❄
Kırk dakika aralıksız yürüdükten sonra beş dakikalık bir mola verdik. Yaklaşık yarım saat daha yürüdük. Bu kez mola on dakika sürdü. Biraz daha yürüdük ve biraz daha mola verdik. Verdiğimiz her molada, geriye dönüp her baktığımda, gözlerim civarda dolaşıyor, Ante'den bir iz, bir işaret arıyordu. Ağaçların ardında ona dair tek kımıltıya dahi raslayamamıştım. Belki de vazgeçip geri dönmüştü. Belki de... hiç peşimizden gelmemişti. Sözleri sahte olabilirdi, ya o bakışları? Beni bırakmayacağını söylerken, gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmamıştı. Ona inanmakla hata ettiğimi biliyordum. Bilmeme rağmen buna engel olamıyordum. Ne hastalıklı bir histi!
Son yürüdüğümüz bir saatin ardından Sesir acıyla inleyerek Abella'yı çektiği kızağın iplerini bıraktı ve kendini yere attı. Yol boyunca sürekli tökezlemesine rağmen ona hiç bakmamıştım. Şimdiyse yüzünde beliren korkunç yaralardan gözümü alamıyordum. Suratının tamamını ele geçiren kızarıklık boynuna indiğinde kırılarak dağılıyordu. Yaraları içi su dolu bir baloncuğa benziyordu. Alice onun gün ışığına dayanamadığını söylediğinde, durumun bu kadar vahim olduğunu düşünmemiştim.
"Daha fazla devam edemeyeceğim, Talar." diye sızlandı düştüğü yerden. "Tükeniyorum."
"Çok az kaldı, belki birkaç saat bile değil. Kalk hadi." Talar'ın mosmor kesilen göz çukurları dikkatime takıldı. Çekik gözleri uykulu ve yorgun bakıyordu. Gözlerinin altındaki siyah halkalar ise neredeyse elmacık kemiklerine kadar inmişti. Bu kez Alice'in onun hakkındaki gözlemlerini anımsadım. Uyuyamadığını, uykusuzluk çektiği için de sürekli sinirli olduğunu söylemişti.
"İmkansız, geceyi beklemek zorundayız." Sesir yüzünü acıyla buruşturdu.
Talar bıkkın adımlarla kardeşinin yanına geldi ve kalkmasına yardım etti. Bunu yaparken silahını bir an olsun elinden bırakmamıştı.
"Hareketsiz kalınca uyku bastırıyor."
"Üzgünüm," dedi Beki. "Benim durumum seninkinden feci."
"Pekala, zaten akşam olmak üzere." Bize dönüp, "Burada uzun bir mola vereceğiz. Sessizce dinlenip bir şeyler zıkkımlanın." diye emretti.
Beki bunu bekliyormuş gibi bir taşın üzerine çöktü. Sesir ve Talar serdikleri hasır kilimin üzerine oturarak, yanlarına aldıkları şarabı içmeye başladılar. Abella kızağın üzerinde, orta yerde kalmıştı. Keza asker de yanı başımda dikiliyor, oturmak için bir hamlede bulunmuyordu.
"Asker," diye fısıldadım. "Bana yardım et, Abella'yı kenara alalım."
Duymadı, ya da duymak istedi.
"Lütfen. Kendinde değil, ona yardım etmeliyiz."
Tepkisizliğini koruyarak Anne'i bir taşın dibine bıraktı. Birlikte Abella'yı taşıyan kızağa ulaştık ve Anne'in yanına çektik. Bileklerimizdeki ipler yüzünden birbirimizden fazla uzaklaşamıyorduk. Kamp çantalarından birini bize attılar. Hemen çantaya uzandım ve içinden çıkardığım hasır kilimi yere serdim. Yorgun bedenimi kilimin üzerine bıraktığımda asker hala ayakta dikiliyordu. Bize verdikleri çantada bir miktar sable kurabiyesi ve su vardı. Konserve ve meşrubatları kendilerine saklamışlardı.
Kolumu yukarı uzatıp askerin koluna dokundum. "Otur," Sesimi sadece onun duyabileceği kadar alçalttım. "Güce ihtiyacımız var."
Dizlerini kırarak üzerine çöktü. Turuncu renkli metal saklama kutusundan çıkardığım sable kurabiyelerinden ilkini ağzıma attım. Diğerini askere uzattığımda, parmaklarımın arasındaki kurabiyeye acıyla baktı.
"O kurabiyeleri Anne yaptı. Her haftasonu yapar."
Elimi geri çekerken, ağzımda dağılan kurabiyeyi yutamadım.
"Üzgünüm asker, çok üzgünüm."
Birden kaşları çatıldı. Saklama kutusunu benden aldı ve aynı anda üç kurabiyeyi birden ağzına attı. Şaşkın bakışlarım arasında hızlıca çiğneyip yuttu.
"Bakma öyle, karımın yaptığı kurabiyeleri o iblislere bırakmayacağım." Kutuyu bana uzattı. "Ye."
Onun için elimi kutuya attım ve aldığım birkaç kurabiyeyi boğazımdan zorlukla iterek tükettim.
"Tadı çok güzel. Becerikli bir karın varmış asker."
"Var," diye düzeltti. "O hâlâ benim karım."
Son sözlerimin mahcubiyeti ile dişlerimi sıktım. "Elbette öyle."
"Amaçları ne?" Bana bakmıyordu ama tıpkı benim gibi fısıldıyordu.
"Sana bunu nasıl anlatabilirim bilm-"
"Olduğu gibi," diye böldü. "Olduğu gibi anlat."
Derin bir nefes aldım. "En başından beri istedikleri üç şey var. Dağın farklı yerlerinde ve onlar buna tılsım diyor. İkisini ele geçirdiler, ama yalnızca biri ellerinde. Ellerinde olan tılsım için bir ceset ödediler. Aynısını son tılsım için de yapmak istiyorlar."
Sonuncusu için Anne'i kullanacaklar diyemedim. Bunu anladığını biliyordum.
"Aralarında farklı bir dil kullanıyorlar. Farklı davranıyorlar. Asker, onlar başka bir dünyadan geldiklerini ima ediyorlar."
Anlattıklarımı büyük bir soğukkanlılıkla dinledikten sonra, "Peki ya sen ne düşünüyorsun?" diye sordu. "Sence de o itler başka bir dünyaya mı ait?"
"Böyle bir şey mümkün olamaz ki. Olamaz, değil mi?"
Kahve gözleri hasırdan taşan bacaklarına kaydı. Botları kar ve kan içindeydi. "İki tılsım ele geçirdiler ama biri ellerinde, dedin. Diğeri nerede?"
Metrelerce ötede kımıldayan ağaç dallarına baktım. Hırsla üzerindeki karı yere çalmaya çalışıyorlardı. "Onda, Ante de."
Uzanıp Abella'nın kayan örtüsünü düzeltti. "Ante, o kim?"
"Dördüncü adam."
"Yani onlardan,"
"Hayır!" diye yükseldi fısıltım. Aynı saniye kızdım kendime; ne hayırı Pera, ne hayırı! "Şey... Evet."
"Tereddüt ettin," dedi gözlerime şüpheyle bakarak. "Açık ol."
Ante'yi nasıl anlatabilirdim? Bana bir şeyleri en çok o anlatmaya çalışmışken, en çok Ante'yi anlamamıştım.
"Onlar gibi değil, acımasız değil. Ben, onu kimseyi öldürürken görmedim."
"... ve sırf bu yüzden onun farklı olduğunu düşünüyorsun."
Cevap veremedim.
"Kurban asılırken bacağından tutan da suçludur, Pera. Sadece bıçağı saplayanın mı katil olduğunu sanıyorsun sen? Bazen bıçağı elinde tutan da katildir. Çok toysun."
Haklılığı karşısında susmaya devam ederek, yüzüme dökülen saçlarımı kulağımın arkasına iliştirdim. O sırada bakışlarım Beki'yle kesişti. Soğuk avuçlarımı birbirine sürttüm ve Beki'ye seslendim. Zira askerle konuşmamızın dayandığı noktadan ışık hızıyla ayrılmak istiyordum.
"Ateş yakamaz mısınız? Çok üşüyorum."
Sesir, "Başka bir isteğin var mı?" diye çıkıştı. Diğer yandan gözleri kapanan Talar'a omuz atarak onu kendine getirdi.
"Var!" dedim bağırarak. "İç organlarınızı dışarıda görmek!"
Sesir bir hışımla yerinden kalktığında, Beki önüne atılarak ona engel oldu.
"Senin boynuna kırarım!"
Asker geniş gövdesini önüme itti. "Bir adım daha atarsam kırılan boyun seninkisi olacak."
Sesir silahını bize doğrultacakken, Talar arkadan acıyla haykırdı. Ona baktığımda gözleri kapalı bir şekilde yere devrildiğini gördüm. Hiç hareket etmeden kesik kesik inliyordu. Sesir yarım bıraktığı işi tamamlayarak silâhını bize doğrulttu ve geri geri Talar'ın yanına gitti. Dibinde bittiği kardeşini acımasızca tekmelemeye başladı. Bir yandan da uyanması için bağırıp duruyordu.
Askerin bakışları Sesir'in boş bulunacağı anı kollarken, dudaklarından güçlü bir "Siktir!" döküldü. "Bunlar ne tür ruh hastaları..."
"Sana söylemiştim, hiç biri normal değil."
Beki'nin son attığı tekme öyle sertti ki, Talar yuvarlanarak gözlerini açtı. Etrafında dönen boş bakışlarından, bir an nerede olduğunu anlayamadığını kestirdim. Kan ter içinde kalmıştı. Beresinden ayrılan düz, sarı saçları alnına yapışmış, benzi sarımtırak bir renk almıştı.
"Siktiğimin yerinde ne diye uyumama izin verdin! Cayır cayır yandım lan senin yüzünden!"
Yanmak... Rüyasında mı bahsediyordu? Rüyasının hesabını başkasından sormasının bir anlamı olamazdı. Peki ya gördükleri rüya, hissettikleri gerçekse, diye fısıldadı mantığım... O halde bahsettiği yangını bedeninde hissediyor olmalıydı. Uyuduğu an, söylediği gibi yanıyor olmalıydı!
"Bir dakika!" diye bağırdı Sesir yayvan dudaklarını gererek. "Yalnızca bir dakika ayrıldım yanından. Ne ara uykuya daldın da ateşe verdiler seni!"
"Kes sesini! Yalnızca dediğimi yap ve uyumama izin verme Sesir. Yoksa kalan son yolculuğumuzu gün ışığında tamamlarız."
Sesir öfkeyle ağzını açtı ama bir şey söylemeden az önce oturdukları yere çöktü. Birkaç saat sonra akşam olmuştu. Bu süre zarfında askere Ante'yle aramda geçen son konuşmadan bahsetmiştim. Bana yine kimseye güvenmem gerektiğini söylemişti. Askere göre Ante bana yardım etmiyordu. Kendi çıkarları için yardım ediyor gibi görünüyordu. Bundan emindi.
Gün ışığı kendini karanlığa emanet ederken, Abella uyandı. Gözlerini açar açmaz gördüğü ilk şey ne yazık ki Anne'in moraran cesediydi. Çığlık çığlığa ağlamaya başladığında onu sakinleştirmek hiç kolay olmamıştı. Sürekli Corla'yı sormuş, öldüğü gerçeğini şiddetle inkar etmişti. Onu kendine getirmek için attığım tokadı aslında kendime de indirmiştim. Sonrasında hapsolduğu sessizlik ise bir kabulleniş değil, zihninin kalkan yaptığı şok haliydi. Hayatı boyunca yaşayıp yaşayabileceği en tarifsiz acının şokunu yaşıyordu Abella... Bunu iyi biliyordum.
Yaklaşık bir saattir yürüyorduk. Son tılsıma yaklaştığımızı Talar'ın dikkatli hareketlerinden anlamıştım. Ante ile ulaştığımız en yüksek mertebeyi geride bıraktığımızı anladığım gibi... Yine ağaç görmüyordum. Tek tük olanlar ise bizden çok uzakta kalmışlardı. Talar sıklıkla silahı bize doğrultup gözdağı veriyordu. Öte yandan her kar yığınını tekmeliyor, her buz kütlesini dikkatle inceliyordu. Asker ile arka arkaya yürürken, yanımda yürüyen Abella'ya sokuldum. Titriyordu, tıpkı benim gibi ağzını her açtığında dişleri birbirine vuruyordu.
"Bana bir şey söyle. Abella, bana bak ve b-bir şey söyle."
Uyandığından beri ilk kez tepki vererek, gözlerini yan bir bakışla bana çevirdi. Mavi gözleri kıpkırmızı kesilmişti ve şimdi acısının yanında kızgınlık da vardı.
"Sizin yüzünüzden, hepsi sizin yüzünüzden oldu."
"Abella..." Ne diyecektim, ne diyebilirdim? Kendince haklıydı. Başımızda büyük bir bela olduğunu bile bile onların yanına gitmiştik. Onların da yaşadıklarımızın aynını yaşamalarına neden olmuştuk.
"Kes sesini!" Yürümeye bir son verip kollarıma yapıştı. "Neden yanımıza geldiniz! Neden bizden uzak durmadınız. Düştüğünüz çukurda kendinize ortak aramak zorunda mıydınız, ha! Anne sizin yüzünüzden öldü." Sesi titredi. "Corla, ah yüce tanrım, sevgilim sizin yüzünüzden öldü."
Başımı büyük bir suçluluk duygusuyla önüme eğerken, askerin sesini duydum.
"Abella, onlardan önce bizi bulan başka biri vardı," Bakışlarını durup bizi izleyen Beki'ye götürdü. "Biz o çukura onlar gelmeden önce düşmüştük."
Abella'nın elleri kollarımdan kayıp yanına düştüğü an gözyaşlarına boğuldu. "Buraya gelmemeliydik, buraya hiç gelmemeliydik."
Burnumun ince ince sızladığını hissettim. Onu öyle iyi anlıyordum ki... Günce'yi kaybettiğinde ben de böyle söylemiştim. "Buraya gelmemeliydik."
Sesir'in önündeki kar topluluğuna tekme atmasıyla kar taneleri başımızdan aşağı yağdı. "Kadın kavgası izlemek istiyoruz gibi mi duruyor? Sesinizi kısıp yürümeye devam edin!"
"Gebermen için dua edeceğim," diye bağırdı Abella.
Sesir'in cevabı iğrençti. "Ben de bu iş bittiğinde seninle sevişmek için, güzelim."
Abella'ya susmasını işaret ederek arkama aldım. O sırada Talar'ın metrelerce öteden sesi geldi.
"Vay canına! Kalıbımı basarım ki son tılsım burada!"
O tarafa baktığımda gördüklerime inanamadım. Devasa bir ağaç tam karşımızda dikiliyordu. Hayatım boyunca hiç görmediğim kadar hacimliydi ve kalın dallarında tek bir kar tanesi bile yoktu. Beki ve Sesir hızlı adımlarla Talar'ın yanına giderken asker bize döndü.
"Şimdi beni iyi dinleyin. Burada birazdan büyük bir kargaşa çıkacak," Anne'i göğsüne bastırarak konuştu. "Karımı asla onlara veremeyeceğim."
"Seni öldürürler asker."
"Bu umrumda mı sanıyorsun? Karımı onlara vermeyeceğim. Canım pahasına..."
Ona yaklaştım. "Ne yapacağız?"
Soğuktan kızaran esmer burnunu çekerek, "Kaçacaksınız." dedi. "Kargaşa başlandığı an Abella'yı alıp buradan gideceksin."
Boynumu büktüm. "Buna izin vermezler."
"Tanrı bize yardım edecek Pera."
Artık buna inanmadığımı söylemek istedim. "Tamam, dediğin gibi olsun."
Talar'ın sesiyle birbirimizden uzaklaştık ve yanlarına gittik. Sesir ve Beki ağacın etrafında dönerek, tılsımın nerede olabileceğini anlamaya çalışıyorlardı. Talar'ın silah tutan elinde harita vardı, pür dikkat inceliyordu. Birkaç dakika sonra gözlerini haritadan kaldırıp Abella'ya çevirdi.
"Buraya gel."
Abella yerinden kıpırdamadı.
"Buraya gel dedim."
Asker "Ondan ne istiyorsun?" diye sordu.
Talar cebinden bıçağını çıkardığında, Abella korkuyla sırtıma yapıştı.
"Onu buraya gönderin, yalnızca saçından bir tutam keseceğim."
Asker itiraz edecekken, Talar kollarındaki Anne'i işaret etti. "O halde karının saçlarından bir tutam ver."
"Hayır," dedim ona doğru birkaç adım ilerleyerek. "Benim saçımı kes."
Talar koca bir kahkaha patlattı. "Benim cesur bebeğim. Üzgünüm, saf kan bir yahudi değilsin."
"Ne saçmalıyorsun Talar? Yanına geleceğim, benim saçımı kes."
"Elbette," diye konuştu memnuniyetle. "Yanıma gelmeden mutluluk duyarım. Ancak bana arkandakinin saçı gerekiyor."
Asker sert bir sesle "Bıçağı bize yolla," dedi. "Abella'nın saçını Pera kessin."
Talar'ın kaşları alayla çatıldı. Sonra beni işaret etti. "O kız sandığın kadar masum değil. En son elinde bıçak gördüğümde, bizden birinin sırtını deşmişti."
Bizden biri... Bunu aklımdan çıkarmamalıydım. Ante, onlardan biriydi.
Asker ile birbirimize baktık. İkimizde söylediklerini yapmaktan başka çaremiz olmadığını biliyorduk. Eğilip ayak bileklerimdeki ipi çözdüm.
"Abella..." dedim şefkatli bir sesle. "Yanında olacağım."
Ona döndüğüm sırada başını sallıyordu. "Hayır, hayır lütfen."
"Seninle birlikteyim, söz veriyorum."
Koluna girip kendimle birlikte yürüttüm. Çok korkuyordu, biliyordum ki titremesi yalnızca soğuktan değildi.
Talar elini Abella'nın omzuna attı. Abella çığlık atarak geri çekildi.
"Yalnızca saçını keseceksin, ona dokunma!"
"Emredersin ufaklık." Bakışları bedenimde gezindikçe suratına kusmak istedim. "Hadi, bana onun saçlarını yaklaştır."
Abelle'nın omuz hizasındaki sarı saçlarından ince bir tutamı avuçlayarak Talar'a uzattım. Bunu yapmak zorunda olmak berbat hissettiriyordu. Talar bıçağı saçlarına değdirdiği an Abella "Bırak!" diye bağırdı. Ne olduğunu anlamadan dirseğini Talar'ın suratına indirdi ve koşmaya başladı. Talar'ın inleyerek tuttuğu burnundan kanlar akıyordu. O durumda bile silahının kabzasını kaşıma indirerek beni yere düşürmeyi başarmıştı. Canımın acısıyla kaşımdaki sıcaklığa dokundum. Parmaklarım kana bulanırken, düştüğüm yerden Anne'i gördüm. Bedeni yere bırakılmıştı.
"Kaç!"
Asker bunu söyledikten yalnızca bir saniye sonra Talar'ın eline tekme atarak silahını düşürdü. Sesir silahını kaldırdı, üzerine gelen askere doğrulttu ve ateşledi. Asker usta bir hamleyle kendini ittiğinde kurşun koluna saplandı. Asker durmadı. Sesir’in üzerine atladı ve silahı bir kez daha ateşlemesine müsade etmeden kafasını
onun suratına gömdü. Sesir yere savrulurken, Abella'nın sesi duyuldu.
"Durun!"
Bakışların ona çevrildiği an kısa bir sessizlik oldu. Abella'nın başında bir silah vardı. Silahı tutan Beki'ydi.
Lanet olsun.
"Ne dersiniz? Bence şeytan bizden yana."
Talar burnundaki kanı parmaklarıyla sıyırıp attı. Yerden silahını aldı ve kabzasını bu kez askerin ensesine indirdi. Asker olduğu yere yığıldı. Olanları yine buzlu bir camın arkasından izliyordum. Burada değilim, burada değilim. Bunu içimden sayısız kez tekrar ettim. Burada değilim. Talar Beki'nin yanına gitti. Abella'nın saçlarından büyük bir tutam kesti. Geri dönüp tutamı ağacın dibine bıraktı ve Anne'i kucakladı. Onu ağacın önünde havaya kaldırdı, gözlerini kapattı ve bir şeyler fısıldadı. Sert bir rüzgar dalları üzerimizde sallarken, Anne'in bedenini kavuktan içeri itti. Fısıldamaya devam etti, kuvvetli bir rüzgar daha esti. Dallar bir kez daha sallandı ve önüme bir şey düştü.
Bu, kırmızı saplı kırık bir aynaydı.
Bu, son tılsımdı.
"Şuna bak," Sesir düştüğü yerden aynaya baktı. "Başardık kardeşim."
Talar son tılsıma doğru yürümeye başladı. "Başardık, kardeşim."
Talar ile aramızda yarım metre bile yoktu. Tam ortamızda duran tılsıma hayran gözlerle baktı. Eğildi ve sapından tuttu. Aynı anda çarpılmış gibi titreyerek geri çekildi.
"Siktir!" diye inledi avucuna bakarak. "Tılsım ona dokunmama izin vermiyor!"
Sesir emekleyerek yanımıza geldi ve tılsıma uzandı. O da tıpkı Talar gibi acıyla geri çekildiğinde, çekik gözleri dolu doluydu. "Ne yapacağız?"
Talar şeytani bakışlarını üzerime çevirdi. "O dokunsun."
Dizlerimin üzerine çıktım. " Hayır!"
"Sana seçenek sunmuyorum. Şimdi tılsımı eline al."
Ona itaat etmeyeceğimi anladığında, silahını askere doğrultu. "Al onu. Tekrar etmeyeceğim."
Askeri gözünü kırpmadan öldüreceğini biliyordum. Onu riske atamazdım. "Tamam," dedim çaresizce. "Alacağım."
Gözlerimi kapattım ve ikircikle tılsıma elimi uzattım. Korktuğumun aksine beklediğim gibi olmadı. Sıradan bir nesneymiş gibi rahatlıkla kavrayarak yerden aldım. Çerçevesi ve üçgen sapı kan kırmızı rengindeydi. Kırık parçalarından yüzüme bakmak istedim. Ancak aynayı kendime tuttuğumda gördüğüm yüzüm değil, kıpkırmızı bir ayın yansımasıydı.
Ellerim titremeye başladı. Talar bunu fark ederek "Sakın elinden bırakma!" diye emretti heyecanlı bir sesle. "Aradığımız kız sen misin, Pera?"
Zirveye baktım. Dokunabileceğim kadar yakın görünüyordu. "Hayır, o ben değilim."
"Bunu çok yakında bizzat öğreneceğim." İması kanımı dondurdu. Aklımdan geçenlerin ihtimali ölümden çok daha kötüydü.
Yanımdan geçip gitti ve Sesir'in kalkmasına yardım etti. "Toparlanalım, son bir işimiz kaldı. Ante'yi bulmalıyız."
Ante'yi bulmak istiyorlardı. Çünkü ihtiyaçları olan son tılsım ondaydı. Peki ya, Ante neredeydi?
Ayağa kalktım. Soğuk burnumun içini yaktı, gözlerim karardı. Bedenim titremekten yorgun düşmüştü. Takatimin son raddesindeydim. Bir an sonra askerin kıpırdadığını fark ettim. Küçük adımlarla yanına yürüdüm. Son tılsım parmaklarımın ucunda sallanıyordu. Abella'ya baktım, bunu o da fark etmişti. Beki silahı Abella'dan uzaklaştırmıştı ama hala elindeydi. Talar'ın silahı da Talar'daydı ama Sesir'in silahı Sesir de değildi.
Asker gözlerini açmadan, "Köprüden önce son çıkış," diye fısıldadı. Aynı anda Abella'ya baktık. Bu acımasız oyunda ilk defa birini kurban edecektik. Bunu dile getirmedik ama ikimizin de gözlerinden geçen acı gerçek buydu. "Saat üç yönünde bir silah var. Hazır mısın?"
Gülümsedim. "Hazırım asker."
"Hey! Uyandı mı o piç?"
"Uyanmamış olmasını tercih ederdin," Başımı sola çevirip bağırdım. "Abella eğil!"
Derin bir nefes alacak kadar vaktim olmadı. Tılsımı pantolonuma sıkıştırdım. Kendimi yere atarak silahı aldım. İki elimle sıkıca tuttum ve ikizlere çevirip tetiğe yüklendim. Gözlerimi kapatıp ardarda ateş ederken bedenim asker tarafından ağacın arkasına çekildi. Silah ellerimin arasından kayıp gittiğinde, karşı taraftan gelen kurşunların kimisi bizi koruyan ağaca saplanıyordu. Kimisi de kulağımın dibinden geçip gidiyordu. Sırtımı ağaca yaslayarak ellerimi kulaklarıma kapatmıştım. Kurşun takviyemiz olmadığı için asker gerekmedikçe ateş etmiyordu.
Abella'ya baktım. Ölmüştü. Öylece, oracıkta ölmüştü.
Gözlerimden akan bir damla yaş Abella'nın masum ruhunun peşinden gitti. Ellerimi acıyla göğsüme bastırırken, kalbime karanlık bir mezar daha kazıldı. Ve azrail fısıldadı. "Sıra sende..."
Kurşun sesleri arttı, arttı, arttı. Sonra birden kesiliverdi. Askere baktım, siyah saçları terli alnına yapışmıştı.
"Kurşunları bitti."
"Bıçakları var."
"Baş edebilirim."
"Ama..." Yarasından akan kan tüm sol kolunu kaplamıştı. "Yaralısın."
"Ben bir askerim," dedi güçlü sesiyle. "Bu aldığım ilk yara değil. Kurşunumuzun bittiğinden emin olamazlar. Ben bu taraftan silâhı uzatağım. Aynı anda ne durumda olduklarına bak ve bu sadece yarım saniye sürsün."
"Tamam."
Silahı ağacın sol tarafından uzattığında başımı sağ taraftan eğerek onlara baktım.
"Beki ve Sesir yerde yatıyor! Yaralılar! "
Telaşla ayağa kalktı. "Ya diğeri?"
Ayağa kalkmak için elimi ağaca yasladığım sırada boynumda soğuk bir acı hissettim. Sırtım geniş bir gövdeye dayandı. Bu çirkin nefesi tanıyordum.
Asker boş silahı Talar'a doğrulttu. "Bırak onu!"
"Lanet olsun!" diye bağırdı kulağımın dibinde. "Bu tarafta sen olmalıydın dostum."
Bedenimi askerden yeterince uzaklaştırıncaya kadar geri çekti. Durduğumuzda onu gördüm, Ante'yi. Burada, karşımdaydı. Yutkunmak istedim ama boğazımdaki bıçak buna izin vermedi. Gözlerindeki öfkeye ve çatılan kaşlarına baktım. Uzun bacakları bir vida gibi kara saplanmıştı. Geniş omuzlarının arasında tuttuğu tüfeğini ise Sesir'e doğrultmuştu.
"Onu bırak Talar. Bırak yanıma gelsin."
Sesindeki tını bizi hapseden efsanevi dağları üşütecek kadar soğuktu. Soğuk, sert ve güçlü.
Talar hırıltılı bir nefes verdi. "Benim hain kardeşim, hoşgeldin." Bıçağı boynumun üzerinde kaydırdığında, tenimde açılan kesiğin acısıyla bağırdım.
Beni öldürecekti. Biliyordum, gözünü bile kırpmayacaktı. Günce gibi, Nick gibi, Corla ve Abella gibi... Tanrım, Anne gibi beni de öldürecekti. Korkuyla bana sardığı koluna tırnaklarımı sapladım. Bıçağı boynuma açtığı kesiğe bastırdı. Acıyla inlediğim an beni yukarı çekti. Parmak uçlarım yere zorlukla değiyordu. Kendimi bıraktığım an bıçak tenimde bu kez onulmaz bir kesik açacaktı.
"O lanet bıçağı kızdan uzaklaştır Talar." Sesinin rengi koyulaşırken, bakışları mümkünmüş gibi biraz daha karardı "Bırak onu!"
Talar rahattı. Tüfeğin ucundaki Sesir'den, hareketsiz yatan Beki'den, çaresiz askerden ve ölü Abella'dan daha rahattı.
"Pekala, bana onu bırakmam için bir sebep söyle."
Tükürür gibi konuştu. "Seni öldürürüm."
"Evet, son tılsımı da bulduğumuza göre içimizden birinin gebermemesi için bir sebep yok."
Ante namluyu Sesir'in şakağına dayadı. "Kesinlikle, kardeşinden başlamama ne dersin?"
Talar'ın kolları kasıldı, artık nefes almakta güçlük çekiyordum. Ağır ağır yutkunduğunu duydum. "Kızın boğazını kesip önüne atarım. Bunu görmek ister misin?"
Ante'nin tüfeği tutan ellerine baktım. Öyle sıkı tutuyordu ki, boğumları beyazdan griye çalmıştı. Şakaklarındaki damarların şiştiğini fark ettim. Çene hattı ise daha önce hiç görmediğim kadar keskindi. Benim aksime, o bana hiç bakmıyordu. Hedefine kilitlenmiş bir avcı gibi keskin bakışları sürekli Talar'ın üzerindeydi.
"Bunu yapmayacaksın. Seni son kez uyarıyorum. Hemen onu bana gönder."
"Elbette. Onu elbette bırakacağım ama bunun karşılığında senden iki küçük isteğim olacak."
Ante sabırsızca gözlerini kapattı. Sabrının son demlerindeydi. Kendine hakim olamaz da Sesir'in kafasını uçurursa, Talar bir saniye bile beklemez canımı alırdı.
"Ne istiyorsun?"
"Basit," diye konuştu lakayt bir sesle. "Sesir'i bırak, ilk isteğim bu."
"Sonra?"
Talar bıçağın ucunu boğazımda gezdirmeye başladığında, dizlerim titriyordu. "Sonra... Sonra..."
"Bana bak ahmak, oyun oynamayı kes ve ne istediğini söyle!"
Talar acımasızca güldü.
"Pekala, söyleyeceğim. Ne yazık ki kabul etmeyeceksin ve bu güzelliğe yazık olacak. Yine de, teklif tekliftir." Sinir bozacak yavaşlıkta, sesli bir nefes verdi. "Kızı istiyorsan sendeki tılsımı da bana vereceksin. Seçimi yap, Ante. Kızın hayatımı, tılsım mı?"
Akıbetimi fısıldayacak olan dudaklarına baktım. En son gördüğümde kırmızı ve yaralıydı.
"Kız senin olsun. Diğer tılsımları da bana ver."
Canın cehennem Ante!
"Aslına geri dönmen ne hoş! Bir an kıza aşık olduğunu düşünmüştüm."
Gözlerim yine kararmaya başladı. Bu sefer ki geçici değildi.
"Saçmalamayı kes, böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyorsun. Sadece, onu öldürmen aptallık olur, elimizde başka kız kalmadı."
Askerin onun hakkındaki sözleri zihnimi tekmeledi. Haklıydı. Yine de titreyen bedenimi yere bırakmadan önce duyduğum son ses, yine onun sesiydi.
"Tüfeğimi alabilirsiniz. Bir ateş yakıp yaralılarımıza bakacağım."
❄
Kendime geldiğimde dar bir çadırın içindeydim. Üzerimde sadece iç çamaşırlarım, başımda nereden geldiğini bilmediğim bir bere vardı. İçerideki loş ışığın sebebi dışarıda yakılan ateşin yansımasıydı. Bir süre yalnızca nefes alarak çadırın tavanını izledim. Başka bir şeye yetecek kadar gücüm yoktu. Kendimi gözleri açık bir ölüden farklı hissetmiyordum. Biraz şansım olsa Günce'nin yerinde olurdum. Anne'in, son olarak Abella'nın yerinde... Bu dünyaya ait olmayan dört adamın pençesinde değil, onların kötü niyetlerinin, eziyetlerinin, korkunun pençesinde değil... Yalnızca basit bir ölümün kucağında olurdum.
Çadırın fermuarı açılmaya başladığında gözlerimi kapattım. Onlardan birini görmek şu an isteyeceğim son şey bile değildi. Biri içeri girip fermuarı kapattı. Yarı çıplak ve savunmasızdım ama hissedebileceğim herhangi bir duygu yoktu. Sanki gücüm gibi hislerim de kundaklanmıştı. Biri yaklaştı. Tuzlu su ve sedir ağacı kokusu harmanlanarak ciğerlerime doluştuğunda, içeride kiminle yalnız olduğumu biliyordum. Su sesi duydum. Nereden geldiği hakkında bir fikrim yoktu ama damlaların suyun yüzeyiyle buluşarak çıkardığı o pürüzsüz ses ninni gibi geliyordu.
"Sakin ol, sana bakmıyorum."
Neden sakin olmam gerektiğini sadece birkaç saniye sonra bedenime değen ıslak bir bezin varlığıyla anladım.
"Hipotermiye girdin," dedi yavaşça. Uyumadığımı biliyordu. "Bedeninin ısısını yüksetmek kolay olmadı."
Nemli bez bacaklarımda gezinirken, akan ılık su damlaları bacaklarımın arasına süzülüyordu.
Gözlerimi usulca açtım. Ante söylediği gibi bana bakmıyordu. Gözleri kapalıydı. Ama ben ona bakıyordum.
"Daha önce bir kadının dudaklarından ne kadar yalancı bir adam olduğun gerçeğini duydun mu?"
"Hayır. Çünkü daha önce ne sana, ne de başka bir kadına yalan söylemedim."
Montu yoktu. Gövdesini saran sadece siyah bir kazak vardı. Beresi yoktu. Kafamdaki berenin ona ait olduğu gerçeği benim için bir anlam ifade etmiyordu.
"Bana söyledin."
"Söylemedim."
"Söyledin. Sen... teslim oldun!"
Gözlerini açtı. Bakışlarımız iki ayrı gök taşı gibi birbiriyle çarpıştı. "Senin için oldum!"
Beresini başımdan çıkarıp attım. "Sana güvenmemeliydim!"
Kaşları gerildi. "Kime güveneceksin? Peşinden gelmeyen Nicolas'a mı?"
"Yeter!" dedim doğrularak. "Çık dışarı."
Beni dinlemedi. Bezi bacaklarından ayırdı ve yeniden suya sokup sıktı. "Uzan, gövdeni sileceğim."
Ellerimi yere bastırdım. "Senden bunu istemedim. Ayrıca beni kim soydu!"
"Sence?" Bakışları bir bıçağın keskin yüzü gibi bakışlarıma saplandı. "Sence seni başka birinin soymasına izin verir miyim?"
Nedensizce bakışlarımı ondan kaçırıp yerime yattım. Bezi bu kez karnımda dolaştırmaya başladığında, içine düştüğüm duygunun adı zihnimde yanıp sönmeye başladı. Utanç! Ondan utanıyordum.
"Giyinmek istiyorum," Sesim oldukça kısıktı. "Kıyafetlerim nerede?"
Cevap vermedi ve bedenime bakmadan özenle silmeye devam etti.
"Giyinmek istiyorum, önünde daha fazla..."
"Daha fazla?" diye sordu. "Beni tahrik ettiğini mi düşünüyorsun?"
Ah, hayır. Söylemek istediğim bu değildi. Ama bu söylediğine tuhaf bir şekilde alınmıştım.
"Ediyorsun," dedi bezi göğüslerime ilerleterek. Verdiğim nefes orada, elinin altında donup kaldı. Avucunu bezin üzerinden göğsümün tam ortasına yasladı. "Ama sana ne kendim dokunurum, ne bir başkasının dokunmasına izin veririm."
"Neden?" Bakışlarımı onunkilerden ayıramadım. Çok istediğim halde bunu yapamadım.
Yaklaştı. Kalp ritmim avucunun içinde hızlanmaya başlarken, dudakları çarpık bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Kalbin, yavru bir kuş gibi çırpınıyor. Tam burada," Elini bastırdı ve biraz daha yaklaştı. Şimdi soluklarımız birbirine karışıyordu. "Avucumun altında, hissediyor musun?"
Zorlukla bir kez daha sordum. "Neden?" Elini itmek için kazağının üzerinde üzerinden bileğini kavradım. "Neden izin vermezsin."
Beni bir kez daha cevapsız bırakmasını umursamadım. Zira bana bu kadar yakınken, aklımda çok başka bir şey vardı. Bileğindeki parmaklarımı sıktım, diğer elimi saçlarına götürdüm ve asi tutamlarına dokundum.
"Sen kutsalsın Mihrimah. Sen dokunmaya kıyamayacağım kadar masumsun."
Daha fazlasını okumama izin vermeden geri çekildi. Okuduklarım beni öylesine afallatmıştı ki, elim bir sürede havada asılı kaldı.
"Okudun, değil mi?"
"O-okudum."
Bezi suyun içine bıraktı ancak geri çekilmedi. Ellerini başımın iki yanına koyduğunda kalbim göğüs kafesimi parçalamak üzereydi. Eğildi ve burnunu çok yavaş bir hareketle benimkine sürttü.
"Bunu yalnızca sen yapmıyorsun," Yere dağılan soğuk kumral saçlarımı yakaladı ve parmağına doladı.
"Neyi?"
Tanrım, içimin titremesine nasıl engel olacağım? Ona bakarken nerede olduğumu unutmama nasıl engel olacağım?
"Neyi?" Hızla inip kalkan göğsüm göğsüne çarpıyordu. Dudaklarımız aynı anda aralandı ama kimse bir şey söylemedi. Başını yana yatırdığında, esmer tenindeki kirli sakalları yanağımdaydı. Acıyla inledi ama yine çıplak tenime dokunurken, geri çekilmedi.
Tanrım, onu nasıl kendimden uzaklaştıracağım?
Dudakları kulağıma fısıldadı ve beni alaşağı etti.
"Engel olamayacağız, ay parçası."❄️
Doktoru olduğunuz hastaneye getirilen yaralı mafya lideri çocukluk aşkınız çıkarsa...
Ve siz de onu öldürmek için tutulan bir seri katilseniz...Her çarşamba yeni bölüm yuklediğim yenu hikayem ATEŞTEN KÜLE de buluşalım 🕯
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"
FantasyPera, arkadaş grubuyla kış kampına katılırken, içinde tarifsiz bir huzursuzluk kol geziyordu. Avrupa'nın en yüksek dağı Mont Blanc'un karlı etekleri, kızıl granitleri, sivri buzulları ve göz alıcı zirvesiyle birlikte bir sürprizi daha vardı. Büyü...