Acıyla beslenen kalp intikam balçığıyla sıvanırken, yeşeren ölüm fideleri sahibinin boğazına dolanıyordu.
Bir gece dehşetle tanışan ruhum, o gecenin sabahında kana bulanmıştı.
Bakışlarım yere düştü.
Gördüklerim mantığımı taşla ezerken, bunun nasıl olabildiğini kendime izah edememek zihnimi kemiriyordu.
Bıçağı sırtına saplamanın etkisiyle parmaklarım kabzadan kaydı ve bıçağın etrafına, deştiğim tenine dayandı. Onu yaraladığım yere şuursuzca dokundum. Ante, kaya kadar sert olan sırtına saplanan çakıyla birlikte kaskatı kesiliverdi. Kalakaldım. Karın üzerine damlayan siyah kan katreleri düşüncelerimi tepetaklak etmişti.
Beyaz kar onun kara kanıyla mühürlemişti!
Ante, Nicolas'ın boğazına sarılan ellerini yanına düşürürken, Nicolas, bedenini külçe gibi arkasındaki ağacın dibine yığdı. Düştüğü yerden yükselen öksürük sesleri kulağımda uğulduyordu. Ante'nin yüzü hızla benden tarafa çevrildi. Korkuyla elimi geri çekeceğim sırada parmakları bileğimi sardı, eş zamanlı olarak cehennemi mesken tutan gözlerini gözlerime kenetledi.
Yüzüne baktım, acı çekiyor gibi görünmüyordu. Hatta ona vurduğum darbeden etkilenmemiş gibiydi. Bileğimi ağır ağır ters istikamete çevirirken, istemsizce dizlerimi kırdım ve bu, onun önünde biraz daha küçülmeme yol açtı. Korkuyordum, acıyan canım ise kesik kesik inlememe sebebiyet veriyordu. O, öfkeliydi! Kasılan çenesi ve çenesinde seğiren birkaç kas benimle dalga geçercesine görüş açımı süslüyordu.
"L-lütfen." diyebildim yalvarmaktan uzak, temenni eden bir sesle.
Durdu. Ancak hala canım yanıyordu. Parmakları bileğime azımsanmayacak bir kuvvet uygularken, yüzünü yüzüme yaklaştırdı.
"Sen, sen az önce ne yaptın?"
Gözlerimi öfkeli çehresinden ayırmak istesem de başarılı olamadım. Öte yandan sırtında bir bıçak varken karşımda böyle heybetle dikilmesi algılarımı şoke ediyordu.
Aklıma ilk geleni söyleyerek, "Özür dilerim." diyebildim. "İsteyerek yapmadım. Lütfen, bırakın bizi."
Bakışlarımı kızların çığlıklarını yükselttiği noktaya çevirdim. Beki onları çadıra sürüklerken, deli gibi çırpınmaya başlamışlardı. Günce'nin açık sarı, kıvırcık saçları ıslak yüzüne yapışmıştı. Kıpkırmızı kesilen suratını aramıza giren metrelerce mesafeden seçebiliyordum. Alice ise Beki'nin tutuşundan kurtulamamanın öfkesiyle pembe beresini çıkarıp yere fırlattı ve omzuna uzanan sarı saçlarını çekiştirmeye başladı. Ondan haz etmiyordum fakat bunu görmek oldukça hazindi. Beki öyle güçlüydü ki, Günce ve Alice kuvvetle çırpındıkları halde çadıra girmekten kurtulamamışlardı. Nick yerde hareketsiz yatmaya devam ederken, Nicolas düştüğü yerde kendine gelmeye çalışıyordu. Fiziksel olarak acı çıktığı öyle belliydi ki, bir an içimin acıdığını hissettim. Talar ve Sesir'in erkek arkadaşlarımıza yaklaştığını gördüğüm an telaşla Ante'ye döndüm. Sözlerimden başka silahım yoktu.
"Biz size hiçbir şey yapmadık." Başımı çaresizlikle iki yana salladım. "Bunu neden yapıyorsunuz!"
Çevresindeki öfkenin yavaşça silindiğine şahit olurken, bileğimdeki tutuşu bolardı. Cevap vermiyordu. Dudakları aralanıyordu fakat tek bir kelime bile bağışlamıyordu bana.
"Seni lanet piç kurusu! Hemen onu bırak!"
Nicolas kendisine ulaşmak üzere olan Talar'a rağmen zorlukla ayaklandı ve Ante'nin koluna yapıştı. Beresi kafasından çıkmış ve kumral saçları alnının üzerine dağılmıştı. Nicolas uzun boylu bir adam olmasına rağmen Ante'nin iri yapısı onu bile gölgede bırakıyordu. Bu manzara korkmama sebep oldu. Nicolas'a zarar gelsin istemiyordum. Alice'i aramaya gittikleri o uzun zaman dilimini üşümüş ve aç geçirdiklerini tahmin etmek zor değildi. Titriyordu, buna şahit olduğumda kendi bedenimin de titrediğini fark ettim. Ateş çoktan sönmüştü ve Mont Blanc'un buz gibi havasına karşı savunmasızdık.
"Benim kim olduğumu bilmiyorsunuz! Adım Nicolas Deton. Ülkenin ileri gelenlerinden Deton ailesinin mensubuyum." Nicolas yorgun yeşillerini keskinleştirerek kimliğini açık ederken, Ante'yi benden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ancak o, yerinden milim oynamıyordu.
"Sizi temin ederim baylar, Fransa size mezar olacak! Bunları ödeye...-"
Sözlerini tamamlayamadan Ante ona doğru döndü ve birkez daha kafasını Nicolas'ın suratına gömdü. Attığım çığlık Nicolas'ın acı nidasına karışırken, Ante kaldırdığı işaret parmağını yere düşen erkek arkadaşımın üzerinde salladı.
Sesi siyahın en tehlikeli tonunu giyinmişti. "Sakın bir daha beni tehdit etme. Bundan hiç hoşlanmam." Talar'a Nicolas'ı almasını işaret etti. "Onlar için gerekli ısıyı sağlayın."
Talar aldığı emri başıyla onaylarken, bana uzanan bakışları sinsice kısıldı.
"Onu da götüreyim mi? Üşümüşe benziyor."
Ante bana ifadesiz bir bakış bıraktı ve Talar'a daha da korkmamam sebep olacak bir yanıt verdi. "Onunla işim var."
Evet, sanırım şimdi kendim için endişelenebilirdim.
Talar, montunun ensesinden yakaladığı Nicolas'ı bir çöp gibi ayağa kaldırdığı an onlara doğru atıldım.
"Nico! Nico kendine gel!"
Nicolas'a ulaşmak isterken, göğsüme yapışan güçlü kollar önümde bariyer oldu. Ante bana izin vermemişti. Oysa Nicolas'ın yanında olmak ve onun yaralarını sarmak istiyordum. Çırpınmamın bir işe yaramayacağını, yalnızca gücümü sömüreceğini biliyordum. Yine de hareketsiz kalmak, ona karşı koymamak zoruma gitmişti. Ante benimle göz teması kurmadan kolunu göğsümden ayırdı. Ardından beyaz kabanımım omzunu kavradı ve yönümü boş olan çadıra çevirdi. Oraya gitmemi istiyordu. Benden uzaklaştırılan Nicolas'a baktım. Yarı baygın halde diğerlerinin olduğu çadıra götürülüyordu.
"Bana ne yapacaksın?"
Önüme geçti, sırtında asılı duran çakıyı görerek dudaklarımı birbirine bastırdım. Tanrım! Korkunç bir manzaraydı bu. Siyah montu kanının rengini gizliyordu ancak ıslaklık tüm sırtını kaplamıştı.
"Şimdi yürü,"
İlerleyen adımları, onu takip ederek itaat etmemi bekliyordu. Kısa sürede benden uzaklaştı. Titreyen kanlı parmaklarımı ceplerime sokarken, buraya geldiğimiz yöne baktım. Montenvers istasyonu çok yakındaydı, koşabilirdim. Şu an herkes metrelerce uzağımdaydı ve yakalanmama ihtimalim yüksekti.
"Aklından geçeni sakın gerçekleştirme. Seni yakalarım. İşte o zaman sürüklenerek bu çadıra girmek zorunda kalırsın."
Omuzlarım olanların ağırlığıyla çöktü. “Bunu neden yapıyorsunuz?”
Bana dönmedi, bakma bile. Sadece durdu. Durdu ve öylece bekledi.
“Neden!” diye sordum, bir kez daha. “Biz kimseye zarar vermedik, kimsenin canını yakmadık.” Göğsüm kırık bir bir nefesle inip kalktı. “Kimseyi incitmedik.”
Başı omzunun üzerine döndüğünde, çehresini sol kısmını görebildim. Gözlerim hırslı bir dedektif gibi onda bir şeyler arıyordu. “Bu doğru değil. Kimse can yakmadan son nefesini vermez.”
Haklıydı. Ancak onda bulmak istediğim cevap bu değildi. “Söylemeye çalıştığım bu değil. Kimsiniz siz? Neden bize bunu yapıyorsunuz?” Aklımdan geçen kısa ihtimaller yönümü şaşırtıyordu. Birer kaçak olabilirler miydi? Ya birer katil! “Söyle.”
“Çok konuşuyorsun.”
“Sadece bir cevap arıyorum.
Yeniden önüne döndü. Bu, beni istediğim cevaptan mahrum edeceğini gösteriyordu. “Bulmak istediğin cevap seni çıkışa götürecek mi? Götürmeyecek. O halde sus ve yürü.”
Güçlü sesi aramızdaki mesafeyi aşarak bana ulaştığında, tereddütle ona doğru ilerlemeye başladım. Ondan korkuyordum fakat diğer adamların arkadaşlarıma yapacaklarından daha fazla korkuyordum. Ante yanına gitmemi beklemeden çadıra girdiğinde dışarıda yalnız kaldım. O an aklıma gelen şeyi yapmak için sadece saniyelere sahiptim. Dizlerimin üzerine çöktüm ve seri hareketlerle közün yanındaki gıda çantasına ulaştım. Ön gözden çıkardığım kapalı telefonumu kabanımın geniş cebinden içeri bıraktım. Bunu yaparken kalp atışlarımı boğazımda hissetmiştim. Derin bir nefes alarak soğuk havayı ciğerlerime gönderdim. İçeride onunla karanlıkta kalmamak için çadırın örtüsünü aralık bırakarak girdim.
Her şey bıraktığım gibiydi. Onunla burada yalnız kalmanın yarattığı tedirginlikle bakışlarımı kademeli olarak Ante'ye çevirdim. Dakikalar önce Günce ile uyuduğumuz yerde duruyordu. Montunu çıkarmıştı, üçgen biçimindeki sırtı bana dönüktü. Üzerinde siyah, boğazlı bir kazak ve siyah beresi vardı. Bacaklarını saran siyah pantolunu kalın bir kemerle beline sabitlenmişti. Baldırlarındaki kas çıkıntıları pantolunun altından rahatlıkla göze çarpıyordu.
"Yaklaş." diye buyurdu, tok bir sesle.
Açtığım avucumu pantolonumun kalın kumaşına sürterken, isteksiz bir adım attım.
Aramızdaki mesafeyi beğenmemiş olacak ki yineledi. "Yaklaş."
Tanrı aşkına, bu adam benden ne istiyordu! Onun emirlerine itaat etmek yerine buradan arkama bile bakmadan kaçmak istiyordum.
Zoraki birkaç adım daha atıp tam arkasında durduğumda, sırtındaki çakıyla burun buruna gelerek nefesimi tuttum.
"Manzara hoş olmasa gerek," diye konuştu bu kez, kalın sesinde alay vardı.
Ona ne söyleyeceğimi bilmeyerek alt dudağımı dişlerimin arasına aldım.
"Neden burada olduğunu biliyor musunuz?"
Sırtı bana dönük olmasına rağmen sanki görebilecekmiş gibi başımı iki yana salladım. "Hayır, bilmiyorum."
Sol ayağıyla ağır bir ritim tuttuğunu fark ettim. Benim aksime oldukça rahattı.
"Çıkar onu oradan."
Ne söylediğini idrak edemeyerek "Ne?" diye sordum önce. Sessizliği takip eden saniyelerin akabinde, benden istediği şeyin farkına vardığımda, gözlerimin irileşti.
"H-hayır! Ben, yapamam,"
Cevabı netti. "Yaparsın."
"Yapamam."
"Yapacaksın."
Üşüyen bedenimin aksine yüzümün yanmaya başladığı hissettim. Elimi kabanımın yakasına, oradan da boynumu götürerek soğuk tenime dokundum.
"Lütfen, bunu benden isteme."
Beni duymuyor gibiydi. Yere çöktü ve battaniyenin üzerine, yine bana arkası dönük olacak biçimde oturdu.
"Senden istediğim sadece bu değil. Çakıyı oradan çıkarıp yarayı temizleyeceksin." Eliyle oturmamı işaret ettikten sonra bir şişe suyu yanına bıraktı. "Temizlemek için kıyafetlerinden birini kullanabilirsin."
Bir süre ayakta dikilip kararından vazgeçmesini bekledim. Ancak o kımıltısızca oturuyor ve emrini yerine getirmemi bekliyordu. Burnuma yeni yakılmış ateş kokusu çalınırken, başka çaremin olmadığını anlamıştım. Çadırın önünde ve yanında yakılan ateşler ihtiyacım olan sıcaklığı içeriye ağır ağır boca ediyordu. Dediğini yaparak dizlerimin üzerine çökerken, parmak boğumlarımda kuruyan kana dikkat kesildim. Bir an için bunu benim yapmış olduğuma inanamadım. Hayatımda ilk defa birine zarar vermiştim ve şimdi bunun bedelini ödemem isteniyordu.
"Elini çabuk tut," Dudaklarını omzunun üzerine getirdi ve sanki sırtından bıçak değil de, parmağından diken çıkarmamı istemiş gibi konuştu. "Rahatsızlık vermeye başladı."
İçimde bir şeylerin sızladığını hissettim. Düşünme yetim uyuşmuştu. Korkuyla kaldırdığım elimi kabzaya uzattım. Kanı artık akmıyordu ve sanki çakı sırtında donup kalmıştı. O ana kadar akmayan gözyaşlarım, parmaklarımın kabzaya dokunmasıyla yanaklarımdan akıverdi. Oysa en son ne zaman ağladığımı dahi bilmiyordum. Puslu gözlerimi sıkıca kapatıp çakıyı geriye çekerken, zihnimde binlerce şimşeğin aynı anda çaktığını hissettim. Ona verdiğim acıyı düşünmek vicdanıma eziyet ediyordu. Dudaklarım gözyaşlarımla ıslanırken, kabzayı daha sıkı kavradım ve kalan kısmını tek hamlede sırtından çıkardım. Aynı saniye dudaklarımdan firar eden hıçkırık acı doluydu.
Ellerimin arasında tuttuğum çakıya baktığımda midemin bulandığını hissettim. Her yanı karaya bulanmıştı, en kötüsü avucum da onun kanıyla kaplıydı. İçimden yükselen öğürme isteğini zorlukla zapt ederek çakıyı çadırın rasgele bir köşesine fırlattım. Canımın yanmasına aldırmadan ellerimi sert zemine sürterken, gözyaşlarım çenemden boynuma doğru ince bir yol izliyordu.
"Kanın..." Sesim kulaklarıma zorlukla ulaşacak kadar cılızdı. Yine de bunu sormaktan kendimi alıkoyamadım. "Neden böyle?"
Bir kez daha başını omzunun üzerine çevirdiğinde, çadır örtüsünden süzülen ışığın yan profilinde yarattığı aydınlığa baktım. Kemikli ve düzgün bir burnu vardı. Dudakları kalın sayılmazdı ancak dudaklarının çerçevesi kalemle belirginleştirilmişcesine kusursuz görünüyordu. Gördüğüm hiç bir erkeğin böylesine kemikli bir yüze ve belirgin hatlara sahip olduğunu hatırlamıyordum. Esmer, gözalıcı bir tene sahipti ve normal olmadığının en derin kanıtı siyah bir inciyi anımsatan gözleriydi. Aslında, o uhrevi bir güzelliğe sahipti.
"Nasıl?"
Niyetinin kelime oyunu yapmak değil, beni sınamak olduğunu anlıyordum.
"Siyah," dedim tek nefeste. "Normal değil."
Bana bakmıyordu. Aslında baksa, bakışlarımı kaçıracağımdan adım gibi emindim. Her şey bir yana, asıl normal olmayan; dakikalar önce sırtından bıçakladığım adamla loş bir çadırda yalnız olmamdı.
" 'Normal' senin lügatında ne demek?" Sesi tüylerimi ürpertecek kadar sakindi.
Bir an ne cevap vereceğim konusunda arafa düştüm.
"Her neyse."
Aramızdaki garip konuşmayı sonlandırarak, giysilerimin olduğu çantaya uzandım. Şu an onun kanından daha önemli sorunlarım vardı. Bir an önce buradan çıkmalı ve arkadaşlarımın yanında olmalıydım. Çantadan çıkarttığım beyaz atletimi ortadan ikiye ayırdım. Elim yarasına uzatırken, burnumun direği sızlıyordu. Hadi Pera, güçlü olmak zorundasın. Kazağının delik kısmına parmaklarımı geçirerek ikiye ayırdım. Bezin bir parçasını yarasına bastırıp kandan arındırmaya çalıştım. Koruduğu tepkisizliği gerileme sebep olacak kadar kudretliydi.
Siyaha boyanan bezi geri çektiğimde yaranın derinliğiyle yüzleştim. Bu noktadan sonra benim yapabileceklerim hiç bir işe yaramazdı.
"Çok derin," diye konuştum sesimi güçlü tutmaya çalışarak. "Hastaneye gitmelisi-"
"Yarayı temizle ve dik." Ne ara bulduğunu bilmediğim ilk yardım çantasını önüme koydu.
"Yaran enfeksiyon kapabilir! Üstelik bunu daha önce hiç yapamadım."
Dudaklarının görünen kısmı belli belirsiz kıvrıldı. "Her şeyin bir ilki vardır."
Öfkeli bir soluk vererek ilk yardım çantasını uzandım ve hiç düşünmeden gerekli malzemeleri çıkarıp önüme dizdim. Mantığım kendimi suçlamamam gerektiğini söylüyordu. Bunu o istemişti, dahası hak etmişti!
Tam da şimdi, çocukken yaptığım şeyi yaptım. İğneyi etine batırmadan önce tüm duygularımı ruhumun dış kapısının önüne bıraktım. Kimliğimi gizleyen iblis ruhumu kucaklamak zorundaydı. Beni ben olmaktan uzaklaştıran her eylemi gerçekleştirirken, ruhumu satmaya alışmıştım. Bu uzunca bir zaman böyle olmuştu. Dakikalar içinde diktiğim yarasına tentürdiyotlu bezi bastırdım. Tüm bunları yaparken, O'ndan yine küçük bir inleme bile duymamıştım.
Ayaklandığı sırada kazağını başından sıyırıp attı. Çıplak sırtına daha fazla bakmamak için bakışlarımı yere eğdim.
"Gitmek mi istiyorsun, Pera?" Yönünü bana döndüğü fark ettim. "Adın buydu, değil mi?"
Ben de ayağa kalktım. "Unutmamışsın."
Yaklaştı. İri adımları tam dibimde bitti ancak başımı kaldırıp yüzüne bakmadım. Nefesini saç diplerimde hissediyordum. Nefesi de tıpkı kendisi gibi sedir ağacıyla harmanlanmış tuzlu su kokuyordu. Gözlerimi kapatsam kendimi hırçın bir denizin dibindeymişim gibi hissetmem kaçınılmaz olacaktı.
Başını yüzüme eğdiğinde, başımı çıkışa çevirdim. Yakınlığı dibimde yakılan bir meşale kadar yakıcı ve tehlikeliydi.
"Bir adam kendisini sırtından bıçaklayan kadını unutmaz, Pera."
Cümlesi zihinime ateşten harflerle kazınırken, kelimeleri benzin olup içime aktı ve ruhumun arka odalarını tutuşturdu. Düşüncelerim çıkmaza sürüklenmiş, nutkum tutulmuştu. Ante çadırdan çıkıp gittiğinde, ardında kalan bedenim alaşağı olmuştu.
Gözlerimi sıkıca kapatıp yaşananları hazmetmeye çalıştım. Tüm yaşamım boyunca korkmadığım kadar korkmuş, köşeye sıkışmıştım. Ara ara, dünden beri yaşananların gördüğüm kötü bir kabus olduğunu düşünüyordum. Her an uyanabileceğim hissine kapılsam da, artık biliyordum. Bu mümkün değildi.
Öylece dikilmeye devam ederken, örtü aralığından Günce ve Alice'i gördüm . Sesir ikisini de içeriye ittikten sonra çadır örtüsünü kapatmış ve bizi karanlıkta bırakmıştı. Alice'in ağlayan sesini işittiğimde, onun dilinde sakinleşmesi için bir şeyler söyledim. Ardından kamp çantasından bulduğum feneri açarak ayakta dikilen bedenlerinin bir köşeye oturmalarını sağladım. Alice'in beyaz yüzü kireç gibi olmuş, kahverengi gözlerinin çerçevesi kızarmıştı. Uzun boyuna rağmen çöken omuzları ve karnına çektiği dizleriyle küçücük kalmıştı. Günce ondan daha iyi durumdaydı ancak en az Alice kadar yıprandığını görebiliyordum.
"Üzerine ne oldu?"
Günce ondan beklemediğim kadar sakin bir sesle, yorgun mavi gözlerini paltoma dikerek soruyordu. "Sana bir şey mi yaptı?"
Bakışlarımı üzerime eğdiğim an irkildim. Beyaz paltomun kimi yerinde irili ufaklı kan lekeleri vardı. Ceplerinde ise parmaklarımdan bulaşan aynı siyah izler mevcuttu.
"Hayır, ben iyiyim." Arkadaşımın güzel yüzünü ellerimin arasına aldım. İşte o zaman gözlerinden akan birkaç damla yaş yanaklarına süzüldü. "Onlar nasıl? Neden yanımıza getirmediler?"
Başını umutsuzca iki yana salladı.
"Nicolas iyi, kendine geldi ama onu bağladılar." Dudaklarından acı bir hıçkırık çıktığında, onu kendime çekip sıkıca sarıldım. "Nick çok kötü. Yüzü tanınmayacak halde ve kıpırdamıyor. Hiç ama hiç hareket etmiyor."
Ağlamamak için alt dudağımı serçe dişlediğimde, ağzıma yayılan kanın metalik tadını hissettim. "Sakinleş. İyi olacak, iyi olacağız."
Onu teselli etmek için başka bir kelime çıkmadı dudaklarımdan. Aslında söylediklerime kendim bile inanmazken onu kandırmaya çalışmak hiç içime sinmiyordu.
"Böyle olacağını asla tahmin edemezdik..." derken haklıydı. Başımıza bunların geleceğini bilemezdik. Buraya gelirken aklımızda olan tek şey biraz kafa dinlemek ve eğlenmekti.
Gülümsemeye çalıştım. "Bir sonraki tatilimiz için daha kalabalık yerler tercih ederiz belki… Ve daha sıcak..."
"Biliyor musun?" Devamını getirmeden evvel Alice'e baktı. Onun duymasını istemiyordu, zaten Alice de bizi dinliyormuş gibi görünmüyordu. Başının arkasını belli bir ritimle çadırın örtüsüne vururken, kendini buradan ve olanlardan soyutlamış gibiydi.
"Neyi?"
Yüzü bir an için gülümseyecek gibi oldu. "Nick de bana karşı birşeyler hissediyor. Bunu açık açık söylemedi ama bilirsin... biz kadınlar hissederiz."
Bakışları boşluğa daldığında, dün Nick ile yaşadıklarını düşündüğünü anlamıştım. Onu gerçekten seviyordu ve Nick için endişelendiğini görebiliyordum.
"Günce, üzgünüm ama bunu sormak zorundayım." dedim dikkatini yeniden üzerime çekerek. "Dikkatini çeken herhangi bir şey oldu mu? Sizin yanınızda hiç konuştular mı?"
Kabanının koluyla ıslanan gözlerini sildikten sonra gözlerini kısarak bir şeyler hatırlamaya çalıştı.
"Aralarında bir şeyler konuşuyorlar. Dilleri çok farklı, anlayamıyorum ama niyetleri hiç iyi değil. Hissediyorum… Bize zarar verecekler!"
"Sen haklıydın Günce. Bu adamlar bizden farklı, sanki..."
Devamını nasıl getirmem gerektiğini bilemeyerek duraksadım. Günce'yi daha da tedirgin etmek istemiyordum. Bu yüzden devam etmedim.
"Nicolas bir şey söyledi mi? Onunla konuştun mu?"
Aklına bir şey gelmiş gibi hızla geri çekildi ve montunun fermuarını aşağı indirerek iç cebine sıkıştırdığı silahı gösterdi.
"Konuşacak vaktimiz olmadı ama adamların boş bulundukları bir an bana bunu verdi!" Sol koluma yapıştı, gözleri irileşmişti. "Bunu sana vermemi istedi, sana güveniyor."
Günce'nin sözleri bana cebimdeki asıl silahı hatırlattı. Yüzüm heyecanla aydınlanırken, elimi cebime uzatarak telefona dokundum.
"Kızlar!"
Talar'ın sesini duymamla hızla elimi cebimden çıkardım ve Günce'nin fermuarını çektim. Aynı saniye çadırın örtüsü açıldı ve Talar göründü. Başında Nick'in beyaz beresi vardı. Bunu Günce'nin de fark ettiğini biliyordum ama ağzını açmaması için usulca koluna dokunarak onu ikaz ettim.
"Dışarı gelin, sizinle küçük bir oyun oynayacağız."
"Git buradan!" dedim dişlerimin arasından. "Git ve diğer ahmak arkadaşlarınla oyna ne oynamak istiyorsan."
Sözlerime aldırmadan gerilerek gülmeye başladı. Gülerken zaten çekik olan gözleri iyice kayboluyordu ve boğazına yapışmamak için kendimi zor tutuyordum.
"Eğer kendi isteğinizle dışarı çıkmasanız bunu ben yapmak zorunda kalacağım. İnan bana bebeğim, özellikle sana dokunmak çok hoşuma gidecek."
Ona ağzının payını vereceğim sırada Alice ile göz göze geldik. Yaşlı gözleriyle gözlerimin içine bakıyordu. Yanına ilerledim ve ayağa kalkması için ona destek oldum. Dediklerini yapmaktan başka çaremiz yoktu. Önden Günce olmak üzere hep birlikte dışarı çıktığımızda, gözlerim Nicolas ve Nick'i aradı. Ancak dışarıda dört ızbandut ve bizim dışımızda kimse yoktu. Talar'ın işaretiyle yanan ateşin başına oturduk. Alice sıkı sıkıya koluma yapışmış, korku dolu gözlerle olacakları bekliyordu. Günce ise gözlerini Nick'in olduğu çadırdan ayırmıyordu.
Talar birkaç metre ötemizde konuşan diğer üç adamın yanına gittiğinde, fırsattan istifade elimi cebime attım ve telefonun açma tuşuna bastım. Şu an bir çeşit toplantı yapıyorlardı ve beni fark etmeleri düşük bir ihtimaldi. Açılan telefonumun sesini kıstıktan sonra babamda gelen cevapsız aramaları gördüm. Polisi arayamazdım, şu durumda konuşmam mümkün değildi. O an yapılabilecek en mantıklı şeyi yaptım; babamı aradım ve konuşmalardan durumumuzu çözmesi için dua etmeye başladım. Çok geçmeden babam telefonu açtı. İçten içe bunun heyecanını yaşarken, adamların sesleri yükselmeye başladı. Konuşmaları ipe sapa gelmez bir tartışmaya dönüşmüştü. Fırsattan istifade ederek babama sesimi duyurmak için cebime doğru eğildim. O sırada, Ante tartışmaya bir son verdi ve bize doğru yürümeye başladı. Hızla geri çekilirken ne yaptığımı gören Alice'e susmasını işaret ettim.
Diğerleri de Ante'yi takip etti ve şimdi her biri tam karşımızda dikilmişlerdi . Adamların bakışları nedensizce üzerimizde gezinmeye başladı. Her birimizi uzun uzun gözlemlediler. Bir şeyler arıyor gibiydiler ve bu fazlasıyla rahatsız ediciydi.
Bizi birbirimizden tecrit edilmiş vaziyette tutmalarının altındaki nedeni merak ediyordum. Her ne kadar güç onlarda olsa da, aralarında çözümsüz bir melese olduğu ayan beyan ortadaydı. Nicolas ve Nick içeride baygın yatarken, Alice, Günce ve beni dışarı çıkarmalarının onların nezdinde geçerli bir sebebi olmalıydı. Niyetlerinin para olmadığını artık biliyordum. Bizi istismar etmek isteseler, Tanrım! Düşüncesi bile korkunçtu ama bunun için de yeterinde fırsatları olmuştu.
"Hangisi?" Talar koyu sarı sakallarını eliyle sıvazlarken, gözlerini bedenimde gezdirdi.
Sesir hiç düşünmeden beni işaret etti. "Bence şu vahşi olan,"
Talar gülümsedi, gülümsemesi en başından beri nahoştu.
"Onun sevgilisi var. Diğer Türk kızın da öyle," İşaret parmağı havalandı ve Alice'e çevrildi. Sonra aradığını bulmuş gibi ağır ağır salladı başını. "Ben oyumu ondan yana kullanıyorum."
Alice'in söylenenleri tam olarak anlamadığını biliyordum. Hissetmiş olacak ki kahve gözlerini korkuyla araladı ve dizlerini kara sürterek geri gitmeye çalıştı.
Oysa kaçabileceği bir yer yoktu. Tıpkı bizim gibi bu adamların elinde tutsaktı.
"Sen ne düşünüyorsun Ante?"
Beki mavi bakışlarını Ante'ye çevirdi ve dudaklarından dökülecek cevabı bekledi.
"Sence hangisi?"
Ante... Ona bakamıyordum.
"Bilmiyorum. "
Titriyorduk. Bu hem soğuktan, hem de korkudandı. Azılı bir katilin köşeye sıkıştırdığı kurbanı gibi umarsızca olacakları bekliyorduk.
"Aradığımız kız Alice." Talar, Nick'e ait olan bereyi kafasından çıkarıp sallarken, tuhaf sesler çıkarmaya başladı. "Huh, keşke bunu deneyerek öğrenme şansımız olsaydı dostum!"
Günce ani bir hareketle yerden kalktı ve Talar'ın üzerine atılıp elindeki şapkayı almaya çalıştı. Bunu yaparken öyle hızlı hareket etmişti ki ona mani olamamıştım.
Talar şapkayı yukarı kaldırarak Günce'nin almasına engel olurken, durumdan garip bir biçimde zevk alıyordu.
"Ver şunu bana, seni pislik herif!"
Günce hırsla zıplayarak bereye ulaşmaya çalışıyordu ve bunu yaparken bedeni Talar'ın bedenine çarpıyordu.
"Bereyi mı istiyorsun bebeğim. Hadi ama, o vitaminsizin şapkası ne işine yarayacak ki?"
Günce bir an için durup işaret parmağını havaya dikti. "Onun hakkında düzgün konuş!"
Talar bu kez bereyi etrafında döndürme başladı. Arkadaşımla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu. Günce bereyi almak için o kadar hırslanmıştı ki, ard arda adını seslenmelerime dahi kulak tıkamıştı. Bir an ayağa kalkıp yanına gitmek istedim ama cebimdeki telefonun varlığını hatırlayarak bundan vazgeçtim.
"Bu kadar önemli mi o idiotun beresi. Hadi ama..."
Günce sinirle zıplayarak berenin ucundan tuttuğunda duraksadılar. Göz göze geldiklerinde, Talar önce Nick'in olduğu çadıra, ardından da arkadaşımın yüzüne baktı.
"Demek ölmüş sevgilinden bir hatıra istiyorsun," Bereyi aniden bıraktığında, artık tamamen Günce'nin elindeydi. "Pekala, onu sana veriyorum."
Duyduklarıma inanamadım. Nick ölmüş müydü! Aman Tanrım! Bu doğru olamaz!
"Yalan söylüyorsun." Olduğu yerde donup kalan arkadaşımın yalnızca dudakları kımıldadı. "O ölmedi! Yalan söylüyorsun!"
Talar siyah eldivenli ellerini birbirine sürttü.
"Onu döverek öldürdüm tatlım. Hak ettiği gibi."
Ante duruma müdahale etmek için yerinden ayrıldı ancak Günce'nin çıkardığı silah herkesin olduğu yerde donup kalmasına sebep olmuştu.
Silâhı Talar'a doğrultarak "Kes sesini!" diye haykırdı. "Nick ölmedi ama sen şimdi gebereceksin!"
Arkadaşıma sahip çıkmak için ayaklandığım an içimi zehir zemberek bir his ele geçirdi.
Bir an nefes alamadığımı hissettim.
Silahın güvenlik kilidinin açılma sesini duydum.
Günce tetiği çekmek üzereyken Talar arkadaşımın üzerine atıldı ve boğuşmaya başladılar. Yanlarına gitmek için attığım ikinci adımda kayan ayağım beni yüzüstü yere serdi ve cebimdeki telefon ileri fırladı. Telefonun ekranına baktığımda, babamın bizi duyduğunu gördüm. Hemen sonra Günce'nin bedeni telefonumun yanına düştü.
Silâh bir kez daha havalandığında, dudaklarımdan kulakları sağır eden bir vaveylâ koptu.
Talar'ın elindeki silah acı bir sesle patladı.
Kör kurşun Günce'nin iki kaşının ortasına saplanmıştı.
Kara bir kırbacın üzerime indiğini hissettim, onun kanlar içinde kalan başı kar yığınlarının üzerine düşerken...
Ölüm kozasından çıkarak ihtişamlı pelerinini üzerimize savurdu ve arkadaşımın mavi gözleri ağır ağır kapandı.❄️
Bana instagramdan ulaşabilirsiniz. _durumavii
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"
FantasyPera, arkadaş grubuyla kış kampına katılırken, içinde tarifsiz bir huzursuzluk kol geziyordu. Avrupa'nın en yüksek dağı Mont Blanc'un karlı etekleri, kızıl granitleri, sivri buzulları ve göz alıcı zirvesiyle birlikte bir sürprizi daha vardı. Büyü...