24. BÖLÜM "Teslimiyet"

40.2K 3.2K 3.3K
                                    



Şehvet kan kırmızısı pelerinini havalandırdı. Siyah bir inciyi anımsatan gözleri gözlerimi esir aldı.

Dar mağaranın buz mavisi duvarları mahrem anlarımıza tanık olmak için can atıyordu.

Bana baktı, tenime dokundu ve beni hissetti.

Hiç konuşmadan, suyun içinde öylece durmaya devam ediyorduk.

Onu kendimden uzaklaştırmak, ondan hızla uzaklaşmak istiyordum. Ancak bunu yapmak bir yana, anlam veremediğim bir şekilde sudan çıkacak gücü bile kendimde bulamıyordum.

Biri ayaklarımı bağlamıştı, ellerime düğüm atmıştı. Biri dudaklarıma zift dökmüştü.

Bana ne olmuştu?

Sanki ellerini benden ayırsa, nefesi bir an için uzaklaşsa, hayatım tam da burada sona erecekmiş gibi hissediyordum.

"Ne bu?" diye sorabildim. "Bu hissettiğim ne?"

Gözleri dudaklarıma kaydı. Dudaklarını birbirine bastırırken, ağır ağır yutkundu. Acı çekiyor gibiydi ama bu ama bu tensel bir acı değildi.

"Bilmiyorum, bize ne olduğunu bilmiyorum."

Ben de bilmiyordum. Ona neden dokunduğumu, neden daha fazlasını istediğimi, bilmiyordum.

"Hissettiğin en sıcak an hangisiydi?" diye sordu bir anda.

Omuz silktim. "Bilmem. Sıcaktan pek hoşlanmazdım..."

"Saşırmadım."

Gözlerimi kıstım. "Bunu açıklaman gerekecek."

Bakışlarını kaçırmaya niyetlendi ama ayni saniye bundan vazgeçti.

"Bakışların buz gibi, sesin... Gülüşünü hiç görmedim. Nasıl güldüğü bilmiyorum."

"Yanılıyorsun. Sinirden güldüğüme bir çok kez şahit olmuş olmalısın."

"Hayır, ben içten gülüşünü kastediyorum."

En son ne zaman içten bir şekilde güldüğümü hatırlamıyordum. Bunu merak mı ediyordu?

"O defalarca görmüş olmalı," dediğinde, çene hattının keskinleştiğine şahit oldum.

"Kim?"

"O işte."

"Nicolas mı?" Cevap vermedi ama Nicolas'tan bahsettiğini anlamıştım.

"Evet, beni güldürürdü."

Dudaklarıma baktı. "Güldüğünü..."

Sustu, başımı, çevirdiği başına doğru eğdim. "Söylemeyecek misin?"

"Hayır."

"Senin hissettiğin en sıcak an hangisiydi?"

"Bunu gerçekten duymak istiyor musun?"

Nefesi öyle yakındı ki...  Verdiği heyacan konuşmamı zorlaştırıyordu. Başımı salladım. "Hı hı."

Delici bakışları çehremde gezindi. "Şu an, hissettiğim en sıcak an, şu an."

Ne ara kollarına koyduğumu bilmediğim ellerime baktım. Geniş omuzlarına, yapılı kollarına ve esmer tenine dokunmanın verdiği müthiş hazza inanamadım.

"Bana engel ol. Mihrimah, beni it, uzaklaştır kendinden." dedi, dudakları kulağımı örten saçlarıma sürtünürken.

"Sen uzaklaşamaz mısın?"

Çünkü ben yapamıyorum.

"Nefes alma desen başarabilirim, ama bunu..."

Ona dokunan kimdi? Ona hayranlıkla bakan, kokusunu daha yakından duymak için yanıp tutuşan kimdi? Pera değildi. Ante'nin kollarındaki kız, hiç tanımadığım Mihrimah'tı.

"Ante," dedim çaresizce. "Ne yapacağız?"

Su daha da ısındı. Artık ılık değil, sıcaktı.

Heyecanla inip kalkan çıplak göğsüm göğsüne temas ederken, "Bilmiyorum," dedi bir kez daha. Her ikimizin de nefes alışverişleri düzensizleşmişti. "Ama aklındaki her ne ise elini çabuk tut." Gözleri ıslak dudaklarıma kaydığında, tekrar yutkundu. "İradem eriyip suya karışmak üzere."

Aramızda görünmez bir mıknatıs vardı. Uzaklaşmaya çalıştıkça bizi daha sert bir şekilde carpıştırıyordu.

Mağaranın girişinden süzülen ışık bir anda kesilince çığlık atarak boynuna sarıldım. Kendimi yukarı iterek yanağımı alnına dayadığım sırada, içinde bulunduğumuz havuzdan yükselen ışık, zifiri karanlığa loş bir ışık yaktı.

O ışık tüm çıplaklığımı Ante'ye sunmuştu.

Bakışları suyun üzerine çıkan gögüslerime kaydığı an, gözlerini hızla kapattı.

"Bu... Aramızdaki bu şey normal değil."

"Anlamıyorum," diye fısıldadım. "Ne oluyor, tüm bunları kim yapıyor?"

Beni duymuyor gibiydi. Hayal kırıklığıyla başını salladı. Kendine kendine konuşuyor gibiydi. "O tılsımları suya sokmamalıydı. Kafamı sikeyim, Beki'ye engel olmalıydım!."

"Neler oluyor? Isınan su ve kararan havaya tılsımlar mı sebep oldu?"

Gözlerini usulca açtı ve gözlerime baktı. "Sebep olduğu daha fena şeyler var..."

"Beki sıcak suyu bırakıp neden ortadan kayboldu, hiç anlamıyorum."

"Anlayabilsem..."

"Anlayabilsen bana anlatır mıydın?"

Hiç düşünmedi. "Önce sana anlatırdım."

Kıpırdayan dudaklarını izlemek içimde bir şeyleri alaşağı etmişti. Karıncalanan ellerime engel olamadım ve yüzüne dokundum. Sakallarını avucumda hissetmek, içimdeki girdabı perçinledi. Kendimi sıktığımda bacaklarımın arasındaki varlığı büyüdü, büyüdü.

Ben, ben değildim. Karşımdaki adam Ante değildi.

"Ah Mihrimah!" inleyerek parmaklarını saçlarımdan geçirdi ve kolunu kalçamın altına yaslayarak beni kaldırdı. Burunlarımız birbirine sürtünürken, "Sen beni öldüreceksin." dedi boğuk bir sesle.

Hem kasıklarımda, hem de kalbimde harlayan devasa yangınla baş etmeye çalıştım. Ona dokundum ve baş edemedim. Ona dokundum ve bile isteye yenildim.

Ensesinde birleşen ellerim saçlarına dokunduğunda, zihninden geçenler ivedilikle zihnime doluştu.

Beni affet, affet beni.

Ne eksik ne fazla, zihni bu iki kelimeyle dolup taşmıştı ve bu, irademize inen bitirici darbeydi. Beni yavaşça suyun içine bırakırken, birbirine sürtünen çıplak vücutlarımız aynı kesik iniltileri mağaranın buzdan duvarlarına mıhladı.

Belimi sahiplenircesine sardı ve geniş avucu yüzümü kapladı.

Gözlerinde beliren katıksız tutku surlarımı yıkarken, usulca yaklaştı ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

Sert dudaklarının dudaklarıma bıraktığı öpücük, içinde olduğum su kadar yumuşacıktı. Acelesiz ve karşılık beklemeyen öpüşü, usulca dudaklarımda geziniyordu. Arzu, görünmez ellerini sırtıma dayayıp beni ona ittiğinde, fütursuzca karşılık verdim. Verdiğim karşılıkla birlikte diliyle dudaklarımı araladı ve öpüşünü derinleştirdi. Dudaklarımın her santimini büyük bir açlıkla öperken, elleri vücudumda geziniyordu. Yalnızca iki eli varken, nasıl tüm bedenimi avuçlarının arasında tutuyormuş gibi hissettirebiliyordu?

Nefes nefese duraksadı. "Bu... inanılmaz." dedi dudaklarını dudaklarımdan ayırmadan.

Gülümsedim, Tanrım, ne yapıyordum ben... "İnanılmaz olan ne?"

Gözlerini kapattı ve dudaklarımdan derin bir soluk aldı. "Kokun, tadın... Mihrimah, senin her zerren inanılmaz."

Dudaklarını bir kez daha dudaklarıma bastırdı ve bir süre hareketsiz kaldı. Dudaklarımızın birleşme noktasında iri köz yığınları vardı; yakıyor, kavuruyor ancak tenlerimizi kuvvetli bir yapıştırıcı gibi birbirine yapıştırarak ayrılmamıza izin vermiyordu.

"Sen, şahit olduğum tüm büyülerden daha tesirlisin."

Ne demek istediğini anlamaya çalışırken, hareketlenen ellerimiz birbirimizin göğsünü buldu. Kaya kadar sert olan göğsü hızlanan kalp atışlarını avucuma sunuyordu.

Göğsüme her an kırılabilecek camdan bir vazo gibi dokunurken, "Söyle," diye fısıldadı. "Seninle ne yapacağım ben?"

İçimde fokurdayan bir kazan vardı; Uçuşan kelebekler, patlayan bir volkan, heyelana uğramış heybetli bir dağ... Ante, beni dudaklarıyla darmadağın ediyordu.

Bacaklarımız suyun içinde birbirine dolandı, kendine bana bastırmasıyla ağzının içine doğru inledim. Öpücükleri usulca çeneme kayarak kulağıma doğru ateşli bir yol izledi. Sıcak, sert ve dokunulasıydı.

Tanrım, ona dokunmak için deli oluyordum. İçinde bulunduğumuz âna inanamayarak, onunla sevişiyordum!

Parmaklarım bir mızrak gibi kürek kemiklerine saplandı. Gözlerimi kapattım ve sokulmaya çalıştığı boynumu eğerek ona yer açtım. Dudakları boynumun ince derisine dayandı. Öpücükleriyle orada derin çukurlar açarak, o çukurları nefesiyle doldurdu. Kaburgalarımı her iki taraftan kavradığında, gerdanımdan kayarak aşağı indi. Sol göğsümün ucunu ağzında hissettiğimde, içimden ılık bir his akıp gitti. Aynı anda hem titreyip hem yanıyordum.

"Bir şey yap," diye mırıldandı, göğsüme diliyle işkence ederken. "Beni bu anın gerçek olduğuna inandır."

Okşuyor, daireler çiziyor tenimi dudaklarının arasında pamuk şekeri gibi eritiyordu. Ölmek üzereydim, işte şimdi ölmek üzereydim.

Kaburgamın üzerinde duran baş parmağı diğer göğsümü okşarken, mağaranın buzdan duvarları dönmeye başladı. Görüş açım boyut değiştiriyordu; hem çok net, hem çok fluydu.

Başımı geriye atarak saçlarına asıldım. Zihninden geçenler hep aynıydı.

İsmim ve onu affetmemi istediği... İsmim ve onu affetmemi istediği... İsmim, Mihrimah...

Bedenimi kaygan kenardan yukarı ittiğinde, çıplaklığımızı kapatan son parçalar artık yoktu. Her şey hem delirtici bir yavaşlıkta hem de hızlandırılmış bir film gibi ivedilikle ilerliyordu. Sırtımı buzlu zemine bıraktı, hemen üstümdeydi. Onu herşeyiyle hissediyordum ve bu tüm direncimi kırmıştı. Birden hırlayarak kaşlarını çattı. Ona ne olduğunu biliyordum; artık suda değildik ve bana dokunurken çektiği acı kaçınılmaz hale gelmişti. Buna rağmen usulca göz kapaklarımı öptü. Çeneme, yanaklarıma ve burnuma dokundurdu ıslak ve çerçeveli dudaklarını...

Buzun üstünde, ateşin altındaydım.

Hafifçe uzaklaşarak bana baktığında bile burunlarımız birbiriyle temas halindeydi.

"İlk olduğunu biliyorum. En başından beri biliyordum." diye itiraf etti.

"Bana sorduğunda bile mi?"

"Sana sorduğumda bile... Ve bildiğim bir şey daha var. Duymak ister misin? Seni haketmiyorum."

O haketmiyorsa kim hakediyordu?

Tenlerimiz birbirine düğümlemişti ve Ante o düğümleri çekiştiriyordu. "Sana dokunmak... Nasıl bu hale geldiğimi anlayamıyorum."

"Bana dokunmak istemiyor musun?" diye sordum birdenbire. Bir güç zihnimi ve yaşadığım acıları abluka altına almıştı. Bir an öncesi yoktu. Bir an sonrası yoktu.

"İstememek mi?" Gözlerini kapattı ve burnunu yanaklarımda gezdirdi. "Hiçbir şeyi bu kadar istememiştim."

Ilık nefeslerimiz ahenkle birbirine sarılırken, gözlerini açtığında kalbim göğüs kafesime müthiş bir baskı uyguladı. Salt siyah göz bebekleri büyüyerek gözlerinin saydam tabakası ele geçirmişti. Bu görüntüye başka bir zamanda, başka bir adamın gözlerinde rastlasam, korkabilirdim. Ancak şu saniyelerde, korku hissedebileceğim son duygu bile değildi.

"Bu yaptığımız delilik," dedi vezinsiz bir sesle.

Verdiğim cevap bana ait değildi. "Dahi olduğumu iddia etmiyorum. "

Gözlerine baktım, sırtında kabuk bağlayan yarasına dokundum. Vücudunun birçok yeri kesik ve kanayıp kurumuş yaralarla kaplıydı ama bu, başkaydı. Bunu bizzat ben açmıştım.

Bilekleri yakalayıp başımın üstüne sabitledi ve kemikli parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi. Hem parmaklarım kırılacakmış gibi,  hem de onun yapılı ellerinin bir parçasıymışım gibi hissettiriyordu

"Acı çekeceksin," diye mırıldandım. Dudaklarım şiş ve örselenmişti.  "Bu, sana acı verecek."

Dudaklarını alnıma bastırdı ve acıyı sırtlanmış çıplak bir tınıyla konuştu.

"Senin için değer." Nefesi de teni gibi sedir ağacıyla harmanlanmış tuzlu kokuyordu.  "Senin için her şeye değer."

Acımasız bir güç ıslak bedenlerimizi birbirine iterken, acıyla inleyerek birbirimizin boynuna kapandık. Bir bıçak darbesi almış gibi irkilen göğsü göğsümü eziyordu. Acı çekiyordu ve üstelik bu, diğerleri gibi değildi. Çok daha keskin ve yoğun bir acıyla sınanıyordu. Kasılan kollarıyla bana sıkıca sarıldı ve alnını alnıma dayayarak  ona alışmamı bekledi. Alnında giderek yoğunlaşan ıslaklık birleşmemizin doğurduğu ter damlacıklarıydı. Kasıklarımdaki acı kısmen hükmünü yitirdiğinde, bacaklarımı ona doladım ve devam etmesi için sessiz bir mahal verdim.

"Kendime hakim olamıyorum," dedi dudaklarını kulağıma yaslayarak. "Canını yakmaktan korkuyorum"

Elimi keskin çene hattına götürdüm ve o göz alıcı çukura, kirli sakallarına dokundum. Onu ilk gördüğüm güne nazaran daha uzun ve gürdüler. Bu kadar yakından bakabileceğim, dokunabileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.

Belirsiz ve efsunlu bir zaman dilimini gözlerine bakarak geçirdim. Kim olduğunu bilmediğim yanım, gözlerindeki zifiri okyanusta boğulmaya hazırdı. Canım yanıyordu ama biliyordum, onun çektiği acının yanında esamesi bile okunamazdı.

Ona istediği cevabı veremedim. Onun yerine ellerini daha sıkı tuttum ve alt dudağını dudaklarımın arasına alıp tutkuyla öptüm. Bunu bekliyormuş gibi acelesiz ama bir o kadar ateşli bir öpücükle bana karşılık verdi. Acıyla yoğrulan hazzın karanlık uçrumuna birlikte sürükleniyorduk. Her deviniminde titreyen bedenimi tuttu ve beni dokunuşlarıyla sakinleştirdi. Beni sonsuz gelecek bir zaman dilimine iliştirerek, kendine ait kıldı. Kollarının arasında, henüz tanıştığım o garip hissin beni darmadağın etmesine izin verdim.

Uyuşan kolum sırtından kayarak suyun içine düştü. Dakikalar önce sıcacık olan su, şimdi en az üstünde uzandığım buz kadar soğuktu. Doruğa ulaşmasına rağmen benden uzaklaşmamıştı. Parmaklarım suyun yüzeyinde gezinirken, gözlerimi kapatarak içimdeki artçı depremleri dinledim.

"Burada ölebilirim," Kendini bana bastırdı, onu bir nabız gibi hissetmeme izin verdi. "Tam burada."

Sırtındaki elimi istemsizce sıktığımda, tırnaklarım etine geçti. Canını daha fazla acıttığımı düşünerek gözlerimi açtım ve ona baktım. Beklediğimin aksine dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. Ona baktıkça elimde olmadan titredim. Bunu fark ederek kendini benden ayırmasıyla, tarifsiz bir boşluk hissettim. Bizi duvarın dibindeki çadır örtüsünün üzerine çekti. Beni havuza doğru çevirdi. Buz tutan sırtımı sıcak göğsüne dayadı ve battaniyeyi üzerimize çekti.

"Bana nasıl olduğunu söyle."

Onu yanıtlarken yüzümü görmüyor oluşuna şükrettim. "Sanırım, iyiyim."

"Sırtın çok soğuk, seni ısıtacağım. Uyu biraz," diye konuştu, daha önce ondan duymadığım şefkatli bir sesle.

Dediğini yaparak iri bedeniyle beni sarıp sarmaladı. Kollarında bir bez bebekten farksızdım Şaşkındım, zihnim bulanık bir su gibiydi. Ne yaşadığımız, nasıl yaşadığımız puslu bir gölge gibi gözlerimin önünde duruyordu.

"Şey, sen..." diyebildim kararsızca. "Sen, uyumayacak mısın?"

Başını enseme gömdü ve omzuma uzanan uysal öpücükler bıraktı.

"Bilmiyorum."

"Neyi?"

Karnımı okşadı. "Bu şekilde uyuyup uyuyamayacağımı..." Boynumda derin bir nefes aldıktan sonra, "Uyu," dedi. "Ben buradayım."

Daha fazla konuşmadım. Gözlerimi kapattım ve muhtaç olduğum sıcaklığı bana sunan adamın kollarına sindim. Heybetli bir dağın tepesindeydik, dışarıca öldürücü bir soğuk vardı. Karnım açtı ve hiç yiyeceğimiz yoktu. Üstelik gözlerimi bir daha açamayacak kadar halsiz hissediyordum kendimi. Tüm bunlara rağmen dalmak üzere olduğum uyku, geride bıraktığım yirmi bir yılımın en huzurlu uykusuydu.



Tabanlarımdaki acıyla gözlerimi araladım. Çadır örtüsünden çıkan ayaklarım buzun üstünee taşmış, sızlıyordu. Battaniyenin içine çekerek birbirine sürttüm. Ağrımayan tek bir yerim bile yoktu. Ağır bir şeyin altında ezilmişim gibi tüm bedenim sızlıyordu. Yutkunmak istediğim an yüzümü buruşturdum. Boğazımdaki yumru hacim kazanmıştı. Burnumun sızlıyor, gözlerim yanıyordu. Soğuk bana yapabileceği tüm kötülükleri yapmıştı. Battaniyeyi göğsüme bastırarak doğrulacağım sırada, hissetiğim eksiklik içime zehir zemberek bir hissi boca etti.

Ante, yoktu

Halsiz bakışlarımı etrafta gezdirdim. Yoktu, hiçbir yerde yoktu. Dışarıda olabileceğini düşündüm ancak ona bakmak için peşinden gidecek güce sahip değildim. Günün hangi saatinde olduğumuzu tahmin edemedim. Hava alacakaranlıktı ve ne kadar uyuduğumu bilmiyordum.

Nasılsa birazdan yanıma gelir, diye düşünerek başımı zemine bıraktım. Saatler önce içinde ısındığımız suyun yüzeyi küçük, pürüzsüz bir buz pistini andırıyordu. Gözlerimi kapattım ve cenin pozisyonu aldım. Ante gelene kadar biraz daha uyusam fena olmayacaktı. Belki döndüğünde nar gibi kızarmış bir dağ tavşanı bile getirebilirdi!

*

Biri saçlarıma asılıp beni sonsuz sandığım uykumdan uyandırdığında, bambaşka bir boyuttaydım. İrkilerek başımı dizlerimden kaldırdım ve etrafıma baktım. Benden başka kimse yoktu. İçinde olduğum kare, beyaz fanus sadece beş adımla sonuna ulaşabileceğim kadar dardı. Ne zaman buraya geldiğimi, neden burada olduğumu bilmiyordum. En garibi ise şu an bunu sorgulamıyordum. Hiçbir şey hissetmiyordum; ne acı ne öfke ne sıcak ne de soğuk... Kollarımı, karnıma çektiğim dizlerimin etrafından bilinçsizce doladım. Dört bir yanım öyle beyazdı ki, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Başımı yeniden dizlerime bırakacağım sırada garip bir ses duydum. Çok yakınımdan geliyordu.

Birdenbire beyaz duvara farklı renkler bulaştı. Mavi, yeşil, kırmızı, siyah, mor... Her yer bembeyazken, tam karşımdaki duvar renk cümbüşüne düşüverdi. Bir an sonra renkler usul usul kenara çekildi ve ortada derin bir çukur açıldı. Çukurda biri erkek diğeri kadın, iki insan silüeti belirdi.

Avuçlarımla yerden destek alarak ayağa kalktığım an, beyaz elbisemin parçalı etekleri zemine döküldü.

Çıplak ayaklarım beyaz zeminde ilerledi. Omzuma dökülen kumral saçlarım hiç olmadığı kadar parlak ve beyazdı. Yorgun değildim. Aç değildim. Öyleysem bile hissetmiyordum.

Kadın saçlarını savurduğunda, renkler çukura hücum etti ve her şey birer birer mana kazanmaya başladı. Zemin kil rengi bir toprağa dönüştü. Koca, dikenli bir çit toprağın orta yerinde bitiverdi. Saçları siyaha boyanan kadın çitin bir yanındaydı, geniş omuzları olan heybetli adam ise diğer tarafında...

Yaklaştım.

Kadının üzerinde tıpkı benimki gibi etekleri yerlere sürünen upuzun bir elbise vardı. Ancak benimkinin aksine, rengi siyahtı. Zarif ellerini çite dayadı ve çok uzaktan, dalga dalga gelecek, incecik bir sesle konuştu.

"Görüyor musun? Artık canım acımıyor."

"Görüyorum," dedi yüzünü seçemediğim adam. Tanrım, sesi ne kadar tanıdıktı...

Adam güçlü kollarıyla sonu görünmeyen koca çiti yerinden söküp attı. Artık aralarında hiç engel yoktu. Kadın bir saniye bile beklemeden adama koştu, sarıldılar. Gözlerimi bir an olsun onlardan ayıramıyordum.

"İnanamıyorum," dedi kadın. Sesi yine dalgalar halinde ve yankı şeklinde geliyordu. "Bin yıldır bu anı bekliyordum."

"Bitti artık, buradasın, kollarımda..."

Adam daha sıkı sarıldı ve burnunu saçlarına gömdü. Kadın kollarını ondan ayırmadan yüzünü benden tarafa döndü. Beyaz suratındaki, çekik siyah gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Küçük kalkık burnu, etli dudakları ve aydınlık bir cildi vardı. Güzeldi. Gülümsedi. Bu, bir yengi gülümsemesiydi. Gözlerimin içine baktı. Beni görüyor muydu?

"Bitti, bizim için bu fedakarlığı yapacağını biliyordum. Sevgilim, Ante..."

Son kelimesiyle geriye doğru sendeledim. Duyduğum isim sinir uçlarımı uyararak hislerimi ruhuma boca etmişti. Avuçlarımın soğuduğunu, dudaklarımın kuruduğunu hissettim. Kadın, adamın karanlık yüzünü avuçlarının arasına aldı ve büyük bir tutkuyla dudaklarından öptü. Öpücük adamın yüzünü fener gibi aydınlatırken, görünmez bir hançer kalbime derin bir çizik attı.

Kadın haklıydı, adam Ante'ydi...

*

Kuvvetli bir titremeyle uyandığımda, alnım ve saçlarım terden sırılsıklamdı. Uykumda hızlanan nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Ne gördüğümü tam olarak hatırlamıyordum ama iyi şeyler olmadığı kesindi. Öksürerek doğrulmaya çalıştım. Her öksürüğümde göğsüm titriyor, bacaklarımın arasındaki ağrı ikiye katlanıyordu.  Ancak bana asıl acı veren şey bu değildi; çantalar bıraktığımız yerde yoktu. Ante, yoktu. Bir an da mağaranın buzdan duvarları sivrilerek üzerime yağmaya başladı. Parçaları ona dokunduğum saniyelere, ruhuma, kalbime saplandı. Her yan kara bir kana bulandı. Zihnim onun gittiğini, beni burada terkettiği haykırdığında, gözlerimden akan yaşlar yanaklarımı ıslattı. Omuzlarımı sarsan hıçkırıklar o sesleri bastırmaya kafi gelemedi.

Zihnimdeki puslu su durulduğunda, hakikatler zeytinyağı gibi gün yüzüne çıkmaya başladı. Beki haklıydı, sevdiği başka bir kadın vardı. Bense onunla birlikte olarak, o kadına giden yolda köprü olmuştum. Nasıl böyle iğrenç bir oyunun parçası olabilmiştim...

Bana dokunmasına izin vermiştim. Bunun nasıl olduğunu bilmiyordum ama her şey bittikten sonra beni kollarına aldığında, içimde pişmanlığın zerresi bile can bulmamıştı.

Başımı önüme eğdim ve ağlamaya devam ettim. Güçsüzlüğüme, iradesizliğime, en çok da aptallığıma lanet ettim. Bir süre ellerimi kulaklarıma bastırarak öylece bekledim. Çıplak, çaresiz ve yalnızdım.

Hiç ses yoktu.

Titreyerek kıyafetlerimi giydim. Onun montunu ve beresini takarken ağlamam şiddetlenmişti. Ellerimi suratıma kapattım ve sakinleşmeye çalıştım. Ne yapacağımı, buradan çıktığımda ne tarafa gideceğimi, bilmiyordum. Aslında bir yanım, battaniyenin altına girip son nefesimi verene dek orada kalmamı emrediyordu. Ancak ona teslim olduğum bu mağarada daha fazla durmak istemedim.

Ellerimi ceplerime soktum ve ağır ağır mağaranın çıkışına yürüdüm. Önüm aşağı doğru irili ufaklı buzullar ve karla kaplıydı.  Sonu görünmüyordu. Sanki bin yıl yürüsem de buradan çıkamayacakmışım gibi uçsuz bucaksızdı. Yanımda onlardan biri yoktu ve ağaçlık alana doğru yürürsem kurtarma ekibine rastlamam mümkündü. Ancak gözlerim hemen arkamdaki zirveye kilitlendi. O dört adam zirveye ulaşan yolda bizi birer birer kurban etmişlerdi. Her birimizde onulmaz yaralar açarak ölümün kirli kucağına atmışlardı. Ben yaşıyordum, hala buradaydım. Ancak beni hayatta bırakan Ante, ruhuma binlerce bıçak darbesi indirmişti.

Gözlerimdeki yaşı sildim ve zirveye doğru yürümeye başladım.

Gidecek miydi? Ona engel olamazdım. Ama gitmeden önce gözlerime bakıp, ona söyleyeceğim son sözleri duyacaktı.

Bedeli ne olursa olsun, onu son kez görecektim!

UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin