Zihnim kurnazca oyunlar oynamıştı. Beni ezmek için, yok etmek için, kendimden ödün vermem için, teslim olmam için mayınlı alana girmemi kollamıştı.
Zihnim Ante'nin zihnine yenik düşmüştü.
Tıpkı esir bedenim gibi düşüncelerim de onun boyunduruğu altına girmişti.
Bunu ne zamandır yapıyordu? Ne zamandır saçlarıma dokunduğunda aklından geçenleri okuyordu, asla bilemeyecektim.
Avucumu alnıma bastırdım ve sıkıntıyla nefes verdim. Saçlarıma daha önce hiç dokunmuş muydu? Kaç kez dokunmuştu? Bana dokunduğunda eline nasıl kozlar verdiğimi hatırlamaya çalıştım. Olmuyordu... Kafamın içi koca bir taş kütlesiyle kaplanmıştı ve hiç bir şey düşünmeme izin vermiyordu. Hatırladığım son şey onu üzerimden tekmeleyerek ittiğimdi. Çadırdan kovduğumda bana verdiği tek yanıt, o sinir bozucu gülümsemesi olmuştu.
Sinir bozucu, bundan emin misin Pera?
Ah hayır, lanet olası herif çok güzel gülümsüyordu. Güzel ve gizemli... Aslında bu iki kelime onun tanımlaması gibiydi.
Yüzümü sıvazladım. Şu an yapılabilecek en mantıklı şey ustaca kurgulanmış dahiyane bir plandı. Evet, kafama koymuştum. Bunu tek başıma yapmam gerekse bile, bir şekilde onlardan kurtulacaktım. Bedeli bu dağın bir köşesinde donarak ölmek olsa bile... Çünkü yaşamımdan vazgeçmiştim. Çünkü biliyordum; o katilleri koruyan bir güç vardı ve yaklaşılmasına izin vermiyordu. Çünkü tılsımları hepsi ele geçirilmişti. Sıra bana gelmişti. Çünkü, çünkü, çünkü!
Harekete geçip kuruyan kıyafetlerimi giydim. Hepsi kirli ve kötü kokuyordu. Bedenime su değmeyeli günler olmuştu. Gözlerimi kapatıp jakuzinin ılık suyunda dakikalarca kaldığım anları hatırlatmaya çalıştım. Hatırlayamadım. Saç diplerimde hissettiğim yağ kendimden ikrah etmeme sebep oluyordu.
Ante'nin koca montunu üzerime geçirirken, dikkatime takılan bir kutu konserve ve su aklımdaki her şeyi silip attı. Ne zamandır burada olduklarını bilmiyordum ama onları kimin getirdiğini gayet iyi biliyordum. Vakit kaybetmeden yeşil fasulye konservesini açtım ve yemeye başladım. Boğazımdaki şişlik her yutkunmamda canımı yaksada saniyeler içinde yarısını tükettim. Diğer yarısını askerin yemesi için ayırarak suyun da bir kısmını mideme gönderdim. Suyun ılık olmasından yola çıkarak ateşin yanında bir süre bekletildiği ihtimaline ulaşabilirdim. Ante konumu itibariyle tam bir nobran olması gerekirken, nasıl bu kadar düşünceli bir adam olabiliyordu?
Konserve ve şişeyi montumun geniş ceplerine koyduktan sonra çadırın fermuarını indirmeye başladım. Etrafı aydınlatan ateş çadırın hemen önünde yanıyordu. Ancak geceyi gölgede bırakan asıl şey pürüzsüz ve parlak görüntüsüyle birer elmas tanesini andıran karlı yüzeydi. Fermuarı aşağı kadar çektiğimde parmaklarımın dış boğumu zemine temas etti. Dondurucu soğuk karı sert bir tabaka haline getirmişti. Nefesimi tutarak başımı dışarı uzattım. Talar ve Sesir biraz ileride oturmuş, önlerine koydukları haritayı inceliyorlardı. Bunu sıklıkla yapıyorlardı. Bu da demek oluyordu ki, hala çözemedikleri bir şeyler vardı. Asker elleri ve ayakları bağlı şekilde ateşin başına oturtulmuştu. Beki hemen yanındaydı. Ante yoktu.
Çadırdan eğilerek çıktım ve sessizce askerin yanına gittim. Beni görünce tepki vermediler. Ne o, ne de Beki. Askerin üzeri dağılmış, suratı kan içindeydi. Bana Nick'in hayattayken gördüğüm son halini hatırlatmıştı.
Yanına çömeldim ve "Asker," diye fısıldadım ikinci dilim olan fransızcayla. Cebimdeki suyu çıkardım. "Biraz su iç." Kapağını açtığım şişeyi dudaklarına yaklaştırdığımda, son damlasına kadar kana kana içti. Sonra nefes nefese yüzüme ve bedenime baktı.
"Yaran var mı?"
"Hayır, iyiyim."
Göz ucuyla Beki'ye baktım. Yorgun mavileri ateşteydi ama bizi duyduğunu biliyordum.
"K-kolun nasıl?" Vurulan koluna dokunduğumda parmaklarıma değen ıslaklıkla irkildim. Siyah montu açık etmiyordu ama kolu boydan boya kan içindeydi. "Asker..." diye inledim acıyla.
"Tamam, sakin ol." Başıyla Beki'yi işaret etti. "O pansuman yaptı, iyiyim."
Kabanının düşen yakasını düzelttim. O dağ gibi bir adamdı. Güçlü, korkusuz ve soğukkanlı... Buna rağmen çektiğimiz denk acının altında ikimiz de aynı oranla eziliyorduk.
"İyi değil, muhtemelen bir gün bile yaşayamayacak."
Beki'nin sözleri kanımı dondurdu.
"Ne saçmalıyorsun sen!"
Bakışları, duruşu ve konuşmasıyla bir robottan farkı yoktu. Beki, ruhunu kaybetmiş gibiydi.
"Yarası enfeksiyon kapmış. Bu yüzden olmasa bile kan kaybından ölecek. Anlayacağın, bir şekilde ölecek."
Avuçlarımı sıkıp bakışlarımı yere düşürdüm. Ateşin sıcaklığı sol yanıma vuruyordu. Yine de titriyordum.
"Ona kulak asma. Kimin kimden önce öleceğini bilemeyiz."
Askere baktım. İri suratına, kemerli burnuna ve koyu kahve gözlerine... Ve içimi kavuran o sözleri bu kez onlar için tekrar ettim. "Buraya hiç gelmemeliydiniz."
Başını salladı. "Ama geldik ufaklık, buradayız ve şu an bunu yaşıyoruz."
Başımı yana eğdiğimde, bir damla gözyaşım burnumun üzerinden akıp gitti. "Senin kadar güçlü olabilmeyi isterdim."
"Güçlüsün, yalnızca bunun farkında değilsin."
O da Ante gibi benim güçlü olduğunu düşünüyordu. Ante gibi...
"Bak sen, küçük avımız kafesinden çıkmış." Bize doğru gelmekte olan Sesir'e bakıp gözlerimi devirdim. "Söylesene, bunun için avcından izin aldın mı?"
"Saçmalıklarına cevap vermeyeceğim." Çömelmekten ağrıyan bacaklarımı dizlerimin üzerine bıraktım.
Omzu montunun üzerinden kırmızı bir kadın kazağıyla sarılmıştı. Keşke o kurşun omzunun bir karış aşağısına, kalbine saplansaydı, diye hayıflandım içimden.
"Hangisi saçmalık? Senin bir av olduğun mu, yoksa Ante'nin usta bir avcı olduğu mu?"
Ateşin diğer tarafında duran Sesir'e ne cevap vereceğim konusunda bir fikrim yoktu. Haksız değildi ama haklı olduğundan da emin değildim.
"Zirveye bak bebeğim, ne kadar yakın değil mi?"
İstemeden de olsa bakışlarım yukarı kalktı. Siyah bir girdabın içinde ışıldayan zirve, kanlı kollarını açmış bizi bekliyordu.
"İşte sonun da o kadar yakın! Ante'ye güvenme, onun sonu da seninkinden farklı olmayacak."
Gözlerim telaşla yüzüne çıktı. Bunu fark ederek çirkince gülümsedi. "Bizim için zirveye çıkan tek bir yol var. Tüm uğraşlarımıza rağmen harita bize o yolu göstermedi."
"Ante'nin o yolu çözdüğünü biliyorsun," dedim hiç düşünmeden. "Bu yüzden onu öldürmedin."
"Zeki kız," Dizlerinin üzerine çöktü ve ateşe elini uzattı. "Gün ışığının tenimde açtığı her yarada Ante'nin parmağı var. Bedelini zirveye ulaştığımız an canıyla ödeyecek. Ne hoş!"
Kafamda bir soru işareti daha ışıldadı; Sesir'in cezasında Ante'nin nasıl bir payı olabilirdi?
Beki nihayet bir tepki vererek Sesir'in yakalarına yapıştı. Ancak Sesir bir dirsek darbesiyle onu kolayca yere devirdi.
"Sana da sıra gelecek aptal, şimdi uslu dur ve midendeki açlığa kulak ver."
Şimdi her şeyi daha net görüyordum. İki grubun kati surette birlik olmadığını, en başında tahmin ettiğim çıkar ilişkilerinin aslında su götürmez bir gerçek olduğunu ve birbirlerini ortadan kaldırmak için fırsat kolladıklarını, tüm çıplaklığıyla görebiliyordum.
Elimi cebime atıp konserveyi çıkardım. Ufak plastik kaşığı yeşil fasulyeye daldırıp askere uzattım.
"Onu sen ye. Emin ol, ölürken midesinin boşluğunu umursamaz."
Gözlerimi kapatıp Beki'nin sözlerine lanet ettim. "Kes şunu! En azından senin aksine yemek yiyebiliyor!"
Yemesi için askere yalvaran gözlerle baktığımda, dudaklarını araladı. Kaşığı birkaç kez ancak doldurabilmiştim, çarçabuk bitmişti. Boşalan kutuyu yere bırakırken, askerin cebindeki kırmızı saplı ayna dikkatimi çekti. Ben bayılınca aynayı onun almasını istemişlerdi. Bunu yapması için eminim onu da benim canım tehdit etmişlerdi! Bundan tek bir anlam çıkarabilirdim; tılsıma ben ve asker dışında kimse dokunamıyordu. Ne Beki, ne de Ante!
Askere doğru eğilip fısıldadım. "Dinle, aynayı çaktırmadan ateşe atalım!"
Asker boş bakışlarını tılsıma düşürdü. "Denemedim mi sanıyorsun? Hiç bir şey olmuyor."
Düşen omuzlarımla birlikte önüme döndüm. Biraz sonra Ante elinde dal parçalarıyla çıkageldi. Tüfeği, suratı asker tarafından dağıtılan Talar'daydı. Ateşi güçlendirdiği sırada bana ters bir bakış attı. Bunun sebebi eminim ki izni olmadan çadırdan dışarı çıktığım içindi. İkizler ve Beki'nin aksine atkısı ve beresi yoktu. Beresini en son benim başıma takmıştı. Gözünün önünde çıkarıp atmama rağmen daha sonra çadırda da görememiştim.
"Dalları boşuna topladın. Birazdan yola çıkacağız."
Ante onu duymamış gibi dal parçalarını kırarak ateşe atmaya devam etti. "En az üç saatlik yolumuz var. Kardeşinin yarası o kadar yolu yürümesine müsade etmez, Talar."
"Haklı," diye araya girdi Sesir. "Omzum iyi durumda değil."
Dört adam ateşin etrafına oturmuş ne halt yiyeceklerini konuşurken, aklımdaki tek şey askeri yaşatmak için ne yapabileceğimdi.
Talar öfkeyle, "Kendini zorla! Gün doğduğunda zaten yürüyemeyeceksin." diye bağırdı.
Beki oturduğu yerden ayağının altındaki karı iteledi. "Her ne halt yiyecekseniz acele karar verin. Bu iş fazla uzadı."
"Bak," dedi Talar ukalaca. "Beki de benim gibi düşünüyor."
"En azından birkaç saat daha kalıp dinlenelim. Güç toplarsak harekete geçtiğimizde daha hızlı yol alırız."
İkizler birbirine bakarak Ante'nin önerisini aralarında değerlendirdiler. Sesir'in seçimi belliydi.
"Pekala," diye kabul etti Talar. "Dediğin gibi olsun." Silahını dizine vurarak Ante'yi tehdit etmekten çekinmedi. "Gözüm üstünde."
İki kardeş sırtlarını birbirine vererek ayaklarını ateşin kuruttuğu alana uzattılar. Biri Talar'ın omzunda, diğeri belinde ve ikisi ellerinde olmak üzere dört silahları vardı. Ayağa kalktım. Önümüzdeki şu birkaç saati onların yanında geçirmeye niyetim yoktu. Askerin iplerini çözmeye yeltendiğim sırada Talar bağırdı.
"Ne yapıyorsun sen!"
"Gördüğün gibi, iplerini çözüyorum."
"Kimden izin aldın?"
Elimi bel boşluğuma yerleştirdim. Suratımdaki şeytani ifadenin hedefinde bu adi herif vardı. "Ne o Talar, yoksa silahsız ve yaralı bir adamdan mı korkuyorsun?"
Öfkeden göz kapakları titredi. "Dilini kesmek istiyorum."
Ante "Bırak çözsün," dedi dümdüz bir sesle. "Adam yaralı, çadırda dinlensin."
"Neden ona böyle bir iyilik yapayım?"
Ante'nin cevabı hazırdı. "Kıza bir şey olursa son tılsımı taşıması için adama ihtiyacımız olur."
Talar başını diğer tarafa çevirdi ve yere tükürdü. Bu onun mecburi kabullenmesiydi. Askerin iplerini çözdükten sonra ona omzumu uzattım. Ancak o bana tutunmak yerine Ante'ye baktı.
"Sen çelimsizsin, beni tek başına taşıyamazsın. Ondan yardım al."
"Hayır, taşırım."
Ante ayağa kalktı. "Haklı, tek başına onu kaldıramazsın."
Bana söz hakkı tanımadan askerin koluna girdi ve ağırlığını kendisine vererek onu çadıra götürdü. Çadıra girdiğimde, askeri az önce yattığım battaniyenin üzerine yatırdığını gördüm.
"İçeri gir ama fermuara dokunma," diye konuştu fısıltı halinde. "Onları işkillendirmeyelim."
Askerin dediğini yaparak fermuarı kapatmadan içeri girdim ve yanına oturdum. Ante diğer tarafındaydı.
"Su ister misin? Yiyecek yok ama biraz daha su var."
Elini dizime koydu. "Onu kendine sakla. Senin daha fazla ihtiyacın olacak."
"Böyle konuşma."
"Doğruları söylüyorum."
Askerin bir baykuş kesinlinliğiyle irileşen gözleri Ante'nin yüzüne çıktı.
"Aklında ne var?"
Başımı kaldırıp Ante'ye bakmadım. Askerin onunla konuşuyor olmasını garipsemiştim.
"Tüfeğimi onlara kaptırmış olmasaydım aklımda müthiş şeyler vardı." diye konuştu sesine tehlikeli bir tını iliştirerek. "Nasıl olacak bilmiyorum ama yola çıktığımız an Pera'ya bir kaçış yolu hazırlayacağım. Zirveye giden yolu bilmiyorlar. Yine de onları zirveden uzaklaştırdıktan bir süre sonra bunu fark edeceklerdir."
Asker sağlam kolunu kaldırarak başının altına yerleştirdi. "Fazla vaktim kalmadı ama doğacak planın için elimden geleni yaparım."
Şaşkınlıkla askere baktım. "Bir dakika! Ona güvenmememi söylemiştin. Şimdi kalkmış kendin güveniyorsun. Şaka mı bu!"
"Ben kimseye güvenmiyorum."
Ante'ye ters bir bakış attığımda beni izlediğini gördüm. "Beni onlara teslim etti."
"Başka çaresi yoktu."
"Hayır, hayır. En başta söylediklerine dön. Ben ona güvenmiyorum ve kendime ona emanet etmeyeceğim."
Ante dizinin üzerine çöktü. Benimle konuşmaya hazırlanırken, asker onu yaralı koluyla durdurdu.
"Pera, beni neden öldürmediler biliyor musun?"
"Elbette, tılsımı taşıyabildiğin için..." Cebindeki aynayı işaret ettim. "O şeye bizden başka kimse dokunamıyor.
"Yanılıyorsun. Bizden başka bir kişi daha dokunabiliyor, o kişi Ante'den başkası değil."
Daha birkaç dakika önce "Kıza bir şey olursa tılsımı taşıması için adama ihtiyacımız olacak." diyen Ante değil miydi?
"Ama... az önce..."
"Sen bayıldıktan sonra ayna yere düştü ve Ante’den almasını istediler. Ama o aynaya dokunduğu an geri çekildi. Başta onun da diğerleri gibi dokunamadığını düşündüm. Sonra beni bağlarken, elleri defalarca aynanın sapına temas etti. Hiç bir şey olmadı." Ante'ye minnettar gözlerle baktı. " Sana teşekkür etmeyeceğim genç adam, ama bunu beni öldürmemeleri için yaptığının farkındayım."
Şaşırmamıştım. Az önce ona güvenmediğimi söylememe rağmen bu yaptığına zerre şasımamamıştım.
"Birilerinin ölmesinden hoşlanmıyorum."
"Evet, bunu belli ettin. Söyle, dağda onca güvenlik gücü olmasına rağmen neden kimse bizi bulamıyor?"
Verdiği cevapla tüylerimi ürperdi. "Çünkü öyle olmasını istiyorlar."
"Kim öyle olmasını istiyor?"
Ayağa kalktı. "Bunları konuşacak vakit yok. Burada dinlenin, daha sonra sonra yola çıkacağız. Ben dışarıda düşüneceğim. Bir ara uğrar, sana planımı anlatırım."
Çıkışa yöneldiğinde ayağa kalkıp peşinden gittim. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama askere baktığımda gözlerini kapatmış olduğunu gördüm.
"Nasıl bir adam olduğunu bilmiyorum."
Bana döndü, çadırın ebatları uzun boyunu karşılamadığı için eğilmişti. Bu da bizi birbirimize daha yakın hale getirmişti.
"Bunu düşünme. Aklındaki tek şey burdan kurtulmak olsun."
Bu sözüyle son yaşadıklarımız aklıma geldi ve omzuna vurdum. "Aklımdaki, öyle mi? Seni yalancı! Neden zihnimi okuyabildiğini söylemedin!"
Dudaklarını birbirine bastırdı, çenesindeki çukur belirginleşti. "Sana yalan söylemedim. Bunu hiç sormadın."
Gözlerim öfkeyle aralandı. "Nicolas'a da beni aldatıyor musun diye sormamıştım. Tabi bu aldattığı gerçeğini değiştirmedi!"
Sert bir adım attığında bedenlerimiz birbirine çarptı. Buna rağmen geri çekilmedim. Her sinirlendiğinde olduğu gibi düz kaşları bir yay şeklini alırken, gözlerindeki safi siyahlık dalgalandı.
"Bir daha beni onunla kıyaslama!" Gözlerim beresiz saçlarına kaydığında, tüm o öfkesine rağmen gülümsedi. "Bunu sakın düşünme, aynı karşılığı alırsın."
"Bundan korktuğumu mu sanıyorsun? Kafamın karıştığı bir an saçma sapan birkaç cümle okudun, hepsi bu."
Gülümsemesi genişlemedi ancak dudağının kıvrılan sol yanı keyiflendiğini gösterircesine çukurlaştı. "Kafanın karıştığı bir an, bana pek öyle gelmedi."
"Evet," dedim kararlılıkla başımı sallayarak. "Şimdi saçlarıma dokunsan, okuyabileceğim tek bir gerçek olur."
Saçlarına bakamıyordum. Gözlerine bakamıyordum. Çıkık adem elmasına, çerçeveli dudaklarına bakamıyordum. Oysa öyle iri bir adamdı ki, nasıl korkusuzca bakabileceğim bir yeri olmazdı?
"Söyle," dedi, ılık fısıltılarımız birbirine karışırken. "Zihninden okuyamazsam, dudaklarından dinlerim."
Kalbim sıcacık bir hisle kavrulurken, o hisse inat zehir damlattı dudaklarım.
"Ölmeni ne kadar istediğim, okuyacağın tek şey bu olurdu."
Gülümsemesi buz kesti. Aynı saniye kaynar su içmişim gibi ağzımın yandığını hissettim.
"Buna inanmıyorum. Ama inandığım bir şey var. Asker ölünce üzüleceksin. Hiç tanımadığın Anne ve Abella için üzüldüğün gibi..." dedi vezinsiz bir sesle. "Hatta o korucu öldüğünde bile üzüldün, bunu gözlerinde gördüm."
"Ne söylemeye çalıştığını anlamıyorum."
"Anlıyorsun, anladığını biliyorum."
Başımı önüme eğdim. Keşke gidebileceğim bir yer olsaydı.
"Ben ölsem Mihrimah, şimdi, burada..." Bana sokuldu. Parmakları çeneme yaklaştı ama dokunmadı. Parmak uçlarının uyguladığı hayali kuvvet başımı çehresine kaldırırken, kısılan gözleri gözlerimdeydi. "Söyle bana, üzülür müydün?"
Adımlarım zorlukla geriye gitti. Ancak çadır kumaşına çarpmasıyla olduğu yere geri döndü.
"Görüyor musun? Gidebilecek hiçbir yer yok." dedim üzgünce. Bana bu kadar yakınken, tüm baş kaldırışlarım uysallaşıyordu ve bunu hayretler içinde izliyordum.
"Üzülme, sana bir yol çizeceğim."
"Sana inanmıyorum."
Başını kaldırmasıyla dudakları saçlarıma çarptı.
Bir şey düşünme Pera, bir şey düşünme. Hayır, hayır, hayır, bir şey düşünme.
Belli belirsiz bir kıkırtı duydum. Kısık ve erkeksiydi. Bakışlarım boğazında hareketlenen adem elmasına kaydı. Saçlarına dokunmak isteğiyle yanıp tutuşan parmaklarımı avucuma kapattım.
"Ben sana inanıyorum."
Beni olduğum yerde, yaralı asker ve yanan yanaklarımla başbaşa bırakarak dışarı çıktı. Bir süre karmakarışık düşüncelerle ayakta dikildim. Sonra derin bir nefes aldım ve az önce oturduğum yere çöktüm. Asker uyuyordu. Cebindeki aynaya elimi uzattım ve kendime çevirdim. İlginç, bu kez bana aksimi göstermişti. Tabii, gördüğüm görüntü karşısında göstermemiş olmasını dilerdim. Buğday tenim kâğıt gibi bembeyaz kesilmişti. Göz altlarım ise tahmin ettiğim gibi morun en açık tonunu giyinmişti. İnce dudaklarım kuru, hatta çatlak görünüyordu. Az önce kızaran yanaklarım ise içine çökmüştü. Bir an aynadaki yansımanın ben olduğuma inanamadım. Yüzüm ufacık kalmıştı ve berbat görünüyordum. Kimbilir, babam beni bu halde görse ne kadar üzülürdü. Hah, göremeyecek olması azımsanamayacak bir ihtimalken mi? İçimi çektim ve kendime bakmaya devam ettim. Kalın ve seyrek kaşlarımdan biri it Talar yüzünden hafifçe açılmıştı. Parmaklarımı yavaşça kaşıma götürdüm. Şimdi kabuk bağlamıştı ve temiz görünüyordu. Oysa kabza kaşıma indikten sadece bir kaç saniye sonra aşağı inen sıcak kanı hissetmiştim. Boynumdaki kesikten süzülen kanı hissettiğim gibi... Aynayı boynuma indirdiğimde dudaklarım istemsizce aralandı. Beyaz, temiz bir bez parçasıyla sarılmıştı. Ante...
Aynayı askerin cebine bırakıp olduğum yere kıvrıldım. Kaybettiklerimin acısıyla, aldatılmışlığın öfkesiyle, Ante'nin kalbimi bulandıran gizemi ve sancılı bir karın ağrısıyla gözlerimi kapattım. Yorgun bedenimin uykuya dalması uzun sürmemişti.
❄
Kalan yürüme mesafesinin üç saat olduğunu söylemişti Ante. Tahminlerim doğruysa en az iki saatini yürümüştük. Her şeyin son bulacağı zirveye artık yalnızca bir saat uzaklıktaydık. Sabah olmak üzereydi. Her şey yolunda gitseydi, muhteşem alacakaranlık eşliğinde dağı bu mesafeden izlemek heyecan verici olacaktı. Şimdiyse, geriye her dönüp baktığımda gözleri yaşlı cesetlerin hayaletlerini görüyordum. O sivri çıkıntıların, kusursuz maviliğe bürünen irili ufaklı buzulların ve rengarenk granitlerin arasından bana hüzünle el sallıyorlardı.
Asker ilk bir saati zorlanarak da olsa yürümüştü. Daha fazla dayanamadığını anladığında, Ante onu kızağa yatırarak iplerini omuzlamıştı. Talar önden gidiyordu. Arada Ante'ye dönüp ne taraftan ilerlemesi gerektiğini soruyordu. En arkada Sesir vardı ve her hareketimiz kontrolü altındaydı. Kara batıp çıkan adım seslerinden başka ses yoktu. Rüzgar yoktu, kar yağmıyordu, kimse konuşmuyordu ve karnım ağrıyordu.
"Tuvalet ihtiyacım var." Durdum ve birinin bana cevap vermesini bekledim.
Ne yazık ki ilk cevap veren Talar oldu. "Kıçına lazımlık bağlayacağım."
"Neredeyse iki saattir yürüyoruz."
"Evet." dedi o gereksiz, kalın sesiyle. "İzin verirsen bir saat daha yürüyeceğiz."
Sesli bir soluk verdim. "Çişim geldi ve mesanem doluyken yürüyemem. O aptal kafan beni anladı mı?"
Bir balon gibi şişen suratı kıpkırmızı kesildi. "Seni var ya!"
Ante ser bir duvar gibi Talar'ın önünde dikilirken, bana omzunun üzerinden saniyelik bir bakış attı. Bu bakıştan susmam gerektiği anlamını çıkaramayacak kadar aptal değildim.
"Bırak gitsin Talar, ona verecek beş dakikamız var. Tartışarak bize vakit kaybettiriyorsun."
Talar sert bir hamleyle geri döndü ve bağırdı. "Bu kızın dilini keseceğim!"
Onları daha fazla dinlemedim ve on metre uzaklıktaki kar kütlesine doğru yürümeye başladım. Her adımda karnımın ağrısı biraz daha artıyordu. Reglime daha vardı, buna emindim. Çünkü buraya gelmeden önce son döngümü tamamlamıştım. O halde bu ağrının sebebi ne olabilirdi? Bedenim çok fazla anormal duruma maruz kalmıştı ve hiç bir şeye şaşıracak durumda değildim. Adımlarıma hız kazandırarak bedenimi hacimli kar kütlesinin arkasına gizledim. Kızarık, titreyen parmaklarımı pantolon düğmeme götürüp açtım ve kotumu aşağı sıyırdım.
Karnımda kasıklarıma uzanan şişlik ve yoğun bir kızarıklık hakimdi. Parmaklarımla baskı yaptığımda, içeride ince bir sızlama hissettim. Hayatımda ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordum ve ne yapmam gerektiğimi bilmiyordum. Yardım isteyebileceğim kimse yoktu. Karnımda bu gariplikle nasıl bir saat boyunca yürüyecektim? O azman kardeşler kesinlikle halimden anlamazlardı.
"İyi misin?"
Sesiyle irkilerek ona döndüm. Ne ara yanıma gelmişti? Hiç fark edememiştim.
"Niye sessiz sessiz geliyorsun?"
Arkasına bakarak diğerlerini kontrol ettikten sonra anlamaya çalışır gibi yüzüme baktı. "Korkuttum mu?"
"Hayır."
Bakışları aşağı indiğinde, telaşla kasıklarımda duran ellerimi çektim. Buna rağmen karnıma bakmaya devam ederken, kaşları çatıldı.
"Canın mı yanıyor?"
Bakışlarımı ondan kaçırarak alt dudağını içeri çektim. Anlamış olması mümkün olamazdı, değil mi?
"Cevap ver, canın mı yanıyor?"
Omuz silktim. "Hayır, neden yansın?"
Bu kez bakışlarını kaçıran o oldu. "Şeyden..."
Sakin ol Pera, telaşlanman için hiçbir sebep yok. Ona hiçbir şey açıklamak zorunda değilsin.
"Neden?"
Omzundaki çantayı indirerek bana uzattı. "Talar'ın kamp alanından toplandığı eşyalar," Fermuarını açıp elime tutuşturdu. "Göz attım, kadın kıyafeti yok. Yalnızca kendi işlerine yarayacak şeyler almışlar."
Yüzüme bakmıyordu. Sanki benim durumumda olan oydu. Şaşkınca ona bakarken, üzerindeki montu ve kazaklarını bir anda çıkarıverdi. Karşımda siyah kemik atletiyle kalmıştı. Çığlık atmak üzere ağzımı açtım. Ancak o daha hızlı davranarak avucunu dudaklarıma kapattı ve beni kütleyle arasında sıkıştırdı.
"Sakin ol, sana yardım etmeye çalışıyorum. "
Dudaklarımı sertçe avucundan ayırdım. "Soyunarak mı!"
Ellerini benden ayırmadı. "Aklından neler geçiyor Mihrimah?"
Kirpiklerimi kırpıştırdım. "Seni ilgilendirmez.”
Bakışları aşağı indi. Ah, hayır ya!
"Çek o bakışlarını ordan."
Onu itmeye çalıştım ama yüz yıllık bir çınar ağacı gibi yerinden milim kıpırdamadı.
"Hava bu kadar soğukken pantolonunun düğmenin açık mı bırakıyorsun?"
Kızardığıma, ve onun da bu durumdan zevk aldığına emindim. Elimi hızlıca pantoluma götürdüm ama o bir kez daha benden önce davranarak düğmeme asıldı. Gözlerini gözlerimden bir saniye bile ayırmadan düğmemi usulca ilikledi.
"Utanıyor musun?" Soluğu soğuğun soluğundan daha keskindi. "Seni defalarca yarı çıplak görmesine rağmen, o güzel vücudunu bir kere bile izlemeyen adamdan mı utanıyorsun?"
Geri çekilip atletini çıkardı ve elime tutuşturdu. Gözlerim elimde olmadan gövdesine kaydı. Teni esmer ve göz alıcıydı. Kaslı omuzlarına bakarken, düşmemek için onlara defalarca tutunduğumu hatırladım. Bakmamam gerekiyordu ama fazlaca izlenesi duruyordu. Neyse ki çok geçmeden kazaklarını ve montunu tekrar üzerine geçirdi. Atletini parmaklarımın arasında sıkıyordum.
“Onu karnına sar. Pelvik bölgende bulunan organ ya da kasların üşütmesi sonucu gerilmesi ağrı ve şişliğe sebep olur. Orayı sıcak tutmaya çalışalım.”
Çalışa-lım!
Neydi bu adam? Bir doktor falan mı? Başka bir evrene ait olduğuna yemin edebilecek duruma gelmişken, nasıl benim dünyamdaki her şeye bu denli hakim olabiliyordu?
“Düzelecek.” dedi temin eden bir sesle.
Elleri saçlarıma değiyordu ve aynı anda aklımdan geçen tek bir soru vardı. "Neden böyle davranıyorsun?"
Arkasını döndü.
"Başka türlüsü elimden gelmiyor."
Gitti.
Yanıma her gelişi ayrı bir muamma doğuruyordu. Gidişleri de öyle. Birlikte geçirdiğimiz o kısacık anlarda düşüncelerimi, planlarımı ve hatta duygularımı alaşağı ediyordu. Ne yazık ki aramızdaki o tuhaf çekimin artık farkındaydım. Bir şeyin daha farkındaydım; bu basit bir stockholm sendromu değildi. İsmi yoktu, tarifi yoktu, nasıl hissettirdiğini ve nereye gittiğini bilmiyordum. Koca bir belirsizlikten ibaretti. Bu, neydi?
Soğuktan uyuşan ayak parmaklarımın sızlamasıyla dikilmeye bir son verdim. Söylediği gibi çantada birkaç parça erkek kıyafeti ve ıvır zıvırdan başka bir şey yoktu. Mecburen aralarından bir kazak ve pantolon almak zorunda kaldım. Ante’nin atletini karnıma sardıktan sonra erkek kıyafetlerini mevcut kıyafetlerimin üstüne giydim ve yanlarına geri döndüm.
Çok değil yedi, en fazla sekiz dakika daha yürüdükten sonra Talar bir şeye çarparak duruverdi. Ve büyük bir hayretle geri çekilerek yukarı baktı. Neden durduğunu, nereye baktığını anlayamadım. En mühimi, nereye çaptığını...
"Siktir!" diye bağırdı anlayamadığım yersiz bir telaşla. "Engel var!"
Ante sanki bunun olmasını bekliyormuş gibi ağır adımlarla Talar'ın yanına gitti ve kaldırdığı elini boşluğa savurdu. Sonra bir şeye dokunmuş gibi avucunu dümdüz açarak sıvazladı.
"Buz duvarı," dedi Talar'a dönerek. "Eksik yaptığınız bir şeyler var. Diğer tarafa geçmemize izin verilmiyor."
Sesir ve Beki'nin de yanlarına gitmesiyle dört adam durumu tartışmaya başladı. Bense kararsız adımlarla Ante'nin engel diye söz ettiği yere yaklaştım. Kestirebileceğim herhangi bir tuhaflık yoktu. Birkaç metre ötesini rahatlıkla görebiliyordum. Durdum ve kendime düşünmek için zaman tanımadım. Elimi boşluğa savurduğumda, parmak uçlarıma değen şey soğuk bir duvardı.
Tanrım! Önümde uçsuz bucaksız, görünmez, buzdan bir duvar vardı!
❄️Bu aksan Ateşten Küle'nin yeni bölümü paylaşacağım.
Wattpad'in geri dönmesini sabırsızlıkla bekliyoruz ama her ihtimale karşı bağlantıda kalalım. Instagram/ _durumavii
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"
FantasyPera, arkadaş grubuyla kış kampına katılırken, içinde tarifsiz bir huzursuzluk kol geziyordu. Avrupa'nın en yüksek dağı Mont Blanc'un karlı etekleri, kızıl granitleri, sivri buzulları ve göz alıcı zirvesiyle birlikte bir sürprizi daha vardı. Büyü...