6. BÖLÜM: "Veda"

43.3K 3.7K 1K
                                    


Lütfen oy ve yorum bırakmayı unutmayın olur mu? Keyifle okuyun.

❄️

Tiz bir çığlık koparken azrailin dudaklarından, ölüm hüdaları vehameti haykırıyorlardı.

Göğün göğsünde acı kazanı fokurdarken, göğsüm acıdan ikiye yarılıyordu.

Karlı zeminin üstüne boş bir çuval gibi serilen bedenimi hissedemiyordum son birkaç dakikadır. Hissedebileceğim tek şey, ruhumda baş gösteren amansız uyuşmaydı.

Bakışlarımdaki kırağının arkasından arkadaşımın cansız bedenine baktım. Mevtin kokusu acı acı eserken, ciğerlerimi kanatırcasına soludum.  Bir yanımda pervasız bir sessizlik asılı kalmıştı.

Bir an sonra karın içine saplanan çenem sızladı. Düşerken buzlu zemine sertçe çarpmıştım. Belki de kanıyordu.

Kan... Şimdi arkadaşımın iki kaşının ortasından, burnunun sol yanına doğru kıvrak bir yol izliyordu.

Parmaklarımı ağır ağır avuçlarıma ittim. Avuçlarıma kar dolarken, dudaklarımdan dökülen hıçkırıklar ölümün uğursuz tınısına karıştı.

Bakışlarım Günce'nin kar kadar beyaz olan çehresine mıhlamıştı. Ona baktıkça, göz kapaklarım gerilerek gözlerimi yuvalarından itiyordu. İnanamıyordum. Şu an bana bakmıyor oluşuna inanmak istemiyordum. Yüce Tanrım... Bana bakmıyordu, bakamıyordu. Mavileri biraz önce son kez değmişti gözlerime... Ardından bir daha hiç açılmamak üzere sonsuz bir karanlığı kucaklamıştı.

"Günce..." diye fısıldadım, ağız dolusu bir acıyla. "Hayır... Günce, hayır... Lütfen..."

Dizlerimin üzerinde doğrulup yumruklarımı yere çarptım. Sonra bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha... İçime saplanan vecayı sıyırıp atmak istedim. Yumruklarım karla her buluştuğunda onun adını haykırıyordum.

"Günce! Günce! Günce!"

Başımdaki bereyi çıkarıp fırlattım. Şimdi üzerimdeki her şey bedenimi arsız bir yılan gibi sarıyor, sıkıyordu. Nefesim daralıyor, canım sızlıyordu.

Canım çok acıyordu.

"Ne yaptın lan sen!"

Ante'nin sesi kulağımda uğuldadı. Hemen sonra boğuşma sesleri yükseldi. Küfürler, yumruklar ve iniltiler... Şimdi hiç birinin bir önemi yoktu. Dünyam zifiri bir karanlığa bürünmüş ve tepetaklak olmuştu. Sesim kısılana dek bağırmak, ağlamak ve içimi kemiren bu acıyı kusmak istiyordum.

Kabanımın iki yanından tutup asıldım. Kayan fermuar ve kopan düğmelerin sesi çığlıklarıma karıştı. Soğuk ve sızı parmak boğumlarıma saplanırken, babamın uzaktan gelen sesini işittim. Adımı çağırıyordu.

"Baba!" diye haykırdım etrafıma bakınarak.

Bakışlarımı deli gibi civara savurup babamı görmeyi diledim. Yoktu. Oysa ona ihtiyacım vardı. Burada olmasına, beni kollarına alıp tüm bunların kötü bir kabus olduğunu söylemesine ihtiyacım vardı.

Adım bir kez daha babamın dudaklarından döküldüğünde, bakışlarım birkaç metre öteye fırlayan telefonuma kaydı. Öyle kuvvetli bağırıyordu ki, hoparlörün kapalı olmasına rağmen onu duyan tarafta yalnız değildim.

Telefon onlardan biri tarafindan yerden alınırken, bunu aldırış edemedim. Kendimi ucu bucağı olmayan bir kuyuya düşmüş gibi hissediyordum. Düşünme yetim yitip gitmişti.

Sadece bir saniye sonra Sesir'in dudaklarından kuru bir "Siktir!" döküldüğünü işittim. Ardından babamın sesi kesildi. Bu, gün ışığımı kaybetmişim gibi hissettirdi.

"Telefon açıkmış, bizi duydular!"

Endişeyle söylediklerine cevaben binlerce küfür sıralamak istedim. Yakalarına yapışmak, son nefesini verene kadar boğazlamak isteğiyle yanıp tutuştum o an. Bu öyle yoğun bir istekti ki, gerçekleştiğinin hayali gözlerimin önünde beliriverdi.

"Buradan bir an önce uzaklaşmalıyız."

Bu kez duyduğum Beki'nin sesiydi. Kendi aralarında konuşmaya başladılar ama ne konuştuklarını anlayabilecek kadar kendimde değildim. Dizlerimin üzerinde sürünerek karın üzerinde sereserpe yatan arkadaşımın yanına ilerledim. Her an ayağa fırlayacakmış gibi duruyordu. Alnının ortasındaki ketçabı silip beni nasıl keklediğini itiraf edecekti. Sonra da şaşkın halime gülüp alay edecekti. Bunu yapardı, değil mi?

Keşke, keşke yapabilseydi.

"Günce..."

Gözyaşlarımın buğuladığı bakışlarım üzerinde dolaştı. Sarı saçları karın üzerine dağılmış, başı hafifçe sola meyletmişti. Uyuyor gibi görünüyordu; ölüm, uykuya ne çok benziyor diye düşündüm. Ne tuhaf, ifadesinde huzur vardı. Benim güzel arkadaşım, ölürken bile kurallarına sırt çevirmemişti. Mutluluk kuralları, her zaman gülümseme kuralları... Bakışlarımı aşağı indirdim. Karnının üzerine düşmüştü kırmızı ojeli zarif elleri.  Parmaklarının arasındaki Nick'in beresini gördüğümde acıyla gözlerimi yumdum. Burnumun direği ince ince sızladı. İstediğini almıştı, yüzündeki huzurlu ifadenin sebebi de buydu.

"Beni, beni affet..." diye mırıldandım, sesime ölümün kasveti bulaşmıştı. Daha birkaç saat önce, burada öleceğimizi söylediğinde, ona bunun asla olmayacağını, buradan sağ salim kurtulacağımızı söylemiştim.

Ona yalan söylemiştim.

Esen rüzgar ıslak yüzümü acımasızca ısırırken, artan hıçkırıklarım omuzlarımı sarsıyordu. Takatini yitiren bedenimi Günce'nin üzerine bıraktım ve onun bereyi tutan elini sıkıca tuttum. Üzerine boca ettiği için söylendiğim şekerli parfümünün kokusu şimdi canımı yakıyordu. Bu kokuyu bir daha ondan duyamayacağımı bilmek, kahrediciydi. Buz kesmiş ellerimizi sımsıkı bir tutuşla birbirine kenetledim. Üşüyordum. Soğuktan uyuşan bedenim zihnimi derin bir rehavete sürüklüyordu.

Kaç dakika öylece kaldım, ne kadar zaman geçti anlayamadım.

Ölüm zamanı tüketiyordu ve ben bunu acıyla tecrübe ediyordum.

Omuzunda hissettiğim sağlam dokunuşla irkildim, başka bir tepki vermedim. Arkamda varlığını hissettiğim her kimse, elini omzumdan uzaklaştırırken ısrarcı olmamıştı.

"Artık gitmeliyiz."

Ante, bu onun sesiydi. Gitmemiz gerektiğini söylüyordu. Bu söylediğine kahkahalarla gülmek istedim ancak bunu yapamayacak kadar bitkindim.

“Geberin.” Bunu söylerken yalnızca dudaklarım kımıldayabilmişti.

“Bak… Gitmeliyiz.”

Kendimi öyle çok sıktım ki, kaskatı kesildim. Bu kez ona sesimi duyuracaktım.

"Geberin! Hepiniz geberin! Adi katiller! Gerçekten, sizinle geleceğime inanıyor musun?"

Sorum cevapsız bir biçimde aramızda sallanırken, burnundan sıkıntılı bir nefes verdigini duydum.

"Gitmeliyiz."

Sesi bu kez daha net ve itiraz kabul etmeyen bir tondaydı. Fakat bunun benim için bir önemi yoktu. Arkadaşımı burada yalnız bırakmayacaktım.

Uzun süre aynı pozisyonda kaldığım için tutulan boynumun bana getireceği acıyı umursamadan başımı kaldırdım ve arkama çevirdim. Bir heykel gibi başımda dikiliyordu.

"Sizinle gelmeyeceğim. Benide mi öldüreceksiniz? Öldürebilirsiniz! İşte o zaman cesedimi istediğiniz yere taşıyabilirsiniz."

Her bir kelimem derin bir nefreti peşi sıra sürükledi. Keza tek bir mimiğin yer bulamadığı çehresine nefretle baktım.

"Böyle olmasını istemezdim."

İlk andan beri kaya kadar sağlam olan sesi şimdi kısık ve boğuk geliyordu. Üzgün müydü? Duyacağı en ufak pişmanlık zerresi yerin dibine batsın!

"Ama oldu. Onu siz öldürdünüz... Nick'in de katili sizsiniz! Biz... biz size hiçbir şey yapmamışken, hepimizi yerle bir ettiniz."

Ellerine baktığımda, cümlemin sonuna doğru sesim cılızlaştı. Siyah eldivenleri artık yerinde değildi ve esmer parmak boğumları kan içindeydi. İçim korkuyla kasıldı. O kan, belki Nick'e, belki de Nicolas'a aitti.

"Arkadaşın için üzgünüm," Ellerini arkasına alarak görüş açımdan uzaklaştırdı.

Ağlamaktan acıyan gözlerimi gözlerine dikerken, yerden destek alarak zorlukla ayağa kalktım ve karşısına dikildim. Bana yapabileceklerinden artık korkmuyordum.

"Üzgün müsün? Gerçekten mi?"

Karanlık bakışlarına ev sahipliği yapan göz kapakları soğuktan gerilmiş, kaşları yay gibi sivrilmişti. Dudaklarının rengi kendine soğuğa emanet ederek morarmıştı. Lanet herif, güçlü ve ürkütücü görüntüsünden bir şey kaybetmemişti. Elmacık kemiklerinin belirginleşmesiyle dişlerini birbirine bastırdığını anladım. Sinirleniyor muydu? Umrumda değildi.

"Arkadaşını ben öldürmedim," diye konuştu tek nefeste. "Bu bir savunma değil, yalnızca bir açıklama."

Titreyen dizlerimin bana ihanet etmek üzere olduğunu biliyordum. O an soğuğu saç diplerime kadar hissettim. Her yer; dağlar, buz kütleleri, ağaçların yoğun kardan aşağı sarkan dalları daha bir beyaz görünüyordu. Göz yoran bir beyazlık sarmıştı dört bir yanımızı. Her geçen saniye hava biraz daha soğuyordu sanki. Ayak parmaklarım, eklem yerlerim, bilhassa burnum ve kulaklarım uyuşmuştu. Karşımda dikilen adamın beni burada bırakmayacağı aşikardı.

Benden karşılık alamayınca, bir adım attı. Aynı saniye geriye attığım adımım arkadaşımın cansız bedenine çaptı. Canını yakmışım gibi telaşlanarak etrafından dolaştım ve baş ucuna çöktüm, ancak bu defa yüzüne bakamadım.

"Onu artık yalnız bırakmalısın."

Kirpiklerimi birbirine bastırdım, soğuk yanaklarımdan iki damla sıcak yaş akıp gitti. İnkarın en koyu halini sırtlanarak başımı  iki yana salladım. Onu nasıl yalnız bırakabilirdim!

"Hayır! Bunu yapmayacağım."

O sırada Alice'i hatırlayarak onu son gördüğüm yere, çadırların önüne baktım. Ne orada ne de başka bir yerde görünmüyordu. İçime oturan acının yanına ani bir endişe belirirken, tekrar ayaklandım.

"Alice! Nerede o?"

Karşısında bir yaprak gibi titrerken, bir yandan da etrafıma bakıp yaşadığımız anın gerçekliğini sınamaya çalışıyordum.

Ah, ne yazık... Her bir saniyesi gerçekti.

"O iyi, sadece bayıldı." Kaşıyla çadırı işaret ederek konuşmasına devam etti. "Daha fazla üşümemesi için onu çadıra götürdüler."

Sesine karışan adım seslerinin ardından Beki arkasında belirdi. Koyu mavi gözleri yerde, Günce'nin üzerindeydi. Ante'nin aksine, yüzüne yansıyan hüznü saklama gereği duymamıştı. Bakışlarından damlayan üzüntü benim için bir şey ifade etmiyordu. Talar ne ise karşımda duran iki adam da oydu benim için. Merhametsiz ve cani!

"Diğer kız kendine geldi. Yola çıkmak için sizi bekliyoruz."

Gitmek için Alice'in uyanmasını beklemişlerdi. Her nereye gidiyorlarsa Alice'i ve beni peşlerinden sürüklemek istiyorlardı. En başından beri, niyetleri her ne ise dertleri yalnızca bizimleydi. Nicolas ve Nick onlar için önemsizdi ve onları burada sağ bırakacakları meçhuldü.

"Alice ve ben, sizinle hiç-bir yere gelmiyoruz."

Beki gözlerini yerden kaldırdığında, gözbebeklerindeki hüznün katılaştığını gördüm.  Yalnızca bakışlarıyla söylediklerimi kökünden kestirip attı.

"Ante sana başka seçeneğin olmadığını söylemedi sanırım."

"Onun ne söylediğiyle ilgilenmiyorum."

"Bak!" Ağzından sesli bir nefes verdi. Zor kullanmadan beni alt edebilmenin derdindeydi. Belki de saçlarımdan sürüklememek için kendini zor tutuyordu.

"Ne ile ilgilendiğini biliyorum." diye konuştu saniyeler sonra. Kaldırdığı işaret parmağıyla içinde Nicolas, Nick ve Alice'in bulunduğu çadırı gösterdi.

"Kız arkadaşın ve sevgilin hala yaşıyor. Ayrıca diğer adamın da öldüğünden emin değiliz."

Tehditvari konuşması beni köşeye sıkıştırırken, bitirici hamleyi yapmak için devam etti. "Sadece sen ve diğer kızı istiyoruz. Adamlar burada kalabilir. Ellerini çözer, onlar için ateşi tazeleriz. Kendilerine geldiklerinde..." Duraksadı. Emin olamadığı şey Nick'in durumuydu. "En azından biri kurtulur."

Söylediklerinin ihtimaliyle yutkundum. Şayet onlarla gitmezsek, Nicolas ve yaşıyorsa Nick'in kurtulamayacağını söylüyordu. Ne kadar ciddi olduklarını artık biliyordum. İsteklerini yerine getirmediğimiz takdirde onlara zarar vermekten çekinmeyeceklerdi. İçim arkadaşımın acısıyla cayır cayır yanarken, benden bir tercih yapmamı istiyorlardı.

"Bence bu konuyu uzatmayalım." Tehlikeli bir sesle araya girdi Ante. İfadesi şimdi kan donduracak kadar keskindi. "Pera, bizimle gelmeyi seçecek kadar akıllı bir kız."

Umarsızlığın verdiği öfkeyle ellerimi yumruk yaptım. Avuçlarıma batan tırnaklarımın verdiği acı şu an hissettiklerimin yanında devede kulak kalırdı. Onlara kanımın son damlasına kadar ayak direyebilirdim ama ya Nikolas ve Nick… Onları görmezden mi gelecektim? Üstüme yıkılan yaşama şanslarını iteleyebilecek miydim? Üstelik Günce kendini Nick için feda etmişken...

"Pekala, istediğiniz gibi olsun."

Gözlerinde zafer ışıltısı görmeyi  beklerken, başını  sallamakla yetindi Ante. Olduğu yerden ayrılmak üzere olan adımlarını sözlerimle kısa bir süre erteledim.

"Onları görmek istiyorum. Gitmeden ne halde olduklarını göreceğim."

Sesimi güçlü tutmaya çalışıyordum ancak dayanma gücümün hududundaydım. Soğuk artık konuşmamı dahi zorlaştırıyordu. Yüzüme yapışan solgun kumral saçlarımı arkaya iterken, sol omzumun üzerinden arkadaşımın ayaklarına baktım. Son çıktığımız alışverişte bayılarak aldığı mor puantiyeli botları vardı. Yeniden dolan gözlerimi yere eğip son isteğimi söyledim.

"Onu... Onu burada bı-"

"Onu burada bırakmayacağız." Ante seri bir hareketle arkama geçti ve Günce'nin bedenini kucakladı. Ona müdahale etmek istedim ama bunu yapmam yersiz olacaktı. Ne kadar istesemde, bu halde arkadaşımı taşıyamazdım.

"Bak, ne yapılması gerektiğini bilmiyorum. Sen söyle. Gömmek mi gerekiyor?”

Yabancı bir adam kollarında arkadaşımın cansız bedeniyle karşıma geçmiş, onu gömmek isteyip istemediğimi soruyordu. Bu, gerçek miydi? Şu an bunları yaşıyor muydum?

"Buna vaktimiz yok. Buraya birileri gelmek üzeredir."

Ante, Beki'nin uyarısını göz ardı ederek yüzüme bakmaya devam etti. Benden bir cevap bekliyordu.

"Hayır..."  diye mırıldandım. Hayatımda ölüm haberi bile almamışken, şimdi yegane dostumun ölümünü kabullenmek zorunda kalmıştım. Boğulduğumu hissederek derin bir nefes almaya çalıştım. Sonra, Günce'nin babasını düşündüm. Kızına çok düşkündü, kimbilir ölümünü öğrendiğinde nasıl yıkılacak, nasıl kahrolacaktı. Boğazımı örseleyen hıçkırığı güçlükle bastırarak karar vermeye çalıştım. Ailesi evlatlarını ziyaret edebileceği bir mezar isterdi. Her anne baba bunu isterdi. Şimdilik tek düşünebildiğim buydu.

"Hayır. Hayır... Onu çadıra götür."

Başıyla onayladıktan sonra arkasını döndü ve çadıra ilerledi. Adımlarımı peşinden sürüklerken, yaşadığım acı içimi yakıp kavuruyordu. Bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Kollarında Günce ile cadırın içine giren Ante'yi takip ettim. Yere eğildi ve arkadaşımı sol koluyla dizlerinin üzerinde tutarken, boştaki eliyle battaniyeyi hasır kilimin üzerine yaymaya çalıştı. Aceleyle önüne geçerek dizlerimin üzerine çöktüm ve battaniyeyi yerde tamamen açtım . Arkadaşımı oraya bırakırken oldukça yavaş hareket etmişti. O katilin arkadaşı olduğunu bilmesem, bu tavrından iyi bir insan olduğu anlamını çıkarabilirdim. Ancak o, katilin arkadaşı potansiyel ya da muhtemel bir katildi.

"Seni dışarıda bekliyorum. Üzerini değiştir."

Ayağa kalktığında başımı yukarı kaldırıp ona öfkeyle baktım.

"Kes şunu. Bana ne yapmam gerektiğini söyleme. Sana itaat etmeyeceğim."

Elini ensesine götürdü ve sıkıntıyla ovaladı. Parmakları beresine uzandı, bir an onu kafasından çıkaracak sandım ama o, ani bir kararla bundan vazgeçti.

"İyi görünmüyorsun. Kabanın ıslak, bu seni soğuğa karşı savunmasızlaştırıyor."

Haklıydı. Uzun süre yerde oturduğum için özellikle alt tarafım fazlasıyla ıslaktı. Tam da bu yüzden dişlerimin birbirine vurmasına engel olamıyordum. Şapkam, eldivenlerim ve atkımdan ise tüm bu yaşananlar esnasında kurtulmuştum.

"Git buradan." dedim başımı önüme eğerek. Dışarı çıkmak üzereyken, montunun cebinden bir şeyin düştüğünü fark ettim. Düşürdüğü büyük bir kağıt parçasıydı ve rengi sarıya çalıyordu. Uzun çizgiler, garip rakamlar ve kırmızı mühürler kendini belli ediyordu.

Ante hızla eğilip kağıdı yerden alırken idrak edebildim, bu bir haritaydı!

Bu adamlar define avcıları olabilir miydi? Ah, hayır. O zaman bizi değil, işlerine asıl yarayacak olan erkekleri yanlarında isterlerdi. O halde, o harita ne olabilirdi? Avuçlarımı yüzüme kapatıp suratımı sıvazladım. Başıma kuvvetli bir ağrı girmişti. Öte yandan  Ante'nin peşinden dışarı çıkmak için fazla vaktim yoktu.

Günce ile yalnız kaldığımız bu anın, onu son gördüğüm an olarak hafızama kazınacağını biliyordum. Bakışlarımı morarmaya başlayan yüzüne çıkarırken, gözyaşlarım yine aşağı inmeye başlamışlardı. Buraya gelirken yaşadığı heyecanı ve kurduğu hayalleri anımsamak beni daha da yerle bir ediyordu.

"Sen haklıydın." diyebildim içimi çekerek. "Haklıydın ve gittin."

Elmacık kemiklerimden çeneme uzanan ıslaklığı elimin tersiyle silerken, tıpkı Günce gibi her şeyden soyutlanmak istedim. "Seni kaybedeceğimi hiç düşünmemiştim. Neden bu kadar zamansız gittin ki..."

Uzanıp elindeki berenin ucundan tuttum. Uğruna hayatını kaybettiği bereyi parmaklarının arasından kurtarırken, hıçkırıklarım göğsümü parçalıyordu.

"Seni unutmayacağım Günce. Ne kadar vaktim kaldı bilmiyorum... Ama son anıma dek o şapşal suratın aklımda kalacak."

Uzandım ve bereyi yumuşacık saçlarından aşağı kaydırarak başına geçirdim. Bere artık olması gereken yerdeydi.

Hıçkırıklarımın arasına kısacık bir kahkaha sığdırdım o an. "Seni pislik, çok yakıştı."

Bir kez daha üzerine eğildim ve gözlerimi ağır ağır kapatırken, dudaklarımı yanağına bastırdım.

Bu, hayatımın en acı busesiydi.

"Hoşçakal, arkadaşım."

❄️

79. bölümündeki Kızıl Gece'yi

Hızla bölümleri yayınlamayan His'i

Ve neredeyse tamamlanmak üzere olarak Kıyı Güneşi'ni okuyor musunuz❤️

Bana instagramdan ulaşabilirsiniz/ _durumavii

UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin