7. BÖLÜM: "Vahamet"

42.3K 3.6K 1.3K
                                    

Oy ve yorum bırakmayı unutmayın olur mu? Keyifli okumalar...

                         ❄

Ölümün feveranı ruhumun surlarından yükselirken, avuçlarımda parçalanan yaşamın küllerini Mont Blanc'un öldürücü soğuğuna emanet etmiştim.

Artık ne onun, ne de kendim için yapabileceğim bir şey yoktu.

Sonu görünmeyen bir tünelde yalın ayak ilerliyordum. Fer yoktu, akıbetimi aydınlatacak en ufak bir emare yoktu. Yüklendiğim acı omuzlarımı kanatırken, onlarla gitmeyi kabul ederek adım adım hazin sonuma yaklaştığımın bilincindeydim.

En son çocukluğumda bu kadar çok akan gözyaşlarım, sadece birkaç saatte tümüyle terk etmişlerdi beni. Gözlerim sızlıyordu. Başımın arka tarafında beynimi sarsan bir zonklama,  dudaklarımda ve burnumda ise şişlik hissediyordum.

Ah, Günce...

Zayıf bedeninin altında kalan battaniyenin bir kısmıyla üstünün kapatırken, içimde bir şeylerin parçalara ayrıldığını hissetmiştim. Parçalara ayrılmış, un ufak olmuş, dağılmıştım. Hayatımın sonuna dek bu anı unutamayacaktım ve her hatırladığımda azraille kucaklaşan ruhum derdest edilecekti.

Oysa, Nick ile cilveleşirken yükselen kahkahalarını duymak isterdim.

Seninle şimdi kamp ateşinin başında beyaz şarap yudumlayıp, haşlanmış etin üzerine raclette eritmeliydik. Sevdiğin gibi...

En kötüsü, Nick'e havalı görünmek için hiç bilmediğin halde tırmanış yaparken düşüp ayağını kırmalıydın.

Ne olursa olsun, böyle kırık dökük bir sona nail olmamalıydın, olmamalıydık.

Dizlerimin üzerinde, artık yüzünü göremediğim arkadaşıma bakarken, dışarıdan gelen  ses vaktimin dolduğunu söylüyordu. Kabanımın koluyla ıslak yüzümü sildim. Dakikalardır durduğum pozisyonu terk ederek doğruldum ve ayağa kalktım.

Çadırdan ayrılmadan evvel valizimden en kalın kıyafetleri çıkarttım. İç çamaşırıma kadar ıslanmıştım. Üzerimdeki her şeyi çıkarırken titremem artmıştı. Dayanılmaz bir soğuk vardı ve üşütmenin ötesinde artık bedenime acı veriyordu. Siyah iç çamaşırlarıyla çıplaklığımı örttükten sonra uyuşan ayaklarıma iki yün çorabı üst üste geçirdim. Açık buğday tenim yer yer kabarmıştı. Cılız bacaklarımın kızaran noktaları ise sadece birkaç saat içinde moraracağının sinyallerini veriyordu. Elimi çabuk tutarak giyinme işini hızlandırdım. Bir an önce Nicolas'ı görmeliydim. Siyah atletimin üzerine yine üst üste iki yün kazak giyindikten sonra kot pantolonumun altına siyah, sıkı bir tayt geçirdim. Yanımda getirdiğim pudra rengi kabanımın diğerine nispeten daha kalın olması lehimeydi. Omuzlarıma dökülen kumral saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaptıktan sonra bere ve atkımı taktım. Son olarak kar çizmelerimi de dizime çektiğimde artık hazırdım.

Adımlarım çadırın çıkış noktasında son bulduğunda, acıyan içim geriye dönüp bakmama izin vermedi. Onu ne halde bırakıp gittiğime bir kez daha şahitlik edemedim. Çadır örtüsünü ardımdan kapatırken, bir damla gözyaşı daha akıp gitti kirpiklerimin arasından.

"Sadece iki dakika."

Sesiyle birlikte elim çadırın üzerinden yağ gibi kaydı. Arkama döndüğümde Beki ile burun buruna geldim. Buz mavisi gözleri, iri kalkık burnu ve alnına dökülen düz siyah saçları ile normal yaşantımda görsem sempatik diye tabir edeceğim tipinden, içinde olduğum vaziyetten dolayı korkmuştum. Bunu fark etmiş olacak ki adımları belli belirsiz geriye gitti. Bakışlarını yüzümden ayırdı ve usulca çadıra kaydırdı. O an, yüzünde yine aynı hüzünlü ifadeye rastladım.

"Erkek arkadaşını görmek için yalnızca iki dakikan var." diye konuştu bakışlarını çadırdan ayırmadan. Etrafta ondan ve benden başka kimse görünmüyordu.

"Süren başladı."

Bomboş gözlerle yüzüne bakarken, son sözleriyle birlikte hareketlendim ve diğer çadıra ilerledim. Bedenimi içeri sokmadan önce derin bir nefes almaya çalıştım. Ne ile karşılaşacağımı biliyordum ancak ne yaparsam yapayım kendimi buna hazırlamam olanaksızdı. Eğilip çadırdan içeri girdiğimde, bakışlarım ilk an Nicolas ile kesişti.

Koşar adımlarla yanına ulaşıp dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimi yüzüne götürürken, yaralarına baskı yapıp canını yakmamak için dikkatli olmaya çalıştım.

"Pera!" Heyecanla adımı zikrettikten sonra moraran göz kapaklarının arasından bana baktı. "Tanrıya şükürler olsun ki iyisin."

Elleri arkadan bağlanmış vaziyette, uzun ince bedeni çadırın bir köşesine yaslanmıştı. Kıyafetleri dağılmış, pantolonunun paçaları çamurlu ve ıslaktı. Soğuğa karşı ne kadar dirençli olduğunu bilmeme rağmen şimdi karşımda titrediğini görmek canımı yakmıştı.

Başından çıkmak üzere olan beresini el yordamıyla düzeltirken, "İyiyim." diyebildim ağlamaklı bir sesle.

"Seni buraya getirdiğim için kendimden nefret ediyorum," Yeşil gözleri yaşadığı pişmanlığın yüküyle doldu. Beresinin altından çıkan kumral saçları alnına uzanmıştı ve uçlarındaki ıslaklığın sorumlusu açılan sol kaşından taşan kandı. "Buraya gelmeyi hiç istememiştin."

Büyük bir itirazla başımı iki yana salladım. "Hayır! Lütfen, lütfen böyle düşünme Nicolas. Buraya gelmeyi hepimiz istedik."

"Sen istememiştin."

Valizinden sarkan tişörtüne uzandım ve çekip çıkardım. Gri penyenin avucumda topladığım kadarını kaşındaki açıklığa bastırdığımda acıyla inledi.

"Bir silah sesi duydum. Lütfen bana vurulanın o heriflerden biri olduğunu söyle."

Sorusu acıyla içimi çekmeme sebep olurken, kana bulanan tişörtü kaşından ayırdım. Zihnimde kendine yer bulamayan yığınla düşünce vardı. Tüm bunların neden yaşandığını bilmiyordum. Bize ne olacağını bilmiyordum.

"Günce..." diye fısıldadım, sesimi keder ele geçirmişti. "O, artık bizimle değil."

Bunu nasıl söyledim, nasıl söyleyebildim, anlayamadım.

İfadesinde kuvvetli bir şok belirdi. Gözlerinin derin bir acıyla büyüdüğünü gördüm. Bedeninde titremenin zerresi kalmamıştı. Buz kesmişti.

"Şimdi..." Kendimi bir acıyla daha sınamadan önce yutkundum. Yanaklarımın bir kez daha sırılsıklam olduğunu o saniyeye dek fark edememiştim. "Nick'i kontrol edeceğim. Belki hala onun için yapılabilecek bir şeyler vardır."

Kelimeler dilimden dökülmeden önce keskin bir çakı suretine bürünerek boğazımı parçalamıştı. Ruhumda dans eden acı her geçen saniye devinimini arttırırken, bahşettiği hissizlik zihnimi zelzeleye uğratmak üzereydi.

Bakışlarım usulca soluma kaydığında, Nick'in yerde hareketsiz yatan bedeniyle yüzleştim. Zavallı Günce’nin söylediği gibi benzi kandan görünmüyordu. Üzerine üst üste atılmış battaniyelerin altında bir eşya gibi yatıyordu. Dizlerimin üzerinde ilerleyip yanına vardığımda, Günce ile aynı sonu paylaşmamış olması için içimden bildiğim tüm duaları geçirdim. Teni bir kağıt kadar beyaz görünüyordu. Sarı saçları geriye doğru dağılmıştı ve yaşadığına dair en ufak bir iz yoktu. Elimi korkarak boynuna uzattım. Parmaklarım soğuk tenine değdiğinde göz kapaklarım hızla kapandı.

Nick'in teninden aldığım tepki dudaklarımdan buruk bir gülümsemeye sebep olurken, Nicolas'a dönüp "Yaşıyor!" dedim heyecanla. "Nick yaşıyor!Şükürler olsun."

Öyle müşkül durumdaydık ki, karanlığın içinden sıyrılacak en ufak ışık hüzmesine ihtiyacımız vardı. Nicolas çehresine sinen kederi bir yana savurarak gülümsedi. Tekrar onun yanına gittim, daha fazla vaktim kalmamıştı. Belki bir dakikaya, belki de saniyelere tekabül eden kısacık zaman dilimine, geçerli bir plan sığdırmalıydık. Yaşamak için bu seçeneneksiz bir zaruretti.

"...ama hemen bir hastaneye gitmesi gerekiyor. Bu şartlar altında daha fazla dayanamaz." Konuşmamı bölen duman kokusu Ante'nin sözlerini hatırlattı. Sözünü tutmaya, Nicolas ve Nick için ateş yakmakla başlamıştı. "Ellerinizi çözecekler ve sen hemen yardım getirmeye gideceksin."

Kaşları çatılırken, "Sen?" diye sordu. "Bana sakın aklımdan geçeni söyleme!"

Gözlerimi mecburiyetle açıp kapattım. "Bunu tartışacak vaktimiz yok. Alice ve beni bir sebepten dolayı yanlarında tutmak istiyorlar. Onlarla gitmek zorundayız. "

İtiraz etmek için ağzını açtığında ellerimi dudaklarına götürdüm ve buna izin vermedim.

"Dinle Nicolas! Nick için yardım getirmen gerekiyor. Tabi sonra bizim için de... Onları oyalamak ve yavaşlatmak için her yolu deneyeceğim. Lütfen biz gittikten sonra elini çabuk tut. Lütfen… Sana ihtiyacım var Nico..."

İnce dudaklarını çaresizlikle içeri çektiğinde düz bir çizgi halini aldı. Bunu ilk kez yaşıyorduk. Daha önce birlikte hiçbir zorlukla karşılaşmamıştık. Şimdiyse başını önüne eğmesinin bir kabulleniş olduğunu biliyordum.

"Tüm Chamonix polisini buraya yığmak için elimden geleni yapacağım, söz veriyorum. Tanrı seninle olsun, sevgilim."

"Tanrı seninle olsun." Eğilip bileklerindeki ipleri çözmeye çalışırken, içeri birinin girdiğini hissettim. Bunu umursamadan ipleri çekiştirmeye devam ettim ve Nicolas'ın bileklerini özgür bıraktığımda, arkamdaki adama teslim olmak üzere ayaklandım.

"Onu çözmek için gelmiştim ama görüyorum ki benden önce davranmışsın."

Nicolas'a son kez baktığımda, arkamdaki adama düşmanca baktığını gördüm. Şayet gücü yerinde olsaydı bir an bile düşünmez, Ante'ye saldırırdı.

"Fark eder mi? Sonuç olarak artık serbest."

Ağır ağır arkama döndüm ve Ante'nin heybetli varlığıyla göz göze geldim. Dağılan kıyafetlerini toparlamış, yola koyulmak için hazır hale gelmişti. Siyah kaba montu, aynı renk atkı ve beresinin içinde sadece yüzünün bir kısmı görünüyordu.

"Gidelim."

Çıkmaya hazırlanırken,  Nicolas'ın sesiyle duraksadık.

"Kendine dikkat et Pera. Başını ve boynunu koru. Vücut ısına dikkat et, terleme ve ne olursa olsun kimseye güvenme."

Doğrulmaya çalışan Nicolas'a çevirdiğim başımı hafifçe salladım. Ona cevap vermek üzereyken, bileğimi saran parmakların beni  çekmesiyle boş bulunarak sendeledim. Düşmemi engelleyen neden, düşmeme sebep olacak nedenle aynıydı; Ante'nin kemikli parmakları...

"Zırvalamak yerine elini çabuk tut ve yardım getirmeye git. Arkadaşının fazla vaktinin kaldığını sanmıyorum."

Kurtarmaya çalıştığım bileğimden çekerek beni dışarı çıkardığında, bir kez daha ona bir pislikmiş gibi baktım. Beni çadırdan iyice uzaklaştırana dek bileğimi bırakmadı. Sonra, kendi isteğiyle beni bıraktığında, hesap sormama fırsat vermeden sol kaşıyla birkaç metre ötemizi işaret etti.

"Tepinmeyi bırakıp acele etmen yararına, Alice simdiden üşümeye başladı."

Gösterdiği yere baktığımda haklı olduğunu gördüm, ne yazık ki... Alice üç haydutun arasında dikilmiş, ellerini bedenine sararak soğuktan korunmaya çalışıyordu. Beki ve Sesir'in elinde bize ait kamp çantaları vardı. Gerekli olan ne varsa yanlarına almışlardı. Bakışlarım biraz sola kaldığında onu gördüm, arkadaşımın katili Talar'ı...

İçimi kaplayan nefretin yoğunluğu hücrelerimi alev alev yakarken, adımlarımı ona doğru koşarken buldum. Elimde bir bıçak ya da ona zarar verebileceğim herhangi bir şey olması için her şeyi yapabilecek durumdaydım. Saniyeler sonra yaklaştığımı fark etti ancak kendisini koruması için çok geçti. Zira yerden bir taş kapıp büyük bir zevkle ensesine geçirdim. Adi pislik acıyla kıvranırken, Sesir burnundan soluyarak üzerime gelmeye başladı.  Aynı saniye Ante tek adımla önüme geçerek onu durdurdu.

"Hayvan herif!" diye bağırdım olanca öfkemle. "Tanrı'nın gazabından kurtulamayacaksın! Umarım bu dağda geberip gidersin."

Nefretimi kusarken ona ulaşmaya çalışıyordum ancak Ante'nin önümde duran bedeni bana da engel oluyordu.

"Eğer geberirsem, bana eşlik edeceğinden hiç kuşkun olmasın bebeğim."

Başımı Ante'nin solundan eğdim.  Talar'ın o ikrah ettiren ifadesiyle karşılaşmayı beklerken, gördüklerim çok daha farklıydı. Dudağını kenarı ve kaşı patlamış, her iki gözü de morarmıştı. Zaten çekik olan gözlerinden biri şişerek iyice kaybolurken, boğazındaki parmak izleri dikkatimi çekmişti.

"Kes sesini Talar."

Ante'nin emriyle birlikte çenesi gözle görülür bir biçimde kasıldı. Sinirlendiği aşikardı fakat cevap vermeyi es geçerek arkasını döndü ve yürümeye başladı. Diğerleri de hareketlendiğinde, ayakta dikilen Alice'in yanına gittim. Gözleri bomboş bakışlarla karşıya bakıyor, en ufak bir tepki vermiyordu. Şoka girmiş olma ihtimaliyle endişelendim. Sonra bu düşüncenin ne kadar trajikomik olduğunu fark ettim; şok halinde olmasından daha doğal ne olabilirdi ki?

"Alice, bana bakar mısın?"

Tepkisizliğini muhafaza ederken, benden uzun olmasından dolayı parmak uçlarımda yükseldim ve kayan beresini düzelttim. Diğer üç adam bizden uzaklaşırken, Ante hemen arkamızda durmuş yürumemizi bekliyordu. Alice'in kendine sardığı koluna girdim ve adım adım hayatımın en büyük acısını yaşadığım bu yerden uzaklaşmaya başladım.

Kalbimin bir köşesini orada, onlarla bırakmıştım ama bedenim tökezleyerek dört katilin peşinden ilerliyordu.

Alice ile birbirimizden destek alarak yürüyorduk. Onun kendine gelmesi için saçma sapan kelimeler sarf ediyordum. Benimle konuşmuyordu ama ara ara yüzüme bakmaya başlamıştı. Onunla birbirimizden hoşlanmadığımız değiştirilemez bir gerçekti fakat şu an birlik olmaktan başka şansımız yoktu. Bir nebze kendine gelebilmesi için ona kendi hakkında sorular sormaya başladım. Annem bir Fransız olduğu için Fransızcam fena sayılmazdı. Bir süre sonra bana kısa kısa cevaplar vermeye başladı. Cevaplarının bir çoğunun yanına ne kadar acıktığı ve susadığı gerçeğini iliştiriyordu. Aslında benim de durumum ondan farklı değildi.

Yaklaşık bir saat sonra en tepeye çıkan güneş, karın mucizevi beyazlığına meydan okuyarak gözlerimi almaya başladı. İlerledikçe ayak bastığımız kar daha da yükseliyordu. Üşüyorduk ancak şanslıydık ki rüzgar ya da tipi yoktu. Ante'nin ara ara kamp alanında gördüğüm haritayı çıkarıp incelediği görüyordum. O harita her nereyi gösteriyorsa oraya gitmemize öncülük ediyordu. Beki'nin değil ama diğer iki sarışın adamın gözü sürekli olarak o haritadaydı. Bunu fark etmemek imkansızdı.

"Çok yoruldum. Biraz suya ihtiyacım var."

Alice'in sızlanarak söylediklerine daha fazla dayanamadım. Hiç istemeyerek Beki'ye döndüm ve biraz su istedim.

Çantasından çıkardığı bir şişe suyu bize uzattı ve hemen arkasından ekledi.

"İdare etmelisiniz. Su ve yiyeceğimiz sınırlı."

Ona cevap vermeden ağzını açtığım suyu Alice'e uzattım. Suyu paylaşarak içersek bizi bir süre idare ederdi. Ancak Alice bütün suyu büyük bir açlıkla kafasına dikerek bitirdi. Ardından rahatlayarak nefesini dışarı verdiğinde, elindeki şişeyi kimseye göstermeden alıp bir köşeye attım.

Nereye gittiğimizi bilmeden ilerlemeye devam ediyorduk. Sesir ve Talar'ın sıklıkla aralarında bir şeyler konuştuğuna şahit oluyordum. Diyaloglarına kulak kabartmak istiyordum ama her dakika artan yorgunluğum buna izin vermiyordu. Nicolas'ın boynunu sıcak tut önerisini dikkate alarak boynuma iyice doladığım atkımın artık bir işe yaramadığını hissediyordum. Kimseye çaktırmamaya çalışarak azar azar yediğim kar susuzluğuma kafi gelmiyordu. Aksine boynumun içinde sanki koca bir buz kütlesi varmış hissi uyandırmıştı.

Bir an sonra ayağımın taşa takılmasıyla kendimi yerde buldum. Alice boş bulunarak kulak çınlatan bir çığlık savururken, kara yapışan avuçlarımın sızısıyla yüzümü buruşturdum. Ayağa kalkmak yerine kendimi karın soğuk yüzeyine bırakacak kadar bitkin hissediyordum.

"Ayaklan, sabaha kadar seni bekleyemeyiz."

Düştüğüm yerden Sesir'e baktım ve ona kafa tutan bir sesle konuştum.

"Beklemek istemiyorsan devam et, gerizekalı!"

Yanıt vermek yerine yüzüme dik dik baktı. Ona inat olduğum yerden kalkmadım ve bakışlarımı başka yöne çevirdim. Birkaç dakika soluklanmak için dizlerimin üzerinde doğrulacakken, ense kökümde hissettiğim acıyla bağırdım.

"Sakın bir daha benimle böyle konuşma!"

Sesir beremin üzerinden kavradığı saçlarımı geriye doğru çekti ve beni yüzüne bakmaya zorlayarak bağırıyordu.

"Sonunun arkadaşına benzemesini iste-"

Konuşmasını acı dolu bir inlemeyle yarıda kesti. Birdenbire elleri saçlarımdan ayrıldı ve geriye doğru sendeledi. Çenesine inen yumruğun kimden geldiğini anlamaya çalışırken, Ante'nin bağıran sesini duydum.

"Sizi bir kez daha uyarmayacağım." Ante bağırmaya devam etti, öfkesinden korkarak olduğum yere sindim. "Kızlara yaklaşmayacaksınız, her ikisine de!"

"İki sürtük için bizi karşına almana değmeyecek, Ante." Sesir korkutucu bir sakinlikle konuştu. "Bu iş bittiğinde, yollarımız yine aynı sona çıkacak."

Ante'nin dudakları tehlikeli bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Doğru, aynı sonda buluşacağız. Gel gör ki aynı sona kavuşamayacağız."

Aralarında dönen garip konuşmadan bir şeyler çıkarmaya çalışırken, bakışlarım yine onun çehresinde duraksadı. Aşağı kayan atkısının açık ettiği çenesi sinirden kasılmış, çenesinin orta yerindeki çukuru gözler önüne sermişti. Siyah bir bilyeyi andıran gözleri irileşerek korkutucu bir görüntüye kavuşmuştu. Ondan gözlerimi alamamak içten içe kendime kızmama sebep oluyordu.

Talar seri bir hamleyle Sesir'in kolundan tuttu. Onu Ante'nin karşısından uzaklaştırdı ve birlikte yola devam ettiler.

Omzuma düşen beremi aldığım sırada Ante'nin eli bana uzandı. Önce irkilerek geri çekildiysem de, bunu bana yardım etmek için yaptığını idrak ederek sakinliğimi korudum. Bakışlarım siyah deri eldivenin sarıp sarmaladığı elinden bana eğdiği bakışlarına çıktı.

"Hayır, yardımına ihtiyacım yok."

Israr etmedi. "Sen bilirsin."

Elini geri çektiğinde kalkmak için doğruldum. Ancak titreyen dizlerim işimi yokuşa sürüyordu. Onun önünde küçük düşmemek için kendimi zorladım ve ayaklarımın üstüne bastım. Yere bastırdığım avuçlarımdan destek alarak doğrulacağım sırada dengemi kaybettim. Bir kez daha karlı zeminle buluşmak üzereyken belimden yakalayan kollar beni düşmekten son anda kurtardı. Bedenimi yukarı çektiğinde tamamen ayaktaydım ancak dengemi sağlayamamıştım. Kollarının arasında sendelerken ayaklarına bastım ve kayarak  üzerine devrildim. Ante yere, ben üzerine düştüm!  Kendimi onun üzerinde bulduğum an dudaklarım yanağına çarpıverdi. O an beklemediğim bir şey oldu; Ante acıyla inledi. Yanağını sobaya dokunmuş bir çocuk gibi dudaklarımdan uzaklaştırdı ve belimden kavrayarak bedenimi üzerinden indirdi.

Bu yaptığıyla olduğum yerde kalakalırken, elini yanağına götürerek ayağa kalktı. Ante! Neden her şeyiyle bu denli tuhaftı? Arkasını dönüp uzaklaştığı sırada geriye tek bir kelime bıraktı.

"Yürüyün."



Adımlarım yavaşlamıştı. Parmak boğumlarıma buzdan iğnelerin batıp çıktığını hissediyordum. Öyle çok üşüyordum ki, çektiğim acıyı bile hissedemiyordum. Hava kararmak üzereydi. Tükenmek üzereydim. Uyku ruhuma göz dikmişti. Karın pürüzsüz yüzeyine bir adımımı daha sığdırdım ancak bu kez geri çekmem hiç kolay olmadı.

Aç, uykusuz, yorgun ve bitik durumdaydım.

"Ben, yapamıyorum. Bir adım daha..."

Titreyen dizlerim bedenimi bir çırpıda yere sererken, Alice telaşla beni tutmaya çalıştı.

"Pera! İyi misin?"

Düştüğüm yerden, açık kahve gözlerinin içine acıyla baktım. İyi olmadığımı biliyordu. İyi değildik.

"Bu kız bize ayak bağı oluyor. Ah, fazlasıyla can sıkıcı bir durum."

Sesir dişlerini gıcırdatarak söylediklerinin ardından Ante'ye baktı. Bana yaklaşmadı. Çenesinin ortasına yediği yumruk bu kez onu sadece konuşmakla yetindirmişti.

"Biraz daha dayanman gerekiyor." Ante yanıma gelerek tek dizinin üzerine çöktü ve gözlerini vaziyetimi tartarcasına üzerimde gezdirdi.

"Biraz sonra konaklayacağımız yere varmış olacağız."

Birkaç saniye çehresinde oyalanan bakışlarım, yorgun ifadesine sırt çevirerek hızla oradan ayrıldı. Ona, onlara tahammül edemiyordum.

"Başka şansım varmış gibi konuşma."

Cevap vermeden önce yutkunduğunu duyumsadım. "Bir canavar değilim, iyi olmadığını görebiliyorum."

Ansızın dudaklarımdan dökülen kıkırtı, gereksiz bir kahkahaya dönüşüverdi. Herkes bana delirmişim gibi bakarken, ağlayamadığım için gülüyordum.

"Evet," dedim kahkahamı zorlukla bastırarak. "Sen bir canavar değilsin. Sen bir katilsin!"

Dudaklarını birbirine bastırırken, kaşları yay gibi gerildi. Benden uzaklaştı ve Alice'e beni kaldırması için işaret etti. Alice istediğini yaparak kolumdan tuttu ve kalkmama yardım etti. Benden daha iyi durumdaydı. Çünkü yememiz için verdikleri bir paket yulaflı bisküvinin neredeyse hepsini o yemişti. Ayrıca onun için Beki'den istedigim battaniye sayesinde vücut ısısı da nispeten yerindeydi. Niyetim kendimi riske atmak değildi. Sadece Alice'in benim durumuma gelecek olursa kendini ölüme teslim edeceğini biliyordum.

Nefes nefese yürüdüğüm birkaç dakikanın sonunda Sesir ve Talar'ın sevinç naraları attığını duydum. Gördükleri her ne ise onları mutlu etmişti. Ante önümüzdeki sedir ağaçlarını aralayarak bize yol verdiğinde bakışlarım metrelerce ötemizdeki karaltıya kaydı. Daha iyi görebilmek için gözlerimi kıstığımda, karşımdaki manzaraya inanamadım.

Bu bir dağ eviydi!

UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin