14.Bölüm "Temas"

37.9K 3.4K 1.2K
                                    



Zihnimde uzanan cesedin göz bebeklerindeki ölüm içime ilişti.

Kanım dondu.

Şuursuzca debelenmeye başladım.

Toprağın üzerimdeki ağırlığı Ante'nin geri çektiği bedenimi yutmaya çalışırken, çıkıntılı zeminde kayan göğsüm müthiş bir acıyla sınandı. Karanlıktı, korkuyordum ve kısıldığım kapanda yalnızdım. Yerim çırpınamayacağım kadar daraldığında, ölümün daha fazla canımı yakmadan işini bitirmesini diledim. Zira topraktan kalkan toz yanaklarımdaki ıslaklığa yapışmakla kalmayıp, ağladıkça boğazımı da doldurmuştu. Nefesim kesildi. Tüm uzuvlarım gücünü yitirdi, sımsıkı yumduğum gözlerime dahi hükmüm geçemedi.

Yer sallanıyordu. Bedenim, bir domino gibi sırasıyla çöken toprak parçalarının altından her çekilmemde kıl payı kurtuluyordu.

Değneğin üzerindeki tutuşum gevşerken, başım toprağa düştü. Aldığım küflü toprak kokusu yitirmeye meylettiğim bilincime karışıyordu. Ante'nin sesini duyuyor, ancak ne söylediğini idrak edemiyordum.

Her yer derin bir karanlığa büründüğünde tüm sesler hakimiyetini yitirdi. Görmüyor, duymuyor ve hissetmiyordum.

Bir an sonra gözlerimin önünde babam beliriverdi. Oynamayı çok sevdiğim kır saçları ve kocaman göbeğiyle bana yaklaştığında, kollarına sığınıp ağlamak istedim. Tek istediğim buydu.

Ona baktım. Onun dışındaki her şey yerden göğe kadar bembeyazdı.

Gözleri vaziyetini bilmediğim bedenimin üzerimde gidip gelirken, "Dayan" dedi. "Sen Rauf'un güçlü kızısın."

Ona sarmak istediğim ellerimi, "Baba!" demek için can atan dudaklarımı hissetmiyordum.

"Benim küçük Pera'm," dedi açık kahve gözlerini hüzünle kısarak. "Hadi, gözlerini aç ve nefes al."

Babam, uzakta değildi ama yakında da değildi. Aslında o, burada değildi. Zihnimin bana oyun oynadığını biliyordum. Yine de içine düştüğüm bu oyuna muhtaçtım.

Nerede olduğunu bilmediğim avuçlarım karıncalanırken, babamın varlığını yitirdim, yok oldu. Aynı saniye dudaklarımın üzerinde bir baskı hissettim. Yoğun, sert ve sıcak bir baskı... Birdenbire ciğerlerim ağız dolusu nefesle dolup taştı. Sonra bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha...

Dilimin üzerine yayılan nefesin ferah kokusu genzimden aşağı süzüldü. Dudağımdaki baskı varlığını korurken, acı bir inleme duydum. Göğüs kafesim kavuştuğu havayla birlikte inip kalktı, gözlerimi açmaya zorladım.

Dudaklarımdaki baskı yerini alnıma bıraktı. Düzensiz nefes alışverişleri duyuyordum ancak bana ait değillerdi.

"Gitme, sakın gitme."

Ante, bu onun sesiydi.

Gözlerimi araladım ve kapalı gözlerini gördüm. Yerdeydim ve hemen yanı başımdaydı. Alnıma yasladığı alnı terliydi. O, titriyordu.

"Ölmene izin vermeyeceğim."

Biraz uzaklaştırdığında, burnu benimkine değdi. Dakikalardır hissedemediğim kalp atışlarım göğüs kafesimi zorlamaya başlamıştı. Aynı anda dudakları dudaklarımı araladı ve ciğerlerime kuvvetli bir nefes üfledi. Anladım ki, dakikalardır soluduğum nefes ona aitti! Tenlerimizin buluşmasıyla onu esir alan titreme artarken, dudaklarımın üzerindeki dudaklarının ısındığını hissettim. Acı çekiyordu ve buna rağmen geri çekilmiyordu.

Avuçlarımı yerden ayırdım ve göğsüne dayayarak onu ittim. Dudaklarımız birbirinden koparken, gözlerini açtı, yüzüme baktı. Panikle doğrulmaya çalışırken, girdiğim öksürük krizi bedenimi sarsmaya başladı. Boğazımda varlığını hissettiğim toprak tozu her öksürdüğümde hareketlenerek nefesimi kesiyordu. Parmaklarımı boğazıma sardım. Ante durumumu anlayarak yerden avuç dolusu kar aldı ve dudaklarıma yaklaştırdı. Hiç düşünmeden ağzıma doldurduğum karı aceleyle yuttum. Kar boğazımdan taş gibi geçerken, oradaki tozu itti ve nefes almamı sağladı. Dizlerimin üzerine çıkabildiğimde, Ante yaklaştı ve sanki nefessiz kalan kendisiymiş gibi rahat bir soluk verdi.

"Yaşıyorsun," dedi, daha önce ondan duymadığım bir sesle. "Yaşıyorsun."

Az öncesini düşünerek avuçladığım toprağı ona fırlattım. Her ikimiz de dizlerimizin üzerinde olduğumuzdan tüm toprağı üzerine boca edebilmiştim.

"Sen ne hakla beni öpersin!"

"Seni öpmüyordum."

Kaşlarımı çatarak bu sefer yerden bir taş aldım ve ona attım. Taş göğsüne isabet etti ama en ufak bir tepki göstermedi.

"Bir de inkar mı ediyorsun? Az önce beni öptün!"

Çerçeveli dudaklarının sol yanı ukala bir tavırla kıvrılırken, "Seni öpmüyordum." diye yineledi. "Eğer seni öpmüş olsaydım, şu an çemkirmek yerine bana karşılık veriyor olurdun."

Küstahlığına karşın dudaklarım aralandı ama ona ne söyleyeceğimi bilemedim.

''Nefes almıyordun ve ben de suni teneffüs yaptım. Hepsi bu...'' diye açıkladı suskunluğumu fırsat bilerek.

Ona haddini bildirmek için ayaklanmak istedim. Ancak bakışlarım birkaç dakika önce çıktığım mağaraya kaydı. Şimdi girişi toprakla örtülmüştü. Değnek, oradaydı ve gün ışığıyla üzerindeki kan zalimce parladı. Birden içeride gördüklerimi anımsadım. Değneği ondan almıştım, onun cansız parmaklarının arasından...

Dizlerim beni taşıyamayarak kalçamın üzerine bırakırken, ''Nick'' diyerek hıçkırdım. ''Ah Nick... Bu olamaz.'' Ellerimi yüzüme kapatıp ağlamaya başladım. Değneği görene kadar içeride olanların birer sanrıdan ibaret olduğunu varsaymıştım. Oysa gerçekti. Işığı sönmüş yeşil gözleri, morarmış dudakları ve boğazındaki kesik... Kan, ne çok kan vardı.

"Geçti Mihrimah," Ante'nin adımları yaklaştığında, kolumda dokunuşunu hisettim. ''Oradan çıktın, hayattasın.''

Kolumu hızla dokunuşundan kurtarırken, avuçlarım yüzümden yağ gibi kaydı. Başımı kaldırdım, ıslak gözlerimle yanı başımdaki varlığına baktım. Titriyordum ancak öfkem ve acım çok daha baskındı şu an.

''Hayattayım,'' diye bağırdım tüm gücümle. ''Ben hayattayım ama Nick değil! Ve siz katilsiniz.''

Beni buraya getiren oydu. İçinde bulunduğum psikolojiyle tek düşündüğüm bu oldu. Beni buraya getiren, mağaraya girmemi isteyen Ante'ydi. İçeride ne ile yüzleşeceğimi biliyordu. Evet, kesinlikle biliyordu! Dün gece ben kavukta uyurken... Ah, yüce Tanrım! Nick'i o öldürmüştü...

Ayağa kalkıp parmağımı üzerine doğrulttum, kelimelerim ağzımdan tükürür gibi çıkıyordu. ''Sen katilsin. Sen hayatım boyunca tanıdığım en korkunç, en iğrenç insansın. Duydun mu beni!''

Bir put gibi karşımda dikiliyordu. Söylediklerime karşın yalnızca kaşları çatıldı. Yan bir bakışla yerdeki değneğe baktı ve benim aksime sakin bir sesle, ''Kan sana ait değil mi?'' diye sordu.

''Hah!'' Ellerimi bacaklarıma vurup yaptığı ucuz numaraya baktım. ''O size hiç bir şey yapmamıştı. Yaralı bir insanı öldürürken, hiç mi yüreğin sızlamadı?''

Siyah gözleri öfkeli bir manevrayla bana döndüğünde, dişlerini sıktığını, boynundaki birkaç damarın seğirdiğini gördüm.

''Ne o? Benide mi öldüreceksin? Ne de olsa bir seri katilsin, öyle değil mi!''

Sol avucunu sabırsızca sakallarından geçirdi. ''Ben kimseyi öldürmedim.''

"Hayır, öldürdün. Nasıl bir oyun oynuyorsun bilmiyorum ama, beni buraya kasten getirdin.''

Puslanan gözlerim ifadesini seçebilmeme engel oluyordu. Konuşurken sürekli gözlerimi açıp kapatmak ya da avuçlarımı gözüme bastırmak zorunda kalıyordum.

"Sürekli senin yanındaydım." derken, açıklama yapmayı kendine yediremiyor gibiydi. Belki de yalnızca birkaç saniye sonra üzerime atlayıp benim de boğazımı kesecekti. Bundan emin olamazdım.

"Hayır, ben uyurken yoktun."

"Sana söyledim, Beki'yi aramaya gitmiştim. Düşün, günlerdir kat ettiğimiz yolu nasıl tek geced-"

Tabanımı yere vurarak sözünü kestim. "Hayır!"

Ona inanmıyordum. Ona inanmak benim durumumdaki biri için aptallık olurdu.

"Bak, Nick'i en son o çadırda gördüm. Yaralıydı ama hayati tehlikesi yoktu. Onu öldürecek olsam, bu kadar yol kat ettikten sonra geri dönüp öldürmek yerine orada bitirirdim işini."

Düşünmeye çalıştım. Bunu yapmak şu an için çok güçtü. Zihnimi zorladım. Son söylediğinde haklı olabilirdi ama aynı şey Sesir ve Talar için de geçerliydi. Şayet Nick'i öldürmek gibi bir niyetleri olsa onlar da bunu en başından yaparlardı. Üstelik bizden çok öndelerdi. Bunu kavuğa bıraktıkları izlerden anlamak mümkündü.

''Adi bir yalancısın, katilsin. Sen, sen yaralı birini öldürecek kadar onursuz bir erkeksin.''

Ansızın beni kollarımdan yakaladı ve kendine çekti. Bedenlerimiz birbirine çarptığında, tiz bir çığlık attım. Kolumdaki tutuşu can yakıcı değildi ama gözlerime kilitlediği bakışları hiç görmediğim kadar deliciydi.

"Sakın bir daha bunu söyleme." dedi kısık ama tehlikeli bir sesle. "Duydun mu beni? Sakın."

Kollarının arasında bir bez bebek gibi çırpınırken, bakışlarımın dudaklarına kaymasıyla duraksadım. Dudakları, kıpkırmızıydı. Soğuğun sebep olamayacağı kadar kötü görünüyordu. Kızarıklık dudak çerçevesinden dışarı taşıyordu. Sanki, sanki yanmış gibiydi.

Gözlerimi zorlukla dudaklarından ayırırken, ''Bırak beni.'' dedim sessizce.

Kısa bir süre daha yüzüme baktıktan beni serbest bıraktı ve yerdeki değneğe uzandı. Üzerindeki kanı karla sıvazlayarak temizledikten sonra şişme montunun içine sakladı. Olduğum yerde titrerken aklımı kaçırmaktan korktum. Belki de, delirmem an meselesiydi. Daha ne kadar dayanabilirdim ki? Bedenim açlık ve soğukla baş etmeye çalışırken, kalbim hiç durmadan sevdiklerimin ölümüyle sınanıyordu. Onları bir bir yitiriyordum, elimden hiçbir şey gelmiyordu.

Nicolas... Ah Nicolas, hayatta mısın?

Başımı iki yana sallayarak kendime itiraz ettim. Hayır, böyle düşünmemeliydim. Nicolas'ın yanında yığınla insan vardı ve o iyiydi. Hatta, belki de çok yakınımda, bana ulaşmak üzereydi.

"Tılsım kendini teslim etmek için kan istedi. Arkadaşın bu yüzden öldü."

"Ne dedin sen?" Kirpiklerimi kırpıştırarak ona baktım.

"Haritayı dem çizgisinde takip ediyorlar. Dem çizgisi kestirme yoldur, kan ister. Alice'i öldüremezlerdi, ona ihtiyaçları olduğunu düşünüyorlar. Tılsımların hepsini ele geçirmeden Beki'yi ya da beni de öldüremezler. Geriye yalnızca Nick kalıyor. Geri dönüp onu öldürdüler ve mağaraya attılar."

Onu dinlerken sol gözüm seğirmeye başladı. "Sen ne saçmalıyorsun? Ya da şöyle sorayım; siz ne tür ruh hastalarısınız? Nick'i o değnek için öldürüp buraya attılar, ama değneği bize bıraktılar, öyle mi?"

"Tam olarak öyle denemez. Cesedi haritada tılsımla işaretli yere, yani buraya teslim ettikten sonra tılsımın ortaya çıkması için ayın doğup batması gerekir. Yani bir gece beklediler ve biz onlardan önce davrandık. Kötü haberse, şu an çok yakınımızda oldukları..."

Sözleri mantığımı taşla ezerken, "S-Saçmalık." dedim sesimin titremesine lanet ederek.

Bana döndü ve eliyle geçmem için işaret etti. "İnanırsın ya da inanmazsın, bu senin meselen. Ben sadece arkadaşına ne olduğunu anlattım. Belki bilmek istersin diye..." dedi yüzüme bakmadan, en az burası kadar soğuk bir sesle. "Şimdi kıpırda."

Bir süre ilerleyen adımlarının arkasından baktım. Sonra çaresizce peşinden ilerledim. Öyle üşüyordum ki... Kara batıp çıkan botlarımın çoraplarımı ıslattığını fark ettiğimde, nadiren ettiğim küfürlerden birini homurdandım. Az önce yaşadığım arbede sırasında delinmiş olmalıydı. Dakikalarca Ante'nin çevik adımlarını takip ettim. Sırılsıklam olmuş ayak parmaklarım gibi, midem de açlıktan sızlıyordu. Yorulup yavaşlasa biraz olsun dinlenebilirdim ama en ufak bir duraksama bile olmuyordu adımlarında. Aklımda son söyledikleri dönüp duruyordu. Tılsım, kan, ay... Şayet söyledikleri doğruysa Talar ve Sesir bizi o dağ evine tek ettikten sonra bir süre yola devam etmişlerdi. Sonra haritayı çözerek kamp alanımıza geri dönmüşlerdi. Orada da zavallı Nick'i... Kamp alanına ulaşmaları, onun ölü bedenini mağaraya taşımaları en az bir günlerini almış olmalıydı. Nick'i mağaraya attıktan sonra beklemeleri gereken bir gece olduğuna göre; iki gün, Nick öleli en az iki gün oluyordu. Aman Tanrım! Ante o kadar uzun süre yanımdan ayrılmamıştı. Ya Beki? Onun kaybolması en başından beri bir plan olabilir miydi? Bir diğer ihtimal; Beki yanımızdan ayrıldıktan sonra Nick'i öldürmüştü ve Ante onu bulmak için yanımdan ayrıldığını söylediğinde, aslında ona yardım etmek için gitmişti. Sonuçta Nick'in koca bedenini o mağaraya yuvarlamak tek kişinin yapabileceği bir iş değildi. Ya da, öyle miydi? Düşündükçe çıldıracak gibi oluyor, içinden çıkamıyordum. Kendi iyiliğim için kafamda dönüp duran ihtimallere son verirken, bir gerçeği es geçemedim. Nick, ölümden kıl payı kurtulabilirdi. Zira kamp alanından ayrılmamızın üzerinden ancak üç gün geçmişti. Belki Nick son nefeslerini verirken, Nicolas ona yardım getirmek üzereydi. Ya da, Nicolas yardım ekibiyle geri döndüğünde onun yanına hiç uğramamıştı. Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Ah, elbette hayır. Mutlaka arkadaşının durumundan birilerine bahsetmiş olmalıydı. Başımı iki yana salladım; hayır, bunları düşünmemin bir anlamı yoktu. Nick, ölmüştü. Onu belki de son gören kişi olarak kalacaktım.

"Eğer dem çizgisini takip ediyor olsaydın, sen kimi feda edecektin?" diye sordum aniden olduğum yerde durarak.

Durdu ama bana dönmedi.

Geniş omuzları en az etrafımızı çevreleyen dağ kadar heybetli görünüyordu. Onun gibi güçlü bir adama nasıl kafa tutabildiğimi anlamıyordum. İçten içe bildiğim bir gerçek varsa; karşımda onun yerine diğer üç adamdan biri olsaydı, belki ağzımı bile açamazdım.

"Ben haritayı mah çizgisinden takip ediyordum. Daha uzun ve meşakkatli bir yol. Anlayacağın şekilde söylemem gerekirse, kimseyi öldürmeyecektim."

Derin bir nefes aldım. "Onlar neden senin takip ettiğin yolu izlemiyorlar?"

Başını omzunun üzerinden bana çevirdiğinde, siyah gözleri yaydan fırlamış bir ok gibi gözlerime saplandı.

"Onlar kolay olan yolu seçti. Sesir'in cezasını göz önüne alırsak, kendileri için mantıklı olanı yaptılar."

"Sesir'in cezası mı?" Bunu daha önce Beki ile konuşurken duymuştum.

"Gün ışığına uzun süre dayanamıyor, vücudu garip tepkiler veriyor." diye açıkladı kısaca.

Ona Talar'ın cezasının ne olduğunu, hatta her birinin neden cezaladırıldıklarını sormak istedim ama bunu yapmadım. Günce'yi kaybetmenin acısı Nick'in şahit olduğum ölümüyle harmanlamıştı. Boğazım düğüm düğümdü.

Ante tekrar yürümeye başladığında, kendimde ona eşlik edecek gücü bulamadım. Başımı önüme eğip kardan görünmeyen botlarıma baktım ve onları aldığımız günü düşündüm. Elimde dondurmayla botları ayağıma denerken, karamel sosunu tüm suratıma bulaştırıp mağaza çalışanlarına rezil olmuştum. O gün gibi bir günü, hatta daha fenasını yaşamaya razı olsam, Tanrı burdan çıkmam için bir yol gösterir miydi?

"Çok mu yoruldun?" Adımlarının kesilen sesini duydum ancak ona cevap vermek yerine botlarıma bakmaya devam ettim.

"On dakika daha dayanabilir misin? Geceyi geçirdiğimiz kavukta mola veririz."

Yine cevap vermedim. Bahsettiği on dakikanın onda birine dahi dayanacak takatim kalmamıştı.

"Pekala."  Hareketlenen adımladı bu kez bana döndü. Ne olduğunu anlamadan bedenimin havalanmasıyla çığlık attım. Beni saman dolu bir çuval gibi sırtına attı ve vereceğim hiç-bir tepkiyi kaile almaksızın yola koyuldu.

Yaşadığım kısa süreli şaşkınlığın ardından "Ante!" diye bağırdım. Bir an duraksayacak gibi olduysa da son hızla yürümeye devam etti.

Yumruk yaptığım ellerimi ard arda sırtına indirdim. Bundan etkilenmeyeceğini sanırken, karnımın altında hissettiğim kasılan omuzları bana sırtındaki yarasını hatırlattı. Bizzat sebebi olduğum o bıçak yarasını...

Sesimi kısarak, "İndir beni," dedim. "Hemen şimdi, indir."

"İndirirsem yürüyebilecek misin?"

Dürüst davranarak "Denerim." dedim. Yürümek değilse bile milim milim ilerleyebilirdim.

"Kovuğa kadar seni ben taşıyacağım. Sonra yiyecek bir şeyler ararım. Çakmağı aldın değil mi?"

Gözlerimi öfkeyle kapatıp açtım. "Sence içeride çakmağı düşünerek durumda mıydım? İçeride ne gördüğüm hakkında bir fikrin var mı?" Sorduğum soruyu alayla yanıtladım. "Elbette var, sen ceset görmeye alışkınsındır."

Sıkıntılı bir nefes bıraktı buz gibi havaya. Başka bir tepki vermedi. Tepkisizliği sinirimi bozuyordu ama sonrasında ben de tek kelime daha etmedim. Baş aşağı sallanırken, kapanmaya yüz tutan gözlerime zorlukla engel oluyordum. Soğuk, açlık ve yorgunluk tüm gücümü azar azar emmişti. Gözlerimi kapattım, başım sırtının tam ortasındaydı. Kalbimde yeni bir acıyla uykuya dalarken, bedenimi ona emanet ettiğim için kendimden nefret ediyordum.

Bedenimin bulunduğu yerden ayrılarak sert zemine geçiş yapışını hayal meyal hatırlıyordum. Kulağımda garip uğultular vardı. Bir de, sürtünmenin yarattığı sinir bozucu ses... Ne olduğunu bilmiyordum ama uzun süre devam etti. Nihayet gözlerimi açabildiğimde, dün gece uyuduğum kavukta olduğumu anladım. Geceden bıraktığımız közün üzerinde yeni bir ateş yanıyordu ve ışığıyla karanlık kavuğu turuncuya boyamıştı. Berem, eldivenlerim, botlarım, uyumadan önce üzerimde olan Ante'nin koca montu ve yine ona ait birkaç parça ateşin etrafında kurumaya bırakılmıştı. Bir de çoraplarım, onları da çıkarıp ateşin yanı başına koymuştu. Etrafta görünmüyordu.  Bedenimdeki sızıdan daha fazla hissettiğim bir şey varsa, midemdeki boşluktu. En son saatler önce yediğim yulaflı bisküviyle duruyordum. Bisküvi! Dağ evinden ayrılırken paketin yarısını yemiştim. Bir kısmı hala montun cebinde olmalıydı. Hızla yerimden ayrılarak ateşin yanındaki monta uzandım. Her iki cebini de yokladıktan sonra hayal kırıklığıyla montu tekrar yere bıraktım. Yoktu. Çadırda kaldığımız akşam, kuruması için ağaca asıldığında paket düşmüş olmalıydı. Muhtemelen hemen altındaki ateşe düşmüş ve yanmıştı.

"İki haberim var." Kavuğun girişinde görünen Ante'ye baktım. Beresi ve sakallarında kar taneleri vardı. Eğilerek içeri girdikten sonra ateşin diğer tarafına geçerek sırtını ağaca verdi. Üzerinde hala Nick'in mavi yün kazağı ve şişme montu vardı.

"Biri kötü, diğer daha kötü. Önce hangisini duymak istersin."

Boş bakışlarımı ateşe dikerek dizlerimi kendime çektim. "Kötü."

"Yiyecek bir şey bulamadım."

"Daha kötü?"

"Tipi başlamak üzere."

Bunun ne anlama geldiğini ikimiz de biliyorduk. Birbirimize bakmadık. Dakikalar boyunca konuşmadık. Dediği gibi, biraz sonra tipi başlamıştı. Şimdilik şiddetli sayılmazdı ama kovuktan sızan rüzgar ateşi titretmeye yetiyordu. Ante bedenini girişe yaklaştırıp bir nebze rüzgarı keserken, aramızdaki mesafe azalmıştı.

"Sona yaklaşıyoruz. Sadece bir tılsım kaldı."

Bakışlarımı ona çevirdim. Dizlerini kendine çekti ve ellerini dizlerinin etrafından birbirine kenetledi.

"Yaklaştığımız son aynı zamanda benim de sonum, değil mi?"

Başını kaldırdı ve bakışlarımızı buluşturdu. O sert ifadesi şu an bizimle değildi.

"Bunları düşünme."

Güler gibi nefes verdim. Herşey o kadar ortadaydı ki…  "Bana zarar vermeyeceğini söylemiştin, bunu defalarca söyledin."

Ve bunu senin zihninden okudum, Ante...

Gözleri kısılırken, ateşin aydınlattığı hüznünü benden gizlemedi. "Arkasındayım. Benimle olduğun sürece sana asla zarar gelmeyecek ama aynı şeyi Alice için söyleyemiyorum. Harita mah çizgisinden devam edilseydi, kimsenin canı yanmayacaktı."

"Haritayı yeniden ele geçirmek istediğini sanıyordum. İlk tılsım da onlarda. Şu durumda hangi çizginin takip edildiğinin bir önemi var mı?''

"Var," dedi hiç düşünmeden. "Haritaya ihtiyacım yok." İşaret parmağıyla beresinin üstünden kafasına dokundu. "O haritadaki her şey burada. Ancak dem yoluna bir kere bulaşıldıysa, o yoldan devam edilmek zorunda. Aksi takdirde son tılsım kendini teslim etmez."

Sanki bir önemi varmış gibi, ''Onlar ne anlama geliyor?'' diye sordum.

''Dem, kan demek. Mah, adının bir parçası, ay anlamına geliyor.''

Ağır ağır yutkundum. Söylediklerini hazmetmek benim için hiç kolay değildi. "Yani, son tılsım için bir kişi daha ölecek. Öyle mi?"

''Evet ama o kişi sen ya da Alice değilsiniz.''

Sahte bir tebessüm belirdi dudaklarımda. "Demek bizi sona saklıyorsunuz. Aman ne büyük şeref!"

Oturduğu yerden gövdesini öne ittiğinde, aramızdaki mesafe tükenmek üzereydi. "Mihrimah, böyle olmasını istemezdim."

Çenemi yukarı kaldırarak başımı salladım. "Eminim istemezdin. Söylesene, ne uğruna kurban ediliyoruz Ante?" Kaşımla ateşin arkasında duran değneği işaret ettim. "Sana istediğini verdim. Şimdi, bilmeye hakkım var, öyle değil mi?"

Gözlerime bakmaya devam ederken, "Kaldırabilecek misin?" diye sordu. Kararlı bakışlarımdan aldığı yanıtla diliyle dudaklarını ıslattı. Dudaklarının vaziyeti hala aynıydı.

"Beki ve ben aynı kandanız. Sesir ve Talar ile herhangi bir bağımız yok. Buraya dördümüz birlikte gönderildik çünkü onların kanından ve bizim kanımızdan olan iki kişi ortak bir günah işledi. Sana bu günahı, nereye ait olduğumuzu açıklayamam ama şunu bilmen gerek, bizler kendi kanımızdan olanı kurtarmak için savaşıyoruz. Üç tılsımı ve bakire kızı zirveye ulaştıran taraf, kanından olan kişiyi kurtarıp ülkesindeki laneti kaldıracak. Tılsımların hepsi ele geçirilmeden dördümüzden biri ölürse, oyun bozulur. Dağ evinden kaçarken bizi sağ bırakmalarının sebebi de buydu.''

Gözlerim gözlerinde donup kalırken, nefes alışverişlerim sıklaştı. Daha önce bana bir melek olduğunu söylemişti, onunla alay etmiştim. Şimdi de aynı tepkiyi vermek istiyordum ama yapamıyordum.

"Bakire olan kıza ne olacak?"

Dışarıdan gelen uğultular yoğunlaştı. Tipi hızlanmıştı. Ondan cevap beklerken, sert bir rüzgarın içeri hücum etmesiyle ateş mum gibi sönüverdi. Henüz yanmakta olan dal parçaları etrafa saçılırken korkuyla geri çekildim. Tabanlarımla yanan parçaları iterken botlarımın ayağımda olmaması büyük şanssızlıktı. Ante atılarak botlarımı ve diğer eşyalarımı kucağıma bıraktı. Sonra da etrafa saçılan köz parçalarını elleriyle! dışarı attı. Buna şaşırmamalıydım, daha dün gözümün önünde ateşe dokunmuştu. Henüz kuruyan botlarımı ve montu üzerime geçirdim. Bereyi alelacele kafama giydikten sonra eldivenleri cebime sıkıştırdım. Tipinin savurduğu karlar içeri doluşuyordu. Dudaklarımı ısırarak yüzüme vuran kardan korunmaya çalıştım. O sırada Ante dışarı çıktı ve çok geçmeden iki koca taşla geri geldi. Sonra aynı şeyi üç kez daha yaptı. İçeri son girişinde kavuğun dar girişine taşları istifleme başladı. İşi bittiğinde üzerindeki şişme montu çıkarıp taşların arasına sıkıştırdı. Böylelikle boşluklardan rüzgar ve karın sızmasını engelledi. Kendini yanıma bıraktığında nefes nefeseydi.

"Taşların önünü kar yığılırsa ne yapacağız?"

İçerisi loş sayılamayacak kadar kararmıştı.

"Onu da o zaman düşünürüz." Benim aksime sesi hala güçlüydü. Kolum onun koluna çarpıyordu ama öyle tedirgin olmuştum ki geri çekilemedim.

"Korkma, bir şey olmayacak. Biraz uyumak ister misin?"

Uğultuların taşlara çarpan korkutucu sesine kulak verdim. "Hayır, uyumayacağım."

Kollarımı kendime dolayıp tipinin sona ermesini bekledim. Her geçen dakika içerisi biraz daha kararıyordu. Kar istiflenen taşların üzerinde kendine yer yaptıkça, bizi derin bir karanlığa itiyordu. Gözlerimi kapatıp başımı arkaya yasladım. Ne kadar geçti bilmiyordum ama dakikalarla ölçülemeyecek kadar fazlaydı. İçerisi en az dışarısı kadar soğumuştu. Kendimi sıkarak soğuğa dayanmaya çalıştım. Dişlerim birbirine öyle sert çarpıyordu ki kırılmaları kaçınılmazdı.

''B-bir ateş d-daha yakamaz mısın?'' Dişlerim dudağıma çarparak orayı bereledi.

"Giriş kapalı, dumandan boğuluruz. Ayrıca o ateşi sürtünme yoluyla yakabilmek için dakikalarca uğraşmıştım. Şu an elimizde kuru odun parçası yok."

"Peki," Başımı bu sefer dizlerime gömdüm. O an burada ölürsem, babamın ne kadar üzüleceğini düşündüm. Karnımın aç olduğunu anlar mıydı? Anlarsa kahrolurdu. Kendimi ne kadar sıkarsam sıkayım dudaklarımdan kaçan hıçkırığa mani olamadım.

Gözlerimden süzülen yaşlar soğuk yanaklarımı ıslatırken, Ante'nin üzerime eğildiğini hissettim. Kolunu belime attı ve beni göğsüne çekti. Ona engel olacak gücü kendimde bulamadım. Başım göğsüne dayandığında, kollarını usulca bedenime sardı. Sert göğsü hafifçe titriyordu. Islak kirpiklerimi birbirine bastırdım. Tuzlu su kokusunun ciğerlerime bulaşması uzun sürmemişti. Küçükken çırılçıplak Fransız Riviera'sında koşarken, soluduğum tuzlu su kokusuna benziyordu. Babamın en sevdiğim sedir ağacı kokusuna benziyordu. Sadece bu kokuyu soluyarak yeşilin en nadide tonunu taşıyan okyanusların üzerinde yürüdüğümü hayal edebilirdim. Çenesini alnıma yaslarken, belli belirsiz inlediğini duyumsadım. Ona acı verdiğimi bile bile bundan vazgeçmedi.

Bedenimdeki titreme hükmünü yitirirken, gözlerimi açmadan sordum. "Dudaklarına ne oldu?"

Cevap vermedi. Nefes alışverişi belli bir düzene ayak uydurmuyordu, yine de uyuyor olabileceğini düşündüm.

"Neyse..." diye mırıldandım bu kez, muhtemelen beni duymamıştı.

Omzumu kavrayan avucu usulca dirseğime kaydığında irkildim.

''Dudaklarımın dudaklarına değmesinin bir bedeli vardı.''

Burnu beremi geriye itti, saçlarım alnıma döküldü.

"Yapmak zorunda değildin."

Burnu, alnım ve saçlarımın arasındaki o ince sınırda duraksadı. Nasıl mı hissediyordum? Biri buz tutan kaburgalarıma koca bir kova kaynar su boşaltıyordu. "Zorunda olduğum için yapmadım."

Gözlerimi yavaşça açtım. ''Neden yaptın?''

Parmaklarını belime bastırdığında, inleyerek başımı kaldırdım ve burnum çenesine çartı. Bu kez inleyen o oldu. Tenlerimiz arasında görünmez bir harp vardı; kanlı ve acı veren bir harp...

''Söyle, Mihrimah.'' Nefesi üst dudağım ve burnum arasındaki o vasıfsız boşluğu işgal ederken, içimdeki zift rengi denizin dalgalandığını hissettim. ''Söyle. Bunu duymalıyım.'' diye konuştu bir kez daha, kelimeleri fısıltıya bürünmüştü.

"Bana bakire olan kızın sen olmadığını söyle."

❄️

Çocukluk aşkını bulmak için mafya lideri olan Asil, onun kendisi için tutulan bir seri katil olduğunu bilemezdim:) Yeni hikayemiz ATEŞTEN KÜLE🕯
Her çarşamba yeni bölümüyle sizlerle...

UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin