundaydım. Yarısına geldiğimde paketin ağzını düğümledim ve montun cebine soktum.

Ante pür dikkat adım izlerini sürerken, sık sık geriye bakarak geldiğimiz yönü kaybetmemeye çalışıyordum.

Aşağı yukarı yarım saati aşkındır yürüyorduk. Dizlerimi aşan kar attığım her adımda biraz daha yükseliyordu sanki. Soğuktan kızardığına emin olduğum ağzım ve burnum karıncalanmaya başlamıştı. Ancak şu an en büyük derdim giderek uzaklaştığım kamp alanıydı. Adımlarım yavaşlarken, ani bir kararla duraksadım. Bunun üzerine Ante'nin bakışları dakikalar sonra üzerime çevrildi.

Atkısı ve beresinin arasından sadece gözleri görünüyordu. "Yoruldun mu?"

"Hayır... Yani evet ama o yüzden durmadım." Bakışlarımı etrafta gezdirdikten sonra ellerimi cebime soktum. "Tuvalet ihtiyacım var."

Beki'nin adımları yanımda bitti ve mavi gözlerini şüpheyle araladı. "Kulübeden çıkalı bir saat bile olmuyor. "

Ante "Tamam," diyerek araya girdi.  "Biz burdayız. Uygun bir yer seç, işini hallet."

Arkamı döndüm ve biraz ilerideki ağaçların yanına ilerledim. Yoğun kardan aşağı sarkan dalları her an kopacakmış gibi duruyordu. Geniş gövdeli bir ağacın arkasına geçtim ve metrelerce geride bıraktığım iki adama baktım. İkisi de bana arkasını dönmüştü. Buradan kurtulmanın şimdi tam sırasıydı!

Zemin aşağı doğru eğimli  olduğundan dolayı zorlanmayacağımı tahmin ediyordum. Tabi peşime düşeceklerinden dolayı bu avantaj onlar için de geçerliydi; bunu düşünmemeye çalıştım. Artık harekete geçmem gerekiyordu. İçimden üçe kadar saydıktan sonra tüm gücümle koşmaya başladım. Hızımla birlikte maruz kaldığım soğuk yüzümü ısırırken, yokuş aşağı inen adımlarım her an düşecekmişim hissini yaşatıyordu. Bir buz pistinde yalın ayak koşuyormuşum gibi belli aralıklarla sendeleyerek koşmaya devam ettim. Arkama dönüp bakamıyordum. Kaybedecek bir saniyem bile yoktu. Batıp çıktığım kar ve kesilen nefesim başımın dönmesine sebep oluyordu. Ağzımı açtığım için genzime dolan soğuk yutkunmamı imkansızlaştırıyordu. Birkaç dakika sonra şiştiğini hissettiğim dalağım acı vermeye başladı. Kendime sürekli dayanmam gerektiğini söylüyorum. Hiç durmadan aynı şeyi tekrarlıyordum içimden.

Durursam yakalanırım!

Durursam yakalanırım!

Durursam yakalanırım!

Kara gömülü bir taşın azizliğine uğrayarak yere yapıştığım an alnımı zemine vurdum. Acı dolu çığlığım buzullara çarparak kulağımı tırmaladı. Elimi ağzıma kapattım ve canımın acısını yok saymaya çalıştım. Düştüğüm  yerden doğrulmak isterken Ante'nin uzaktan gelen sesi yankı şeklinde bana ulaştı.

"Pera!"

Hızla ayağa kalktım ve etrafımda döndüm. Yoktu. Devam etmeliydim!
Tekrar koşmaya başladığımda çektiğim acı ikiye katlanmıştı. Soğuğun bu denli acı vereceğini asla tahmin edemezdim.

Canım çok yanıyordu.

"Pera olduğun yerde kal! Zarar göreceksin, kal olduğun yerde!"

Sesi çok daha yakından geliyordu. O an beni yakalanmasından çok korktum. Burada ölmekten daha fazla korktum.

Gücümün son damlalarını tüketirken durmadım, devam ettim. Bir yandan saklanabileceğim bir köşe arıyordum. Ancak dalları bedenime çarpan ağaçlardan başka hiçbir şey yoktu. Nefesim tıkanarak bana ihanet ettiğimde, soğuktan kaskatı kesilmiş bedenimi ıssız bir ağaca emanet ettim. Titreyen çenem yüzünden dişlerim birbirine vuruyordu.  Onunsa adımları fazla yakındı. Beni yakalaması an meselesiydi.

"Kaçmaya bir son ver Pera! Donarak ölmek mi istiyorsun?" diye haykırdı, tınısı buz tutmuş sesini Mont Blanc'a iliştirerek. "Sana zarar vermeyeceğim."

Bana zarar vermeyeceğini söylüyordu. Ona nasıl inanabilirdim ki. Bizi esir almışlardı, bize eziyet etmişlerdi.

Birkaç gün geçirmek için çıktığımız bu dağda en yakın arkadaşım gözlerimin önünde öldürülmüştü. Bunu belki o yapmamıştı, ancak bizzat göz yummuştu!

"Buradasın, biliyorum." dediğinde, artık bağırmıyordu.

Çok yakınımdaydı.

Kollarımı ağacın gövdesine sarıp sarsılan bedenimi dik tutmaya çalıştım. Ancak bu mümkün olmadı. Bedenim bir bez bebek gibi ağacın dibine yığıldı. Dudaklarım aralandı, boğazımdan hırıltılı sesler çıkmaya başladı. Ciğerlerim soğukla dolmuştu ve ihtiyacım olan nefesi kabul etmiyordu.

"Siktir!"

Dolan gözlerim birkaç damla yaşı serbest bıraktı, ancak uyuşmuş tenimde hissedemedim. Sonra yerle buluşan kafamın altında onun kolunu hissettim. Sanırım şu an yakalanmış olmaktan daha büyük bir sorunum vardı.

"Aptal mısın sen?"

Gözlerimi kapattım.

Beni ben yapan ne varsa uykunun kollarına atılmak için can atıyordu.

"Beni evime götürebilir misin?"

Duymak istediklerimi söylemedi. Sadece beni kollarına aldı.  Bedenimin tamamını yerden kaldırdı ve dizlerine bindirdi.

"Bir daha evime gidebilecek miyim?"

Bir an ölmek istedim. Soğuktan ikrah eden bedenim cehennemin sıcak topraklarına karışmaya razıydı.

Soğuk, zihnimi sarhoş etmişti.

Kolumu zorlukla kaldırıp ensesine götürürken, usulca araladım gözlerimi. Bunu yapmak hiç bu kadar zor olmamıştı.

"Sana cevap veremem." dedi, sesi parçalara ayrılmış gibiydi.

Parmaklarım beresini kavradı. Karanlıkla buluşmaya çok yakındım, biliyordum.

"Neden bana dokunduğunda acı çekiyorsun?" diye mırıldandım.

Sesim öyle cılızdı ki, beni duyabildiğinden emin olamadım.

Beresini aşağı çektim. Griden siyaha çalan saçları alnına döküldü. Göz alıcı ve hırçın görünüyordu.

Saçlarına dokundum.

O an, bir şey oldu. Onun zihninden geçenleri kendi zihnimde hissettim. İçimde duyduğum iç sesim bana değil, ona aitti.

"Çünkü, sen benim cezamsın, Mihrimah."

UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin