Zamanın hışmına uğrayan anılarım imha olmaya meylederken, bir teki firar ederek belleğimi tekmeliyordu.
Tırnaklarımın arasına toprak dolmuştu. Kötü görüyordu ama umrumda değildi. Tamamı çamura bulanmış ellerimle toprağı sıvazladığım sırada, diktiğim sardunyalara hayran gözlerle baktım. Ağzım kocaman bir gülümsemeyle aralandı ve henüz düşen birkaç süt dişimin yarattığı boşluk gözler önüne serildi. Sevimli görünüyordum, aynı zamanda yorgunluğum çöken göz altlarımdan el sallıyordu. Alnımda hissettiğim ıslaklığı elimin tersiyle sildiğimde, oraya bulaşan çamurun varlığı gülümsememi günlerce su görmemiş bir çiçek gibi soldurdu. Telaşla etrafta annemin olup olmadığına baktım. Yoktu. Rahat bir nefes alarak, tekrar dizlerimin dibinde duran saksıya diktim kahverengi gözlerimi.
Yavruağzı sardunyalar, ne güzellerdi...
Babamın yanıma bıraktığı koca, pembe sulağın sapını küçük ellerimle kavradım ama öyle ağırdı ki, yerinden oynatamıyordum bile. Belime uzanan saçlarımın uçları güneşten sararmıştı. Onları hırsla omzumun arkasına ittim ve sulağı yeniden kaldırmayı denedim. Kaldıramadıkça buruşan yüzüme tok bir kahkaha eşlik ederken, yaklaşan adımların kime ait olduğunu biliyordum.
"Benim küçük Pera'm."
Babam hemen arkamda dizlerinin üzerine çöktü ve yirmi kilo bile olmayan bedenimi dizlerine çekti. Sonra saçlarımın arasına sıcacık bir öpücük kondurdu.
"Sence de bu koca sulağı kaldırmak için fazla küçük sayılmaz mısın?"
Çamurlu ellerimi birbirine kenetleyerek, başımı babama çevirdim. Hafifçe kırlaşan saçlarına inat simsiyah bıyıklarının altından bana gülümsüyordu.
"Öğyettiğin gibi, ona can suyunu veymek istemiştim."
Basını ağır ağır salladı ve sulağı tek eliyle havaya kaldırarak saksının dibine uzattı.
"Ona can suyunu birlikte verelim."
Sevinçle kıkırdayarak minik elimi babamın sulağı tutan etli elinin üzerine koydum. Birlikte sardunyalara sularken, dudaklarım en sevdiğim şarkıyı söylemek üzere aralandı;
DO, KÜLAHTA DONDUYMA,
YE, MASMAVİ BİY DEYE,
Mİ, DENİZDE BİY GEMİ,
FA, GEMİDE BİY TAYFA,
SOL, PAPATYALI BİY YOL,
LA, KÖPÜKTEN BİY DAMLA,
Sİ, AYŞE' NİN KEDİSİ,
İŞTE NOTALAYIN HEPSİii...
Başımı sağa, sola çevirerek şarkımı söylerken, dilimin dönmediği kelimeler babamı her zaman olduğu gibi güldüyordu.
DO, KÜLAHTA DONDUYMA,
YE, MASMAVİ BİY DEYE,
Mİ, DENİZDE BİY GEMİ,
FA, GEMİDE BİY TAYFA,
SOL, PAPATYALI BİY YOL,
LA, KÖPÜKTEN BİY DAMLA,
Sİ, AYŞE' NİN KEDİSİ,
İŞTE NOTALAYIN HEPSİ.
SOL DO LA FA Mİ DO YE
SOL DO LA Sİ DO YE DO
SOL DO LA FA Mİ DO YE
SOL DO LA Sİ...
Yüksek sesle sonuna yaklaştığım şarkım, duyduğum topuk sesiyle birlikte zayıfladı, zayıfladı... Şarkım bitti, dudaklarımı birbirine bastırdım ve babamın kucağına sindim. Biraz sonra annem karşımdaydı. Otuz altı numara topuklu stilettoları, dizinin bir karış altında biten kalem eteği ve tek bir kırışıklık olmayan ekru gömleğinin içinden bana bir pisliğe bakıyormuş gibi bakıyordu. Kavisli ince kaşları diktatör bir edayla havalanırken, kiremit rengi rujla renklendirdiği ince dudaklarını hafifçe büzüştürdü.
"Tanrı aşkına Pera! Bu halin de ne? Tıpkı sokak çocuklarına benzemişsin."
Başımı korkuyla önüme eğdiğimde, geçen hafta Fransa'dan getirttiği beyaz güpürlü elbisemin çamurdan nasiplendiğini gördüm.
"Özür dileyim anne. Ben sadece çiçek dikmek istemiş-"
"Senden bir açıklama yapmanı istemedim." diye kesti buz gibi bir sesle.
Bunun üzerine babam bedenimi doğrultarak ayağa kaldırdıktan sonra kendisi de ayağa dikildi.
"Abartmıyor musun Emma? Çiçek dikerken çamura bulanmak anormal bir durum olmasa gerek."
Annem elini saçlarına götürdü ve her sinirlendiğinde yaptığı gibi ense topuzuna dokundu.
"Ben Pera ile konuşuyorum, Rauf. Bugün keman dersi var ve şu an burada, bu halde olması kabul edilebilir bir durum değil!"
Babama söz hakkı tanımadan birkaç adım attı ve diktiğim sardunyaların yanında durdu.
"Elbette ki kabul etmeyeceğim." Elini sardunyama uzattığında, telaşla araladım dudaklarımı. "Cezalar, tekrarlayabilecek hatalarda dönüş yoludur."
Başımı kaldırıp yüzüne baktım yalvaran gözlerle. Avuç içlerimi birbirine kapatıp çenemin altına koyduğumda, aslında biliyordum. Söyleyeceğim kelimeler onu vazgeçirmeye yetmeyecekti.
"Akşama kaday odama kilitleyebiliysiniz. Saatleyce deys çalışıyım anne. Toplantılayda hiç yanınızdan ayyılmam. Bütün madamlayın anlatıklayını dinleyim."
Havaya diktiği ince, kavisli kaşı usulca aşağı indi. Ancak buna tezat bakışlarındaki öfke saydamlaştı. Elleri sardunyaları saksıdan ayırırken, zihnimde acı bir çığlık yankılandı. Bir de; yıkılan logodan kulelerim, sonunu izlemediğim çizgi-filmler, hiç yiyemediğim o pizza dilimi, doyasıya oynayamadığım oyunlar...
Dolan gözlerim yere saçılan sardunyalara düştü. Annem babamın bağıran sesini umursamadan, topuklarını sardunyaların üzerine bastırarak arkasına döndü. Madam Emma, tüm asaletiyle yanımızdan ayrılırken, içimde solan çiçeklere bir yenisini eklemişti.
Zihnimin arka odalarında beliren görüntüler karanlığın kudretine yenildi. Ruhumu gördüğüm rüyadan soyutlayacak kadar güçlüydü ve sadece birkaç saniye sonra beynim gözlerime açılmasını emretti. Kirpiklerim bilinmezliğe aralanırken, nerede olduğumu idrak edebilmem kısa sayılamayacak bir zaman dilimini ele geçirmişti. Sallanıyordum, bir şey beni yukarı çekiyordu. Üstelik bunu ben yatarken yapıyordu. Boynumdan yukarısı atkıyla sarılarak görüş açımı kısıtlamıştı. Ellerimi kaldırmaya çalıştım ancak nedense başaramadım. Hareket etmemi engelleyen bir şeyler vardı. Bedenime kulak verdiğimde, uzuvlarımı saran kalın ipleri hissettim. Aynı ipin varlığı karnımın üzerinden de geçiyordu. Soğuk üzerimdeki rehaveti kovalayarak ayılmama yardımcı olurken, başımı hareket ettirmeye başladım. Atkı sıyrıldı, aynı saniye devasa dağlar ve buzullar gözlerimin önüne serildi.
Son hatırladığım yerden çok daha uzaktaydım. Çok, çok daha uzakta...
Bir battaniyeye sarılmıştım. Battaniye ile bedenimi birbirine kenetlenen ipin ucu Ante'nin geniş omuzlarındaydı. Beni kendi isteğim dışında hedefine sürüklüyordu.
Ve yine o kara beresi kafasındaydı.
"Kahretsin!" diye oynattım kurumuş dudaklarımı.
Ona dokunmuştum. Ona dokunmuş ve zihninden geçenleri zihnimde hissetmiştim. Bu yok sayamayacağım bir gerçekti ve sonrası yoktu. Kucakladığım derin karanlık beni tüm olanlardan koparmıştı. En nihayetinde olmam gereken yerden fazlasıyla uzaklaştırılmıştım.
Ellerimi kurtarmak için çırpınmaya başladım. Battaniyeye sarılı olduğum için fazla üşümüyordum. Ancak çırpındıkça hissedilir hale gelen tuhaf bir ıslaklık vardı.
"Durun artık! Durun ve çözün ellerimi!"
Ante bir an duraksayacak gibi olduysa da, duymazlıktan gelerek yoluna devam etti. Keza sırtında kamp çantalarını taşıyan Beki'nin de adımları hız kaybetmedi. Beni kaale almamaları sinirlerimi bozuyordu ve bu daha fazla çırpınmama neden oluyordu. Ancak benim için şu durumda hareket etmek acı demekti. Zira iplerin bedenimdeki varlığı düşmeme mahal vermeyecek kadar berkti.
"Size diyorum koca kafalılar! Çözün beni, bu şekilde kalmak istemiyorum."
Bağırdıkça ağzıma dolan soğuk boğazımı yakıyordu. Bu histen nefret ediyordum. Bu yüzden, kendi iyiliğim için bağırmaya bir son verip, kendi isteğiyle durmasını beklemek zorundaydım. Hava halen aydınlıktı ama akşam çok da uzakta değildi. En az üç ya da dört saattir yolda olmalıydık. Yani, Nicolas'ın beni bulma ihtimali zemine çakılmak üzereydi. Yaklaşık kırk dakika sonra iri bir ağacın gövdesine yaklaştık. Ante asıldığı ipleri bıraktıktan sonra Beki'den kamp çantasını aldı. Ağacın arka kısmına geçmeden önce başıyla beni işaret etti. Beki ona itaat ederek yanıma geldi. Dolgun dudakları ve iri, kalkık burnu kıpkırmızı olmuştu. Yine de güçlü görünüyordu. Alnını kapatan koyu renk saçları fön çekilmiş gibi dümdüzdü. Mavi gözleri ise bir robot gibi sadece yaptığı işe odaklıydı.
Beki iplerimi çözüp beni battaniyenin ısısından kurtardığında, maruz kaldığım soğuk yüzünden ağlayabilirdim. Ante'nin daha önce de söylediği gibi, ıslaklık soğuğa karşı savunmasızlıktı. Serbest kalan ellerimi emin olmak için kalçama götürdüm. Arka tarafım boydan boya ıslaktı.
"Ben, neden ıslağım?"
Çözdüğü ipi altımdan çekip aldı ve bana üstten bir bakış attı.
"Üzerinde yattığın kızağı yapmak için seni bir süre karın üzerinde bekletmek zorunda kaldık."
Kızak diye bahsettiği şeye baktım. Kalın ağaç dallarını giysilerle birbirine bağlayarak, dikdörtgen şeklinde dört ayrı köşe elde etmişlerdi. Köşelere gerdirdikleri siyah kumaş ise yedek çadırımızdı. Beni battaniyeye sararak onca yolu bunun üzerinde getirmişlerdi. Sanırım bu noktadan sonra onların sandığımdan daha akıllı oldukları gerçeğini göz önünde bulundurmalıydım.
"Tekrar bayılmadan üzerini değiştirsen iyi edersin."
O kadar üşüyordum ki, ayak direyecek durumda değildim.
"Tamam," Kıyafetlerimin bulunduğu çantaya ilerlerken iğneleyici sesiyle duraksadım.
"Umarım aynı aptallığı bir kez daha tekrarlamazsın. Ante'nin sana gösterdiği nezaket onun sabırlı bir adam olduğu anlamına gelmiyor. Tabi, benim de öyle."
Dudaklarımı birbirine bastırdım ve kusmak istediğim zehir zemberek sözleri içimde tuttum. Ona karşılık verecek durumda değildim. Öte yandan artık çok daha dikkatli olmalıydım. Adımlarım yeniden harekete geçti ve ağacın dibindeki çantaya ulaştım. Ante etrafta görünmüyordu. Kazdığı çukura bakarak ateş yakmak için bir şeyler bulmaya gittiğini anladım. Titremeye başlayan ellerimi çantanın fermuarına uzattım. Çıkardığım lila rengi yün kazak, bir kazak daha ve siyah pantolon şimdilik işimi görürdü. Çantayı biraz daha karıştırdığımda bana ait olmayan bir külot buldum ama atlet yoktu. Ah, bu soğukta atletsiz kalmak!
Kıyafetleri kucaklayarak etrafıma bakındım. Beni göremeyecekleri bir yer bulmak istiyordum ama soğuk artık can yakıcı olmaya başlamıştı. Seçenek sunmuyordu. Yakınlardaki başka bir ağacın yanına koştum ve bedenimi arkasına gizledim. Elimi çabuk tutmaya gayret ederek ıslak kıyafetlerimden kurtuldum. Çıplak ayaklarımı kara bastırdığım an, tabanlarım buzdan iğneler saplanıyormuşcasına sızladı. Ne berbat bir histi! Yalnızca sırt kısmı ıslak olan ip askılı siyah atletimi hayıflanarak başımın üzerinden çıkardım. Ateşin yanında kurutup yeniden giyebileceğimi aklıma not ederek iç çamaşırımı da değiştirdim.
Ah ateş... Isınmak! Şimdi bir damla sıcaklığa, uyuşturucu bağımlısı gibi muhtaçtım.
Eksi bilmem kaç derecede, dağın orta yerinde, yalnızca siyah iç çamaşırlarımlaydım. Ne hoş!
Kaskatı kesilmiş ayaklarıma baktım. Rengi, tırnaklarımdaki kan kırmızı ojeyle yarışırdı. Bedenimdeki titreme ise an be an sarsıntıya dönüşüyordu.
Donmama ramak kalmıştı!
Sütyenimin kopçaşını zorlukla açıp üzerimden çıkardım. En az ayaklarım kadar feci durumda olan ellerimi, et görmüş aç kurt gibi kuru kıyafetlere uzattım. O sırada birkaç metre ötemde sesli bir hareketlilik oldu. Bu da neydi? Parmaklarımın ucunda yükselerek sesin geldiği yöne baktığım an gözlerim dehşetle aralandı.
Ayı! Az ötemde koca bir ayı vardı!
Adımlarım yaşadığım şok haliyle geri geri gitmeye başladı. Ne kadar mükemmel bir av olduğumu bağırarak ona göstermemek adına ellerimi ağzıma kapattım. Ancak bu işe yaramamıştı! Çünkü sadece bir saniye sonra koşmaya başladığımda çığlık çığlığa bağırıyordum!
"Ayy ayıı! Ayıı!"
Karlı zemin çıplak tabanlarımı hırpalarken, bir şeye çarptım ve sendelerken buldum kendimi.
"Ayı! İmdaaaat!"
Eldivenli iri parmaklar dudaklarıma kapanıverdi, belim sıkıca kavrandı. Aynı saniye gözlerim Ante'nin siyahı gölgede bırakan siyah gözleriyle çarpıştı.
"Sisst, sakin ol." diye fısıldadı, sakince. "Yalnızca yiyecek bir şeyler arıyor. Ona yem olmak istemeyiz, değil mi?"
Başımı korkuyla aşağı yukarı salladığım sırada, gözlerimden ayrılan gözleri aşağı kaydı.
Aşağı...
Lanet olsun! Çıplaktım!
Bedenim titrerken yanaklarım cayır cayır yanmaya başladı. Ante'nin elleri dudaklarımdan ağır ağır ayrıldı ve hemen sonra dudakları serseri bir edayla kıvrıldı.
"Ama ben burada, nefis bir av görüyorum."
Ruhum derin bir utanç ummanında yüzerken, bedenimi yukarı çekti ve çıplak ayaklarımı botlarının üzerine çıkardı. Ellerim kaya kadar sert olan göğsünün üzerindeydi. Yaşadığım utanca yenik düşerek bakışlarımı çehresinden ayırmadım.
"Ama ben burada, katil bir avcı görüyorum."
Belimdeki kolunun kasıldığını hissettim. Gerdanımda oyalanan bakışlarını tek seferde yukarı çıkararak yeniden gözlerime kilitledi. Sanırım tam da şu an, geri adım atmam gerekiyordu.
"Her avcı katil değildir. Ancak her av, mideye inmeye mahkumdur."
Yutkundum. Sözleri mideme taş gibi oturmuştu. Buna rağmen ne halde olduğumuzu umursamadan sol kaşımı havaya diktim ve ona meydan okudum.
"Korkmalı mıyım?"
"Evet desem, korkacak mısın?"
"Hayır."
Kopçası açık olan sütyenim omuzlarından düşmek üzereydi ve ben hala kafa tutuyordum. Yirmi bir yıllık hayatı boyunca ezilerek yetiştirilmiş bir kız için fazla fevri ve inatçıydım.
"Korkmuyorsun." Düz ve kalın bir çizgiyi andıran kaşı belli belirsiz çatıldı. "Üzgünüm, ama ayı diye bağırarak koşan başka bir kız görmedim." Aynı saniye omzuma düşen askıma kaydı gözleri. Ancak bu saniyelik bir bakıştı.
Dudaklarımı birbirine bastırarak göğsündeki elimle onu itmeye çalıştım. "Bırak beni!"
Bırakmadı.
"Sana diyorum!" dedim en sert ses tonumu takınarak. "Uzaklaş."
Kollarının arasında bir kuş gibi titriyordum ve onun karşısında şu duruma düşmek sinirlerimi bozuyordu. Tek kelime daha edersem dişlerimin birbirine vuracağını biliyordum. Bu yüzden konuşmak yerine onu itmeye devam ettim. Ancak onu uzaklaştıran benim kuvvetim değil bir anda ortaya çıkan Beki'ydi.
"Seni bırakması için dişiliğini kullanmaya mı karar verdin?"
Sözleri beni yeri dibine sokarken, Ante belimden ayırdığı eliyle bileğimi tuttu. Bedenimi arkasına aldı ve önümde koca bir paravan oldu.
"Arkanı dön Beki."
Beki umursamaz bir tavırla bize yaklaştı ve topladığı ağaç dallarını Ante'nin kazdığı çukurun yanına bıraktı. "Şansına küs, Ante sana dokunmaz."
Ellerimi kuvvetli bir titremeyle sallanan bedenime sardığımda, Ante üzerindeki şişme montu çıkarıp arkasına uzattı. Elinden aldım ancak giyemeyecek kadar titriyordum. Montu göğsüme bastırıp dizlerimin üzerine çökerken, Ante'nin verdiği emir kulaklarımda yankılandı.
"En fazla yirmi metre ötemizde bir boz ayı var ve kız donmak üzere. Şimdi, boş konuşmak yerine arkanı dön, ateşi yak ve sessiz ol."
Beki bakışlarına anlam veremediğim bir ifade yerleştirerek bir süre Ante'ye baktı. Sonra dediğini yaparak bize arkasını döndü ve ateşi yakmaya koyuldu. Ante yanımdan ayrılarak giysilerimin olduğu yöne doğru yürüdü. Silâhı yoktu ve adım adım o tarafa gitmesi tamamıyla delilikti. Gövdemi dizlerime eğip canıma yakan soğuğa lanetler yağdırdım. Çok üşüyordum, çok üşüyordum. Bedenim buna alışmıyordu. Ante kısa süre sonra geri döndüğünde elinde kıyafetlerim vardı. Başımı önümden kaldırmadan o kıyafetlere ihtiyaçla baktım.
"Gel buraya,"
Ante önümde diz çöktü ve iki büklüm olan bedenimi dikeltmeye çalıştı. Deri eldivenleri onu, ona vereceğim acıdan koruyordu ve şu an bile zihnimin bunu anımsamasına engel olamamıştım. Kazağı çıplak bacaklarımın üzerine bıraktı, yüzüme baktı. Yanaklarım, burnum ve titreyen dudaklarına bakarken keskin gözleri kısılmıştı.
Usulca yaklaşmaya başladı.
Yaklaştı, yaklaştı ve fısıldadı.
"Korkma,"
Kollarını iki yanımdan arkama uzatırken, bana temas etmemek için çaba sarf ediyordu. Elleri sütyenimin kopçasını bulduğunda, başını omzumun üzerinden arkama uzattı. Tuzlu su kokusunu ciğerlerime boca ederken, gözlerimi kapattım. Öyle sıkı kapattım ki, kirpik diplerimin sızladığını hissettim. Beklediğimin aksine kopçaları birleştirmek için epeyce uğraşmıştı. Sonrasında üzerime önce iki kazağı, ardından da şişme montunu giydirdi. Siyah pantolunu bacaklarıma geçirirken topuklarımı sıkıca kavradı. Tutuşu kuvvetli, ancak buna tezat nazik davranıyordu. Koltuk altlarımdan tutarak beni kendisiyle birlikte ayağa kaldırdı. Pantolunu belime çekerken, dudaklarımı ısırıyordum. Düğmesini iliklerken de öyle...
"Yürüyebilecek misin?" diye sordu bakışlarıyla ateşi işaret ederek. Beki kızaktan söktüğü çadırı ateşin hemen yanına kurmuştu.
Başımı sallamakla yetinerek küçük adımlarla ilerledim. Ayaklarım hala çıplaktı ve onları artık hissetmiyordum. Ateşin yanına vardığımda, çadırın girişine oturarak ayaklarımı ateşe uzattım. Her uzvum buz tutmuş gibiydi. Açtım, kendimi kirli ve halsiz hissediyordum. Daha fazla dayanamayarak sırtımı geriye, çadırın içine iterken, tüm bunların kötü bir kabus olmasını diledim. Gözlerimi açtığımda evimde, yatağımda, babamın haddinden fazla yükselttiği kombi yüzünden sıcaktan bunalarak uyanmayı diledim.
❄
Dudaklarımdan ardı ardına dökülen kuru öksürükler karanlığıma gölge düşürdü. Elimi boğazıma kapatarak doğrulmaya çalıştım. Boğazımda hissettiğim ağrı bedenimin yaşananlara karşı verdiği naçizane bir tepkiydi. Ne ara üzerime örtüldüğünü bilmediğim battaniyeyi iterek hafifçe doğruldum. Üşümüyordum ama sıcak da sayılmazdım. Çadırın girişinden dışarı baktım; saatin kaç olduğundan bihaberdim ancak hava çoktan kararmıştı. Ateşin hacmi kendi haline bırakılmadığına işaret ediyordu. Sadece birkaç karış ötemde uyuyan bedeni fark ettiğimde irkilemedim bile. Dönük olan sırtı yüzünü görmemi engelliyordu ancak cüssesinden onun Beki olduğunu anlamıştım. Üzerine bir şey örtmemiş, yalnızca montuyla uyumuştu. Battaniyeyi sırtıma aldım ve yumuşak yüzeyine sarılarak dizlerimin üzerinde kalktım. Yeni bir kaçma girişiminde bulunamayacak kadar güçsüz düşmüş olmam kendimden vazgeçtiğim anlamına gelmiyordu. Sessizce başımı çadırdan dışarı çıkardım. Tahmin ettiğim gibi iki ateş yakmışlardı. Biri çadırın, diğeri ağacın yanındaydı. Ağacın dibindeki ateşin üzerine kalın bir dal parçası sarkmıştı. O dal parçasının üzerinde ıslak kıyafetlerim vardı. Hemen dibinde ise biri bana, diğer ikisi onlara ait olan üç çift bot.
"Sabaha kadar uyursun sanıyordum."
Sesi geceye çığ gibi düşerken, ellerim battaniyenin üzerinden kayıp gitti. Kademeli olarak çadırın sol tarafına kayan bakışlarım onunla karşılaştı. Yere serdiği çadır kılıfının üzerinde boylu boyunca uzanmıştı. Ellerini başının altına yerleştirmişti ve gözleri kapalıydı.
"Ben, sadece..." Dilimi alt dudağımda gezdirdikten sonra aklıma ilk gelen şeyi söyledim. "O ayı çok yakın ve fazla cüsseliydi."
Dudakları yattığı yerden hafifçe kıvrıldı. Yüzünün bir yanı gecenin karanlığına emanet olurken, diğer yanı ateşin yansımasıyla aydınlanmıştı.
"Boz ayı olduğu yerde kaldı. Ayrıca seni takip ettiyse bile ateşe yaklaşmaz, uyuyabilirsin."
"Sen neden buradasın?" diye sorduğum an bir saniye öncesine gitmek istedim. Gidebilseydim şayet, sormazdım.
"Birinin nöbet tutması gerekiyor, gece uzun. İzin verirsen nöbetime kısa bir şekerleme sığdıracağım."
Rahatlığının verdiği rahatsızlıkla çenemi yukarı kaldırdım.
"Yerinde olsam uyumazdım." diye konuşurken, sesimin rengi tehlikeli bir imayla koyulaştı. "Yanında düşmanını taşıyan bir adam olarak uyuman akıl karı olmaz. Şayet bu kez çakıyı sırtında değil kalbinin tam ortasında hissedebilirsin. Kimbilir..."
Beklediğim tepkiyi vermek yerine yalnızca gözlerini açmayı yeğledi. Gözlerini karanlık gökyüzüne dikerken, tehdidimden zerre kadar etkilenmişe benzemiyordu.
"Sorun olmaz, Mihrimah. Bir nişaneni sırtımda taşıyorum, bir diğerini kalbimde taşıyabilirim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"
FantastikPera, arkadaş grubuyla kış kampına katılırken, içinde tarifsiz bir huzursuzluk kol geziyordu. Avrupa'nın en yüksek dağı Mont Blanc'un karlı etekleri, kızıl granitleri, sivri buzulları ve göz alıcı zirvesiyle birlikte bir sürprizi daha vardı. Büyü...