Tanrı'nın burgaçı ruhumu içine çekerken, göğün bağrına kan rengi bulutlar doluştu.
Sisli, kasvetli ve mevt kokan bulutlar...
Ansızın esen kuvvetli rüzgar bedenimi görünmez duvarın dibine serdi. Sırtım buzun kaygan yüzeyi ile buluşurken, korkan bakışlarım Talar'a gitti;
Çekik gözlerinde zebaniler dans ediyordu, sıktığı avuçları taze kan istiyordu.
"Sakın aksini iddia edeyim deme, dem çizgisi önümüze koyduğu engel için bir ölüm daha istiyor."
Haritayı Ante'ye çevirdi. Açık kahverengi kağıtta simetrik çizgiler ve anlamlandıramadığım garip figürler vardı. Öyle karışık görünüyordu ki, haritayı onlardan başka birinin çözebilmesi imkansızdı. Aslında ne ikizler ne de Beki, kimse harita üzerinde Ante kadar usta değildi. Kahverenginin koyulaştığı yerlerde küçük kırmızı detaylar vardı. Talar silahının ucuyla onlardan birini gösterdiğinde, nefesim boğazımda düğümlendi.
"Bak, bulunduğumuz yer tam olarak burası ve kanla işaretlenmiş!"
Kan! Haritadaki kan damlaları dem çizgisinin istediği ölümleri işaret ediyordu!
"Evet," dedi Ante. Düştüğüm yerde acıyla kıvrandım. Önlerindeki tek seçenek askerdi.
Ah, zavallı asker...
"Onun için kurşun harcamak istemiyorum, boğazını kesmeye ne dersin?"
Soğuktan uyuşan bedenimi güçlükle doğrulttum, rüzgâr uğultulu bir halde esmeye devam ediyordu.
"Seni aşağılık herif! Burada boğazı kesilerek öldürülmeyi sadece siz hak ediyorsunuz!" Yumruklarımı öfkeyle kaldırdım ancak hedefime ulaşamadan biri belimden kavrayarak beni geri çekti.
Bu Ante'den başkası değildi.
"Sakin ol," diye fısıldadı, sırtımı göğsüne yaslayarak. "Gücünü tüketiyorsun."
Öfkem lanet olası Talar'ı sadece güldürdü. "O kendini aslan zanneden küçük kediciği sıkı tut Ante."
Dişlerimi sıkıp bakışlarımdaki nefreti bakışlarına kustum. "O elindeki silah bende olsaydı Talar, eğer o silah bende olsaydı...."
"Ellerine silah yerine başka bir şey vereceğim kedicik, biraz daha sabret."
Ante öfkeli bir hamleyle beni arkasına alırken, Talar silahı ona doğrulttu.
"O sürtük için gebermene değmeyecek Ante, illa gebermek istiyorsan bunu Teodora için yap."
Teodora, Teodora...
Korkunç bir gök gürültüsüyle tüm bakışlar havaya kalktı. Aynı anda rüzgar şiddetini arttırarak bedenimi sabit tutmamı zorlaştırdı.
"İşaretlenen yere bak. Kırmızı değil, siyah, bu onların değil, bizim kanımızın rengi. Gördün mü sersem? Dem çizgisinin istediği bu sefer onlardan birinin değil, içimizden birinin kanı!"
Talar'ın gözleri, hayretle harmanlanan saf bir korku haliyle irileşti. Bakışlarını kademeli olarak haritaya çevirdiğinde, benim de henüz fark edebildiğim gerçeği idrak etti. Bulunduğumuz nokta kırmızı değil, Ante'nin de söylediği gibi siyah kanla işaretlenmişti.
"Ah, fark etmez." Önce Beki'ye, ardından Ante'ye baktı. "Sen söyle, hanginizle vedalaşalım?"
Ante'nin arkasındaydım. Yüzünü, ifadesini göremiyordum ancak o bir dağ gibi önümde dikilirken, ucunda olduğumuz namludan korkmuyordum.
"Gerçekten buna senin karar vereceğini mi düşünüyorsun?"
Talar bocaladı. Bunu açıkça görebiliyordum. "Silah kimin elindeyse kararı o verir."
"Yanılıyorsun aptal herif," Ante'nin sesindeki kusursuz özgüven Talar'ı köşeye sıkıştırmaya yetecek kadar güçlüydü. "Duvar ortadan kalkmak için yalnızca bir kişiyi istiyor. Mutlaka işaret gelecektir."
Talar ve Sesir bakıştılar. Onların gözlerinde korkuyu görmek bana müthiş bir haz vermişti.
"Ante, akıllı adamsın. Seni öldürmemem için yalan söylüyorsun."
"Tekrar ediyorum, şu an tek yapmamız gereken işareti beklemek. Senin de dediğin gibi, silahlar elinizde, beklemek size bir şey kaybettirmez."
Sesir yeri tekmeledi. "Siktir!"
"Dem çizgisini seçen sizdiniz, şikayet etmeniz yersiz."
Talar silahı görünmez duvara çevirip öfkeyle tetiğe yüklendi. Kurşunların boşluğa çarparak yere düşmesini şaşkınlıkla izledim.
"Senin seçtiğin yol, mah çizgisi çok dolambaçlıydı."
Ante omzunun üzerinden bana baktığında, rüzgardan suratıma yapışan saçlarım, kirpiklerime çarpan kar taneleri ifadesini seçebilmeme engel oldu. Birkaç saniyeliģine uçuşan saçlarıma baktıktan sonra tekrar onlara döndü.
"Kimsenin canı yanmayacaktı. Ne onların, ne de sizin."
Sesir öne atıldı. "Onların canı kimin umrunda!" diye bağırırken, nereden geldiğini bilmediğim iri, siyah bir damla alnına düştü.
Siyah damla...
Siyah kan!
Ante'nin bahsettiği işaret buydu, ölmesi gereken kişi Sesir'di!
Asker kızağın üzerinde doğruldu. "Kendine dikkat et pislik, seni ben öldürene kadar, sakın öleyim deme."
Sesir girdiği şok halinden sıyrılıp ona cevap veremedi. Talar'ın da ondan bir farkı yoktu.
"Bu olamaz. Bu nasıl olur! Sesir, kardeşim..."
Sesir alnındaki damlayı sıyırıp attı. "Oldu! Lanet olsun, beni seçtiler Talar!"
"Bir çaresini bulacağım." dedi kardeşinin karşısında durarak. "Ölmene izin vermeyeceğim."
Sesir puslanan bakışlarını yere düşürdü ve başını iki yana salladı. "Böyle olmasını istiyorlar. Sikeyim! Neden böyle olmasını istiyorlar ki?"
Talar sarı sakallarını sıvazlayarak, onu sakinleştirmeye çalıştı. "Bana bak, sana zarar gelmeyecek. Bu döngüyü tersine çevirmenin bir yolunu bulacağım. Bana inan Sesir. Bu işten sıyrılacağız."
Sesir geri gitti ve olduğu yere çöktü. Çaresiz görünüyordu. Çaresiz ve acınası... "Döktüğümüz kanlarda boğuluyoruz. Tek açıklaması bu!"
Sesimin çıktığınca bunun koca bir gerçek olduğunu haykırmak istedim. Ancak ağzımı şu anda açarsam Talar'ın beni tek kurşunla indireceğini biliyordum.
"Saçmalayı kes ve düşünmene izin ver. Halledeceğim."
Talar haritaya baktı, silahı tutan eli titriyordu. Asker kızaktan kalkmaya yeltendiğinde silahı havaya kaldırdı ve her birimizin üzerinde dolaştırdı.
"Herkes yere çöksün. Yere çökün!"
Asker başını kızağa koydu. Beki yere çöktü. Ante bir adım geri geldi ve aramızdaki mesafeyi kapattı. Usulca yere çökerken, "Hadi," diye fısıldadı. "Biraz dinlenelim."
Onunla birlikte dizlerimin üzerine çöktüm. Bunu düşünmekten nefret ediyordum ama üşüyordum. Çok, çok üşüyordum. Uzuvlarımı hareket ettirmekte güçlük çekecek kadar, konuşmakta, başımı çevirmekte, hatta nefes almakta güçlük çekecek kadar üşüyordum.
Talar gidip kardeşinin yanına oturdu ve sırtlarını ortadan kaldırmak istedikleri buzdan duvara dayadılar. Tanrım, öyle tuhaftı ki! Görünürde hiçbir şey yoktu. Somut hiçbir şey yoktu. Ama oradaydı, biliyordum, dokunmuştum. Soğuk ve kaygan yüzeyini parmak uçlarımda hissetmiştim.
"Şimdi ne olacak?" diye fısıldadım dudaklarımın dibindeki omzuna doğru.
"Sesir ölecek,"
"Kardeşini asla öldürmez."
Cevap vermedi. Hissizleşen dudaklarımı hareket ettirmek için tekrar sordum. "Ne olacak?"
Sıkıntılı bir nefes verdi. Nefesinin beyaz buharını rüzgâr aceleyle alıp götürken, dizlerimi karnıma çektim.
"Başını sırtıma yasla."
"Ne?"
"Başını diyorum, sırtıma yasla."
Sanki bana küfür etmiş gibi ters bir bakış attım. Bana bakmıyordu. Gözü birkaç metre ötemizde oturmuş, plan yapan ikizlerdeydi. Beki başını dizlerine eğdi. Asker hareketsiz yatıyordu, gözleri kapalıydı. Her yer bembeyazdı ve rüzgar hız kesmeden esmeye devam ediyordu.
"Hayır," Omuz silktim. "İstemiyorum."
Alnına dökülen soluk siyah saçlarının altından bana baktı. "Arkamdasın, seni kimse göremez."
"Birinin görüp görmemesi umrumda değil. Sadece bunu istemiyorum."
Cebinden bir şey çıkardı. Bu çadırda kafamda olan beresiydi.
"O halde bunu tak."
Titreyerek kasılan bedenimi sıkmaya çalıştım. "N-neden sen takmıyorsun."
Bereyi tutan elini yavaşça bana uzattı. Suratıma yapışan tutamları kulağımın arkasına yerleştirirken, neyse ki soğuktan bir şey düşünemiyordum!
"Benim saçlarım uçuşup yüzüme yapışmıyor Mihrimah."
Yalnızca saçlarıma bakarak bereyi başıma giydirdi. Ona engel olacak gücüm yoktu. Birkaç dakika sonra başım kendiliğinden sırtına düştüğünde, gözlerim kapanmak üzereydi.
"Uyuma, şimdi değil."
"Çok uykum var," diye mırıldandım. Uyku hali ağırlaştıkça soğuk ve rüzgar daha az acı veriyordu.
Huzursuzca kırpırdandı. Sırtındaki başımı hareket ettirdiği için gözlerimi aralamak zorunda kaldım.
Huysuzca mırıldandım.
"Uyku seni soğuğa karşı savunmasızlaştırır. Bekle biraz, bu gece sıcak bir uyku çekeceksin. Söz veriyorum."
Alayla gülümsedim. "Benimle dalga mı geçiyorsun? Bu akşam için yalnızca iki planım olabilir. Ya donarak ölmek, ya da şu katiller tarafından tecavüze uğ-"
"Kapat çeneni ve uyu."
Bu itiraz kabul etmeyen sert bir emirdi. Gözlerimi yeniden kapattım ve başıma gelebilecek her şeye karşı daha da savunmasızlaşarak onun sırtında uyudum.
Loş, gürültülü ve sıcak bir akşamdı.
Koyu yeşil elbisemin eteklerini çekiştirerek Günce'ye döndüm. Kırmızı rujunu tazelerken, gecenin başında çatılan kaşları huzursuzluğunu koruyordu. Topuklu ayakkabılarımın mozaik zeminde bıraktığı tok sesler eşliğinde arkasına geçtim ve aynadan aksimize baktım. Kırmızı, mini elbisesinin içinde bir afet gibi görünüyordu ama mutsuzdu. Bana zorla giydirdiği yeşil deri elbisesinin içinde kendimi sıkışmış gibi hissediyordum ama ondan daha iyi durumdaydım.
"Gidelim istersen," diye bağırdım bangır bangır çalan müziği bastırmaya çalışarak. Sanki orkestra asağıda değil de, tuvaletin ağzında çalıyormuş gibiydi! "O kızdan hiç hoşlanmadım."
Bir hışımla bana döndü. Mavi gözlerinden ateş çıkıyordu. "Hoşlanmamak mı? Onu elime verseler kafasındaki saçları tek tek cımbızla çekerim. Yılışık şey!" Yüzünü buruşturdu. "Dans ederken Nick'e nasıl sürtündüğünü gördün mü!"
"Şeyy..." dedim tereddütle. "O Nick'in sevgilisi Günce."
"Sevgili mi! Bence yeni yatak arkadaşı desek daha doğru olur. Kazulet alik!"
"Alice," diye düzelttim. "Adı Alice'miş."
Omuz silkti. "Her ne haltsa. Hadi aşağı inelim. Nick'imi daha fazla o kadınla yalnız bırakmak istemiyorum."
Beni dinlemeden çantasını aldı ve tuvaletten çıktı. Rengarenk ışıklandırmaların, içki kokusunun ve kalabalığın arasından sıyrılarak masamıza ilerledik. Nicolas yuvarlak bar masasında içkisini yudumluyordu. Alive ve Nick biraz ileride sarmaş dolaş dans ediyorlardı. Günce çantasını sertçe masaya bırakarak içkisinden büyük bir yudum aldı. Nicolas'ın yanına geçtiğimde, kolunu belime sardı ve başıma küçük bir öpücük kondurdu.
"Günce neden sinirli?"
Dudağımı dişledikten sonra, "Hiç..." diyebildim. "Lavaboda kadının biriyle tartıştı. Önemli bir şey değil..."
Su yeşili gözlerini yanımıza gelmekte olan Alice ve Nick'e dikerek, "Bana öyle gelmedi." dedi manidar bir gülümseme eşliğinde.
"Ama öyle," Bakışlarımı kaçırdım. Oysa ki Nicolas gibi akıllı bir adamın durumu fark etmiş olması gayet normal bir durumdu. "Başka ne olabilir ki?"
Nefesi boyuma indiğinde, bundan rahatsızlık duyduğum için geri çekilmek istedim. Ancak onu üzmemek adına bunu yapamadım. Ona sarılmayı seviyordum. Omzunda şefkatle gezen ellerini, benimle konuşmasını ve ona akıl danışmayı seviyordum. Ama bu kadardı, dahası Nicolas ne kadar istese de olamamıştı.
"Belle femme je crois en toi..."
Gülümsedim. "Ben de sana inanıyorum, Nico."
Biraz sonra Nick ve Alice yanımıza geldi. Nick yorulduğu için masaya yaslanarak kokteylinden yudumlamaya başladı. Ancak Alice enerji patlaması yaşıyormuş gibi bir an olsun yerinde durmuyordu. Bir ara Nicolas'ın elinden tutup piste çekmeye çalıştı ve uzun süre bunun için uğraştı. Nicolas başta ne kadar karşı koysa da, şimdi karşımda birlikte dans ediyorlardı. Alice karçasının hemen altında biten eteği ve uzun bacaklarıyla oldukça göz alıcı duruyordu. Ellerini Nicolas'ın omuzlarına koyuyor, etrafında dönüyor ve şuh kahkahalar atıyordu. Nicolas'a güveniyordum ama bu manzara hiç hoşuma gitmemişti.
"Neden bir şeyler içmiyorsun Pera?"
Nick'in tatlı bir biçimde sorduğu soruya karşılık alkolsüz kokteylimi havaya kaldırdım. "İçiyorum, bak."
Gülümseyerek parmaklarını küllü saçlarının arasından geçirdi. "Demek istediğim, içki. Neden içki içmiyorsun?"
"Geçen hafta içip sapıttıktan sonra mı? Ah, hayır Nick. Size tekrar rezil olmak ve sabaha kadar kusmak istemiyorum!"
Gülümsemesi yerini kahkahaya bırakırken, sebebini bilmek beni utandırdı. Keşke o kadar içip dans etmeseydim. Ve şarkı söylemeseydim. Ve ağlamasaydım. Ve bağırmasaydım!
"Baksana," dedi kolumu dürterek. "Önümüzdeki kış kampa gidelim. Aklımda muhteşem bir yer var." Kendisine gülümseyen Günce'ye bakıp göz kırptı. "Hep birlikte..."
Kararsızca Günce'ye baktım. "Bilmem ki..."
Günce kollarını heyecanla masaya dayadı. "Bilmeyecek ne var canım? Gideriz tabii. Bizi nereye götürmeyi planlıyorsun Nick?"
Nick'in ela gözleri ışıldadı. "Mont Blanc, bayılacaksınız!"
Günce ellerini birbirine kavuşturarak, "Orayı duymuştum!" diye bağırdı. "Bu fikir beni şimdiden heyecanlandırdı."
"Heyecanlanmalısın. Harika vakit geçireceğiz."
"Bakalım Nick, daha kışa çok var."
Bakışlarımı piste çevirdiğimde Nicolas'ı göremedim. Alice de yoktu. Oysa daha birkaç dakika önce karşımda dans ediyorlardı. Etrafıma dikkatle baktım, ama yine ikisini de göremedim. Adımlarım piste ilerlerken, duraksayan müzikten faydalanarak adını seslendim.
"Nicolas... Nicolas..."
Karanlık yerini sisli bir aydınlığa bırakırken, bedenimi bir uçurumun kenarında hissediyordum. Her an boşluğa savrulacakmış gibi, her an büsbütün karanlığa bürünecekmiş gibi...
"Mihrimah... Gözlerini aç, hadi."
Gözlerimi açtığımda, onun kollarındaydım. Hissettiğim uçurum Ante'ydi.
"Ne oldu?"
Gözlerinde yine garip bir ifade kol geziyordu. Kollarında tuttuğu bana bakarken, sanki bir hayal kırıklığına bakıyordu.
"Sayıklıyordun, iyi misin?"
İyi miydim?
Üst bacaklarımda gerginlik ve acı hissediyordum. Bu uyumadan önce de vardı ama şimdi çok daha yoğundu. Aynı acı omuzlarımda da vardı. Sırtımda, kalçamda ve karnımda da...
"İyiyim."
Beni bırakmasını istiyordum. Bunu ona söylemem gerekiyordu ama kolları ayrılmak istemeyeceğim güçlü ve sıcaktı.
"Seni doğrultacağım." dedi düz bir sesle.
Bana kızgın mıydı? Uyurken onu nasıl kızdırmış olabilirdim ki?
Belimden tutup bedenimi dik pozisyona getirirken acıyla bağırdım.
Sanki tüm bedenime aynı anda iğneler batıyormuş gibiydi.
"İyi değilsin?" derken, az önceki sesinden eser yoktu. "Neyin var?"
Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı iki yana salladım. "Bilmiyorum, canım acıyor."
Bedenime bakıp anlamaya çalıştı. "Neresi açıyor, göster."
"Bilmiyorum, galiba her yerim."
Kolumu tuttu ve montumun kolunu sıyırmaya çalıştı.
"Bırak beni, dokunma." Kolumu ondan kurtarıp askere baktım. Uyanmış bizi seyrediyordu.
"Asker," Kendi acımı unutup ona odaklanmaya çalıştım. Esmer teni bembeyaz kesilmiş, dudakları rengini tamamen yitirmişti. Burnunun ucu ise nedenini bilmediğim bir şekilde simsiyah olmuştu.
Tanrım, gözleri açık bir ölüye benziyordu.
Dizlerimin üzerinde yanına emeklerken, Ante peşimden geldi. Avuçlarımı batırıp çıkardığım karın soğukluğunu hissedemiyordum. Tenim hissiyatını kaybetmişti. Gözlerimi kapatıp en tanıdık nesneye bile dokunsam, ne olduğunu anlayamazdım.
Askerin baş ucuna oturdum. "Kendini nasıl hissediyorsun?"
"Pera," dedi kısılmış sesiyle. "Beni boşver. Ante'ye izin ver de, neyin olduğuna bir baksın,"
"İstemiyorum, ben iyiyim."
Gözlerini çok yavaş bir hareketle açıp kapattı. "Her yerin acıyor, değil mi?"
Başımı sallamakla yetindim.
"Donmanın ikinci seviyesine geçtin. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun?"
"Hayır, bilmiyorum."
"Burdan kurtulmak için acele etmen gerekiyor demek. Üçüncü seviyeye geçersen, ölürsün."
Bir şey söylemeliydim. Bir kelime, ama ne?
"Bana korkuyla bakıyorsun, çünkü donmanın üçüncü evresindeyim. Muhtemelen burnum ve çenem soğuktan yandı."
Karnının üzerinde duran elini tuttuğumda, ağlıyordum. "Ben, ne söylemem gerektiğini bilmiyorum. Senin için yapabileceğim bir şey olmasını isterdim. Bunu çok isterdim."
Büyük ve sertleşmiş eliyle elimi kavradı. "Benim için bir şey mi yapmak istiyorsun. Buradan kurtul."
"Hiç gücüm yok." Ona yaklaştım. "Ölmeni istemiyorum."
Gülümsedi. Onu ilk kez gülümserken görüyordum. "Yaşamak istemiyorum ufaklık. Bırak da karımın yanına gideyim."
Dudaklarımdan kaçan hıçkırıklar ona veda ediyordu. "Sana itiraf etmem gereken bir şey var asker. Dinle, sen mükemmel bir adamsın. Hiç senin gibi bir adam görmemiştim."
"Öyle mi düşünüyorsun?"
"Sadece ben değil, eminim karın Abella da öyle düşünüyordu. Şanslı kadın..."
Elimi sıktı. Onun son gücünü avuçlarımda hissetmek içten içe tüketen bir histi.
"Şanslı olan bendim. Ve şimdi, şansımın yanına gidiyorum. Tabi, yapmam gereken son bir şey var. Ante,"
Ante arkamda diz çöktü. Ona bakmadım. "Seni dinliyorum."
Asker öksürmeye çalıştı ama başaramadı. "Onu buradan kurtar, bunu yapmak istediğini biliyorum."
"Bunun için uğraşıyorum."
"Senden başka kimsesi yok."
Ante'nin ağır ağır yutkunduğunu işittim. "Biliyorum."
Asker elini elimden uzaklaştırdı. "Bu kadar yeter, şimdi gidin."
Dudaklarımı ıslatan göz yaşlarımın arasından gülümsemeye çalıştım.
"Sana hoşçakal demeli miyim?"
"Evet," dedi, sesi onu tamamen terk etmek üzereydi. "Bir hoşçakal fena olmazdı."
Alelacele elimin tersiyle yüzünü kuruladım. "Hoşçakal, asker."
Ayağa kalktığımda, "Dur bir dakika," dedi. "Jean, adım bu."
Dudaklarımı dişledim, kanın tadını dilimin üzerinde hissettim.
"Pekala, hoşçakal, asker Jean."
Asker başıyla Ante'ye işaret etti. "Götür onu buradan."
Ante'nin ellerini omuzumda hissettiğim an tutuşundan kurtulmaya çalıştım. "Hayır, hayır, bırak da son nefesini verirken yanında biri olsun."
Ante beni dinlemedi. Bu kez belime sarıldı ve beni oradan uzaklaştırdı. Beki'nin yanına ulaştığımızda dönüp Ante'nin göğsüne vurdum.
"Neden bu kadar acımasızsın!" Ağlamam dinmemişti, zorlukla konuştum. "O ölüyor, görmüyor musun!"
Ellerini omuzlarıma koyup beni sakinleştirmeye çalıştı. "Böyle olmasını o istedi, ağlama artık."
Beki dizlerinden kaldırdığı bakışlarını Ante'ye çevirdi ve ikaz eder gibi baktı.
"Bırak ne hali varsa görsün. O kadar ölüme şahit oldu, alışmaması aptallık."
"Beki," dedi dişlerinin arasından. "Kapat çeneni!"
Askerin sesini duyduğumda hızla ona döndüm. Gözlerini Sesir'in üstüne dikmiş gülüyordu. Sesir onu fark ettiğinde yumruğunu avucuna bastırarak bağırdı.
"Ne gülüyorsun lan! Ölmek çok mu eğlenceli."
Asker zorlukla kaldırdığı bacağını diğerinin üstüne attı. "Neden merak ediyorsun? Eğlenceli olup olmadığını çok yakında göreceksin zaten."
Sesir öfkeyle ayağa kalktığında, Talar ona engel olmadı.
"Şimdi göstereceğim sana eğlenceyi!"
Sesir seri adımlarla askerin yanına giderken, avucumu korkuyla ağzıma bastırdım.
"Korkma," diye fısıldadı Ante kulağıma doğru. "Bir bildiği var."
Nasıl bir bildiği olabilirdi? Asker... Bu yaptığı bile isteye kendini öldürtmekti.
Sesir askerin yanında dizlerinin üzerine çöktü. Gözlerinde korkunç bir öldürme isteği vardı. Hiç bir şey yapamıyordum, elimden hiçbir şey gelmiyordu.
"Seni kendi ellerimle öldüreceğim!"
Sesir ellerini askerin boğazına sardığında, çaresizce bağırdım. "Hayır! Hayır bırak onu!"
Sesir askerin boğazını sıkmaya başladı. Asker hiç tepki vermiyordu. Gözyaşlarımı yarattığı puslu görüntünün ardından onları izlerken, aralarında bir bıçağın parladığını gördüm.
Bıçak Sesir'in boynundan girdi, ensesinden çıktı. Bağıramadı bile. Olduğu yere yığılıp kalırken, boğazından oluk oluk akan siyah kan karın ak rengini ele geçirdi.
"Umarım eğlenmişsindir."
Bunlar askerin son sözleriydi. Haykırarak koşan Talar askeri kurşun yağmuruna tuttu.
Ante beni kendine çevirip sarılırken, kulağımda yalnızca fısıltısı kalmıştı.
"Geçecek... Geçecek..."
❄
Gece şavkı heybesinde saklarken, karanlık mahremi kucaklıyordu.
Kadın kara kapşonunun açılmaması için sıkıca tutuyor, diğer yandan telaşlı adımlarını sınıra sürüklüyordu. Hava karanlık, rüzgar keskindi. Muhafızların soluklarını ensesinde hissetmesine rağmen geri dönmeyi bir an bile düşünmedi. Çıplak ayakları bej rengi kuru toprağı döverken, zehirli çitlerin ardındaki adamı gördü. Yine kendisinden önce gelmişti.
"Gelemezsin sanıyordum."
Kadının kömür kadar siyah olan saçlarına baktı genç adam. Kapşonunun her iki yanından sarkan uzun saçları göbeğine uzanıyordu. Usulca kendi kapşonuna uzandı ve omuzlarına indirdi. Kadın da onunla birlikte hareket ederek aynını yaptı.
"Geldim, bu son gelişim olabilir."
"Böyle konuşma," dedi kadın burkulan sesiyle.
Çit bir santimi bile bulmayan karelerde oluşuyordu ve birbirlerini oldukça ufak parçalardan oluşan bir yapboz gibi görüyorlardı.
"Hanedanlık ne söyledi? Nora ve Erk'e ne olacak?"
"İkisi de cezalandırılacak."
Kadın bir felakete tanık olmuş gibi gözlerini açtı. "...ama Nora, kız kardeşin suçsuz! Erk ona zorla sahip oldu!"
"Hanedanlık böyle düşünmüyor. İkisi de cehenneme sürüldü."
Aralarında dönen dil daha önce hiç duyulmayan, bilinmeyen, konuşulmayan bir dildi. Doksan dokuz bakire kadın ve doksan dokuz bakir erkeğin dışında...
"Ne olacak?"
"Beki ve beni bir yere gönderecekler. Üç kutsal tılsımları geri getirmeyi başarırsak Nora kurtulacak."
"O halde git ve kutsal tılsımları geri getir." Kadın elini kaldırdı, adama dokunmak istedi. Bunu yapamadan geri indirdi, dokunamadı. Birbirlerine hiç dokunamamışlardı.
"Öyle kolay değil. Erk'in tarafından da iki kişi gönderilecek. Eğer tılsımları geri getiren onlar olursa, kurtulan Nora olmayacak."
Kadın, adamın kusursuz yüzüne baktı. Tek yapabildiği buydu. "Başarabileceğini biliyorum."
Adam yaşadığı acıya rağmen dimdik ve tepkisiz duruyordu. "Bir şey daha var," Başını havaya kaldırdı ve zift rengi gözlerini karanlık gökyüzüne dikti. "Üzerimizdeki bu lanet kırılabilir."
Kadın heyecanlandı. Daha önce hiç bu kadar heyecanlandığını hatırlamıyordu. Avuçlarını istemsizce çitlere dayadı ancak aynı saniye yanarak geri çekildi.
"Sakin ol, iyi misin?" Kadının kanamaya başlayan avuçlarına baktı. "Geri döndüğünde ellerini nehre sok."
"Sokacağım." Kadın acıyan canını umursamadan sordu. "Nedir üzerimizdeki laneti kaldıracak şey?''
Adam başını kendi tarafındaki çamurlaşmış toprağa eğdi. "Bakire bir kızla birlikte olmamızı istiyorlar."
Kadın afalladı ancak içindeki heyecan hala ateşliydi. "Yani birbirimize dokunabilmemizin bir yolu var?"
"Beni anlamadın mı? Başka bir kadına dokunmamı mı istiyorsun, Teodora?"
Kadın kara gözlerini kan rengi bir ihtirasla araladı. "Eğer sana dokunabilmemin tek yolu buysa... Ante, sevgilim, tüm bedelleri göze alıyorum. Git ve ne yapman gerekiyorsa onu yap ."❄️
Trendyom da KANLI AY 2 VE bazı kitaplarım 99 TL. Ayrıca 4 al 3 öde kampanyası var.
Yine hepsiburada ve Amazonda kampanyalar var. Kaçırmayın 💜
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"
FantasyPera, arkadaş grubuyla kış kampına katılırken, içinde tarifsiz bir huzursuzluk kol geziyordu. Avrupa'nın en yüksek dağı Mont Blanc'un karlı etekleri, kızıl granitleri, sivri buzulları ve göz alıcı zirvesiyle birlikte bir sürprizi daha vardı. Büyü...