16. Bölüm "Acı Çikolata"

34.2K 3.3K 1.3K
                                    

Ölümün nahoş kokusu soluk borumu tırmalarken, tüfek titreyen parmaklarımın arasında giderek ağırlaştı, ağırlaştı... Ve gürültüyle yere düştü. Varlığını botlarımın üzerinde hissettim ancak ne tek adım geriye gidebildim, ne de bakışlarımı donup kaldığı yerden ayırabildim.

Ellerim külçe ağırlığıyla yanıma düşerken, bedenim buzdan bir heykel gibi olduğu yere çakılı kalmıştı. Görünürde buradaydım. Aslında kesinlikle burada değildim. Ante, artık gövdesinin üzerinde başın barınmadığı bedeni üzerinden attı ve ayağa kalktı. Yanıma geldiğini botlarımın üzerinde duran tüfeğe tekme atarak uzaklaştırdığında idrak edebildim. Bir süre karşımda dikildi ama bana nasıl baktığını bilmiyordum. Bakışlarım hala oradaydı, o adamda.

"Pera," diye fısıldadı, usulca yaklaşarak. Sonra bir şeyler daha söyledi. Bir şeyler, ama ne?

Her yer kan içindeydi. Öyle çok kan vardı ki... Her geçen saniye biraz daha fazlalaşıyordu sanki. Her an etraf biraz daha kanın o uğursuz rengine bürünüyordu.

Yukarıdan düşen bir şeyin Ante'nin omzuna çarpmasıyla irkildim. Bu, dakikalar sonra verebildiğim ilk tepkiydi. Ante'nin omzundan ayaklarımızın dibine yuvarlanan şey, az önce nefesini kestiğim adama ait bir et parçasıydı.

Avuçlarımı sıkarken, içimi acıtan kuvvetli bir çığlık attım.

Dizlerim önce titredi, ardından bedenimi taşıyamayacak kadar hissizleşti. Kendimi yere bırakmak üzereyken, onun kollarında buldum. Bana sarıldı. Kolları belimi, sırtımı sıkıca sardı. Başımı boyun boşluğuna bıraktığımda, sarsılarak ağlıyordum. Beni teselli edecek bir cümle kurmadı, kıpırdamadı bile. Hıçkırıklarımın arasından mırıldandığım kelimeleri kendim bile seçemiyordum. Ancak kafamın içinde dönüp duran tek bir gercek vardı.

Ben az önce birini öldürdüm.

Tanrım, ben katil oldum!

Ne kadar geçtiğini anlayamadım, hıçkırıklarım cılız iç çekişlere dönüşmüştü. Tüm ağırlığım onun üzerindeydi. Bunu biliyor ve tutuşunu biraz olsun gevşetmiyordu.

"Uyumak istiyorum." dedim, çatlamış bir sesle.

Kürek kemiğimin üzerinde duran eli yavaşça saçlarıma çıktı.

"Biliyorum."

Kirpiklerimi birbirine bastırdım. Gözlerim yanıyordu. "Ölmek istiyorum."

Ağır ağır yutkundu. " Biliyorum."

Beni kulübeden dışarı çıkardığında, temiz hava ivediyle ciğerlerime hücum etti. Soğuğu ilk kez tümüyle hissedemedim. Karnımda fokurdayan koca bir kazan vardı. Taşan buharı içimi yakıp kavuruyordu.

"Olanları sorgulama. Sakın kendini sorgulama."

Hafif esen rüzgar ıslak yanaklarımı yalarken, söylediğinin aksine ne yaptığımı, neden yaptığımı düşünmeye çalıştım. Bir insan, neden öldürülürdü?

Çok değil, anımsamaya çalıştığım biraz öncesiydi; Ante'yi öldürecekti. Belki bir saniye geç kalsam, şimdi bu adamın kollarında olamayacaktım.

"Senin için mi yaptım?" diye sordum bilinçsizce. "Senin için mi kati-"

"Kendin için," diye cevapladı, tamamlayamadığım cümlemi ezerek. "Elbette benim için yapmadın. Eğer o adam yaşıyor olsaydı, şu an onunla gidiyor olacaktın. İlla düşüneceksen, böyle düşün; kendin için yaptın, yaşamak için. Bunun adı nefs-i müdafa, Mihrimah. Katil olmak değil."

"Yaşamak için..." diye tekrar ettim. Yaşamak için birinin yaşamına son vermek zorunda kalmıştım.

Bedenimi verandanın korkuluklarına yasladı. Kendini hafifçe geri çektiğinde elleri hala üzerimdeydi.

"Dinle beni, buradan gitmeliyiz. Tüfeğin sesi duyulmuş olmalı. Korkuluklara sıkıca tutun ve beni bekle. Botunu ve montunu getireceğim."

Yüzüme bakıyordu. Ona bakmıyordum ama bunu anlamak zor değildi.

"Tutun Pera, hemen geleceğim."

Gevşettiği kollarının arasında döndüm ve buz tutmuş korkuluklardan tutundum. Ante yanımdan ayrıldığında tuhaf bir şekilde kendimi çıplak hissettim; çırılçıplak ve çaresiz. Çok karanlıktı. Kulübeden yarım metre ötesini göremiyordum ve hiç korkmadığım kadar korkuyordum. Daha ne kadar dayanabilirim, diye geçirdim içimden. Neden hala kimse bulamamıştı beni?

Çok geçmeden Ante'nin omuzlarıma bıraktığı siyah montu giydim. Buzlu zeminde ıslanan çoraplarımı çıkarıp soğuk ayaklarımı botlarımın içine soktum. Islak çorapları atacakken, başka çorabımın olmadığını düşünerek onları cebime sokuşturdum.

Yola çıktımızda, Ante'nin başında sakladığım beresi,  omzunda ölen korucunun tüfeği ve sırt çantası vardı. Onları yanına almakla akıllılık etmişti ama tüfeğin omzundaki duruşu bana o adamı hatırlıyordu. Başımı önüme eğerek adımlarını takip ettim. Gecenin kör karanlığında tek bir şey görmek bile mümkün değilken, Ante önünde bir çizgi varmışcasına tereddütsüz adımlar atıyordu. Sessizce yukarı tırmanıyorduk. Çıkıntılı buzullarda belimden kavrayarak bana destek oluyordu. Kuru soğuk tenime kağıt kesiği acısı verirken, rüzgarın şiddetini arttırmaması lehimizeydi. Gittikçe sıklaşan nefes alışverişlerim havaya karışıyordu. Durdum ve iki büklüm olarak avuçlarımı dizlerime dayadım. Almaya çalıştığım son soluk boğazımda düğümlenmişti.

Ante kesilen adım seslerimle birlikte bana döndü. Gece yüzünü seçebilmeme engel oluyordu ama bu durum şu anda lehimeydi. Çünkü akmasına mani olamadığım gözyaşlarımı görmesini istemiyordum.

"Yeterince uzaklaşmadık." Yanıma geldi ve sanki görebiliyomuş gibi yüzüme dikkatle baktı. "Seni zorlamayacağım. Çantada bir çadır var. Sabaha kadar içinde kalabiliriz ama kulübeye bu kadar yakınken ateş yakamayız. Bizi elleriyle koymuş gibi bulurlar."

Ağzımı açmadan yalnızca söylediklerini dinledim. Sırtından indirdiği kaba, siyah çantaki çadırı çıkardı ve kısa sürede kurdu. Çadır tek kişilikti ve birimizin dışarıda kalması gerekiyordu. Şu noktada dışarıda kalacak kişinin kim olduğunu sorgulamama gerek yoktu. Biliyordum ki, ben çadırda uyurken, dışarıda sabaha kadar nöbet tutacak olan Ante'ydi.

"Şu işe bak..." Çantanın cebinden bulduğu feneri en düşük seviyede açtı ve loş ışığı çantanın içine tuttu. "Çikolata sever misin?"

Dizlerimin üzerine çökerek kalçamı çadırın girişine bıraktım. "Dalga mı geçiyorsun?"

Çantadan çıkardığı tablerone paketini bana uzattı. "Tüm kadınlar çikolata sever."

O cümlesini bitirmeden paketi elinden alıp çikolatanın yarısını ağzıma sokmuştum bile. Günlerdir boş olan midemin gurultusunu ilk defa bu kadar net duyuyordum. Çikolatayı değerli bir mücevher gibi sıkıca tutan ellerim titriyordu. Son lokmayı ağzıma atmadan önce onun beni izleyen bakışlarıyla duraksadım.

"Ben, kendimi kaptırmışım..." Mahcupca elimdeki son parça çikolatayı ona uzattım. Ah, tıpkı Alice gibi düşüncesiz davranmıştım! "Bu, senin."

Biraz ötede, bir taşın üzerinde oturuyordu. "Onu ağzına at ve çadıra girip uyu." Çantadan çıkardığı yün pikeyi dizlerime bıraktı. "Dışarıda kaldığın her dakika vücut ısın düşüyor."

"Peki ya, sen?" diye sordum, gözlerimi gözlerinden kaçırmadan. "Sen acıkmıyor musun? Üşümüyor musun?"

Havaya baktı, tepemizde dilen Ay'a. "Burdayken acıkıyorum, üşüyorum da. Ama beni kendinle kıyaslayamazsın, tahmin ettiğinden daha dayanıklıyım."

Dizlerimi kendime çektim. "Burdayken mi? Seni anlayamıyorum."

İşaret parmağının dış boğumuyla burnunu kaşıdı. "Anlamaya çalışmak yerine ısınmaya çalış. Hadi, içeri girip pikeye sarıl."

Dediğini yapmam gerekiyordu, mantıklı olan buydu. Ama o kadar soğuktu ki, onun dışarıda donacağını düşünmek beni ilk defa rahatsız etti.

"Sabah kalktığımda seni donarak ölmüş halde bulmak istemiyorum." diye fısıldadım dizlerimdeki gri pikeye bakarak.

Dudağının sol köşesi kıvrılırken, nadiren gördüğüm o çekici gülümsemesi belirdi çehresinde.

"Ölürsem, üzülür müsün?"

Hiç düşünmeden "Hayır tabi ki." diye itiraz ettim. "Sadece, tek başıma geri dönemem."

O sırada montunun kolundaki ıslaklık dikkatime takıldı. “Sen…” Yaralıydı! Korucu onu gözlerimin önünde yaralamıştı ve o şok haliyle bunu ancak aklıma getirebiliyordum. O da bir an olsun adımlarını duraksatmamış, yarasını ele verecek minik bir inilti bile çıkartmamıştı.

Sakince bakışlarımın kilitlenip kaldığı koluna baktı. “Sorun yok. Sadece bir kesik.”

“Ama kanıyor!” dedim garip bir endişenin beraberinde. “Enfeksiyon kapabilir.”

“Bir şey olmaz.”

Dudaklarımı birbirine bastırıp, rahatlığı karşısında rahatsız bir nefes verdim. “Üstündekileri çıkar.”

“Ne?”

“Ne!” Ah, hayır. Bunu bu şekilde söylememem gerekiyordu. Alt dudağımı dişleyerek, “Koluna bakacağım.”dedim. “Yani...yarana.”

Bir süre hiç konuşmadan ondan kaçırdığım gözlerime baktı. Ona bakmıyor olmama rağmen bakışlarının dolaştığı yüzüm ısınmaya başlamıştı. Sonra hızlıca üzerindekileri çıkardı ve karşımda yalnızca bir kemik atletle kaldı. Kesik omzunun hemen altından başlıyordu ve en az sekiz santimdi. Bileğine uzanacak kadar kanamıştı, derinliği her açıdan belli oluyordu.

“Bu mu basit bir kesik!” dedim, belki biraz öfkeyle. “Adam resmen kolunu deşmiş.”

Yarasına göz ucuyla baktı. Dudakları aralandı ama her ne söyleyecekse bundan aynı saniye vazgeçerek geri kapattı.  Bir süre sonra, “Sanki biraz sızlıyor.” dedi kaşlarını düşürerek. O yarayla dakikalarca yürüyüp çıtını çıkarmayan bu adam değil miydi?

“Yaa…” Bu nida kesinlikle istemsizce çıkmıştı dudaklarımdan. “Dikiş gerekir mi?”

“Sanmam. Ama vicdanlı birisi karla ovup sarsa hiç fena olmazdı.”

Bu kadar basit mi? “Yeterli olacağını sanmıyorum.”

Çantanın yan gözünden krem rengi, lekesiz bir bez parçası çıkarıp bana uzattı. “Başka seçeneğimizin olduğunu düşünmüyorum.”

Oysa her daim bir seçenek daha olması gerekmez miydi?

“Peki.” Ne yapmam gerektiğini söylemesine rağmen bir süre boş bakışlarla etrafımı süzdüm. Sonra yerden bir avuç kar alıp, dizlerini kırarak eğilen Ante’nin yanına çöktüm. “Bu biraz acıtabilir.”

Yüzünü bana çevirdiğinde, aramızdaki mesafenin ne kadar az olduğunu fark ettim. Belki biraz geri gitsem… Olmaz. O zaman yarasına istediğim gibi müdahale edemezdim.

“Dayanabilirim.” Karı yarasıyla buluşturduğumda, boğazından belli belirsiz bir ses duyuldu. Onun yerinde olmak istemezdim. Hasarsız tenim bile karın soğuğuna dayanamazken, açık yarası o soğukla sınanıyordu. Dikkatli olmaya çalışarak avucumu aşağı yukarı hareket ettirmeye başladım. Aynı anda içimde beni rahatsız eden berbat bir his cereyan ediyordu.

“Korkma,” diye fısıldadı. Başını biraz eğdiğinde, alınlarımızın hemen üzerinde başlayan saçlarımız birbirine temas etti. “Sandığın kadar acımıyor.”

Bakışlarımı yarasından ayıramıyordum. Karla her buluşturduğumda, siyah kandan biraz daha arınarak, yarasının derinliğini gözler önüne seriyordu. “Muhakkak. Yerinde ben olsaydım belki de şu an acıdan bayılmıştım.”

“Kendini fazla küçümsüyorsun.”

Yarasının yeterince temizlendiğine emin olduğumda, bu kez ellerimi karla ovarak temizledim ve bezi kolunun etrafından dolamaya başladım. “Ne demek bu?”

"Kendine haksızlık ediyorsun, demek. Senin aksine, ben tek başına da olsa geri dönebileceğini düşünüyorum."

“Sana bunu düşündüren ne?” Sesim suratlarımız arasındaki kısa mesafeye dağılarak kayboldu.

Kara bakışları kirpiklerime uğradı, elmacık kemiklerime, alnıma ve çeneme. “Sana ait olan her şey, seni sen yapan her şey, Mihrimah. Bana bunu çağrıştırıyor. Senin her şeyinle ne kadar güçlü bir kız olduğunu…”

Şakınca kırpıştırdığım kirpiklerimden seken bakışları dudaklarıma çarptı. Aynı anda elektrik çarpmış gibi irkildim ve bezin ucunu sargının içine sabitleyip geri çekildim.

"Bunu sana söylemem ne derece doğru bilmiyorum ama,yanılıyorsun.  Hiç gücüm kalmadı. Boğazım ağrıyor, sanırım tonsilit. Yakın zamanda zatürreye çevileceğinden hiç şüphem yok. Daha önce iki kez zatürre geçirmiştim. Anlayacağin, bok gibi bir bağışıklığım var."

Ante çantadan çıkardığı çelik konyak şişesini başına dikti. "Zatürreye kapıdan çevirmek için birkaç yudum çek o halde. İçini ısıtır."

"Hayır, içemeyeceğim. Bence sende içme, sarhoş kafayla yola devam etmek istemezsin."

Gözleri kısıldı. "Sarhoş olacağımı mı düşünüyorsun?"

"Olmaz mısın?"

"Sen, hiç oldun mu?"

Son sarhoş olduğumda nasıl dağıttığımı düşünerek kendimi yersiz bir şekilde utandırdım. Bunu onunla paylaşamazdım.

"Yatacağım."

Çadıra girmeden hemen önce pikeye ona vermeyi düşündüm. Ancak düşünceli bir şekilde konyak içmekle meşguldü. Sessizce çadıra girdim ve fermuarı kapattım. Yerde büzüşerek pikeyi üzerime örttüm. Uyku son günlerde yanımda olan tek dostumdu.

Rüzgarın çadırı döven ürpertici sesiyle gözlerimi araladım. Dışarıda kuvvetli bir uğultu vardı. Etrafıma baktığımda hala karanlık olduğunu gördüm. Muhtemelen gece yarısını henüz geride bırakmıştık. Yattığım gibi iki büklümdüm, buz gibiydim ve belim tutulmuştu. Bedenime iki tur sardığım pikeyi göğsüme bastırdım. Rüzgâr dışında hiç ses yoktu. Uyumuş olabilir miydi? Emekleyerek  fermuara ulaştım ve yavaşça açtım. Başımı dışarı çıkarmam ile rüzgarın yüzüme okkalı bir tokat atması eş zamanlıydı. Saçlarım yüzüme yapışırken, kar tanelerini kirpiklerimde hissettim. Burnumun içine hızla doluşan soğuk orda bir sızı meydana getirdi. Rüzgar şiddetini öyle arttırmıştı ki, tipi olmamasına rağmen havalanan kar beyaz bir sis bulutu oluşturmuştu.

"Ante."

Dudaklarımı araladığım an karın soğuk varlığını damağımda hissettim. Aklıma not ettim, eğer buradan kurtulursam, önümdeki on yıl kar görmeyecektim!

"Hey! Burada mısın?"

Telaşlı bakışlarım rüzgarın yarattığı kar karmaşasında onu bulmaya çalıştı.

"Sakin ol, buradayım." dedi, nereden geldiğini bilmediğim boğuk sesiyle.

Açtığı fenerin mavimsi loş ışığını takip ederek, çadırın sol tarafında olduğunu gördüm. Atkısını başına sararak yüzünü soğuktan korumuştu. Ancak omuzlarında ve başında biriken kar yığınlarına engel olamamıştı. Ellerini birbirine kenetlemiş, bir put gibi duruyordu. Ona sadece bakmak bile daha fazla üşümeme sebep olmuştu.

"Buna daha fazla dayanamazsın." Başımı içeri, az önce uyuduğum yere çevirdim. Bunu yapmayı hiç istemiyordum ama göz kararı alanı hesaplamaya çalıştım.

Onunla birlikte buraya sığar mıydık?

"Merak etme, ölmeyeceğim." Sesi en az benimki kadar ruhsuzdu.

"Bunun umrumda olmadığını biliyorsun. Yalnızca, sana sağlam ihtiyacım var."

Ayağa kalktığında üzerindeki kar etrafa dağıldı. "Ben de öyle tahmin etmiştim."

Ona arkamı döndüm ve içeri girmeden önce söyleyeceklerime kulak tıkadım. "Yalnızca bir kez söyleyeceğim. İçeri gel, uyu. Ve bunu yaparken, bana sakın dokunma."

Bedenimi çadırın sert zeminine uzatıp ellerimi başımın altına koydum. Mümkün olduğunca kenara yanaşmıştım. Gözlerimi kapattığımda kalp ritmini değiştiren şey, yaklaşan adım sesleriydi. Çadırın fermuarı bir kez daha kapandığında, bu kez içeride yalnız değildim.

Arkamda varlığını hissettiğim an gayri ihtiyari kıvrıldım. Henüz yatmamıştı. Muhtemelen dizlerinin üzerinde duruyor ve montunu çıkarıyordu. Bense üzerimdeki montun boğazıma kadar çektiğim fermuarını bile indirmemiştim. Pikeyi ise elbette ki onunla paylaşmaya niyetim yoktu. İri bedenini yere bıraktığında sırtıma temas etti. Ancak bu yalnızca bir saniye sürdü. Hemen toparlanarak benim gibi yan döndü. Şimdi birbirimize değmiyorduk ama hemen arkamdaki varlığını tümüyle hissediyordum. Onunla şu daracık çadırda bu denli yakın olmak beni oldukça rahatsız ediyordu. Ne yazık ki başka çarem yoktu. Dağın öyle bir noktasındaydık ki, onsuz bir karış bile ilerleyemezdim.

"Neden ikizlerden kaçıyorsun?"

Hemen cevap vermedi. Bu kadar kısa sürede uyumayacağını tahmin ettiğimden üsteledim. "İlk tılsım onlarda ve senin ilk tılsıma da ihtiyacın var."

Gülümsediğini duydum ama bundan tam olarak emin olamadım. Anlık ve keskin bir tınıydı.

"İstediğin cevabı olana kadar her yolu denersin, değil mi?"

Duruşumu korudum. "Öyle mi düşünüyorsun? O halde beni uğraştırma."

En ufak bir kımıltı sesi duymuyordum. Konuşmadığı zamanlar nefes almak dışında bir yaşam belirtisi göstermiyordu.

"Evet, o tılsımı onlardan almam gerekiyor ama şimdi değil. Son tılsımı bulduktan sonra bir çaresini düşüneceğim."

"Neden şimdi değil?"

Bana doğru mu yatıyordu yoksa o da arkasını mı dönmüştü? Tuhaf bir şekilde bunu düşündüm.

"Sen yanımdayken olmaz."

Şaşkınlıkla bedenimi sırt üstü bıraktığımda, omuzum göğsüne çarptı. Benden tarafa dönük olmasının verdiği kızgınlıkla, biraz da karanlıktan güç alarak gözlerimi yüzüne diktim.

"Ne demek bu? Söylesene Ante, hangi noktadan sonra yanında olmayacağım? Ya da şöyle sorayım; beni ne zaman öldürüp bir deliğe tıkacaksın?"

Bezmiş bir nefes vererek kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi. "Uyu"

Suratımı asarak ona yeniden sırtımı döndüm. Gözlerimi kapatırken söyleniyordum. Beni cevapsız bıraktığı için sinirlenmiştim ve tüm uykum kaçmıştı. Çok geçmeden nefesi uykusunun tekdüze ritmini ayak uydurmuştu. Bense diğer tarafa dönme ihtiyacı duyup bunu yapamadığım için dizlerimi karnıma çekmekle yetindim. İlerleyen dakikalara rağmen bir türlü uykuya dalamıyordum. Öte yandan rüzgar hız kesmeden esmeye devam ediyordu. Öyle ki dalgalanan çadırın üzerimize devrilmesi an meselesiydi.

Bir süre sonra uğultulara Ante'nin mırıltıları eşlik etti. Ne dediğini anlayamıyordum ama mırıldanmalarının arasından seçebildiğim bir isim vardı.

"Teodora..."

O ismi bir kez daha teleffuz ettiğinde, usulca ona döndüm, dinledim. Gözlerim karanlığa alıştığında, dudaklarının bir aralanıp bir kapandığını gördüm. Bir şeyler söylüyordu ama hala anlayamıyordum. Dirseğimi kırarak başımın altına yerleştirdim ve yaklaştım.

"Kurtaracağım."

Teodora ve kurtarmak…

Bu iki kelime zihnimde dönüp durdu. Döndü, döndü ve döndü. Sonra, gözlerim ağır ağır kapandı.



"Mihrimah..."

Derinden gelen sesi kulak arkası ederek kollarında olduğum karanlığa sindim. Tüm bedenimin sıcak olduğunu hissediyordum, bundan vazgeçemezdim.

"Mihrimah, uyanmalısın."

Ante'nin sesi yakındı ancak yakın olan başka bir şey daha vardı; nefesi!

Hızla gözlerimi açtım. Yattığım yerde olmam gerekirken, hiç olmamam gereken bir yerdeydim.

Ante'nin üzerinde!

Bedenimin yerle teması kesilmişti. Tamamıyla onun bedenin sol tarafında, dizimi karnının üzerine çekmiş, başımı boynunun altına saklamıştım. Ah, parmaklarım ise boynuna sarılmıştı!

Başımı yukarı kaldırıp yüzüne baktım. Alnında ter damlacıkları vardı. Saçlarım ise sakallı çenesinin üzerine dağıtmıştı.

Ona acı veriyordum. Bunu hızlı nefes alışverişlerinden anlamıştım.

"B-ben!" Bedenimi yuvarlarcasına yere attıktan sonra doğruldum. Yüzüme dökülen saçlarımı kulağımın arkasına iterken, "Afedersin" diyebildim. "Biraz dağınık yatıyorum."

"Biraz mı?" Henüz kurtulduğu acıya rağmen gülümsedi. "Aslında o ufak ellerini boynuma sarmasaydın halimden şikayetçi olduğum söylenemezdi."

Kaşlarım çatıldı. Yerde duran feneri alıp ona fırlattım. Feneri havada yakalarken, gülümsemesi genişledi ve kırık beyaz rengindeki düzgün dişleri ortaya çıktı.

"Beni uyandırabilirdin!"

"En az üç kere adını seslendim."

"Üzerinden atsaydın?"

Ellerini polise yakalanan bir suçlu gibi havaya kaldırdı. "Sana dokunmamamı söyledin."

Gözlerimi kıstım ve memnun bir ifadeyle başımı kaldırdım. "Neyse ki uyurken bile nasıl bir tehlikede olduğumu hissederek boynuna sarılmışım."

Çadırın çıkışına gitti. Fermuarı açtıktan sonra omuzunun üzerinden bana baktığında, gülümsemesi yerini aynı kusursuz ciddiyete bırakmıştı.

"Huzurlu ve sıcaktın. Saatlerce göğsümde çıtını çıkarmadan uyudun. Seni hayal kırıklığına uğratmak istemem ama, uyandırmaya çalıştığım için elini boynuma götürmüştün."

Sözlerini bitirmesinin ardından bir saniye daha içeride kalmadı. Aralanan dudaklarıma parmaklarımı götürüp ısırdım ve böyle bir aptallık yaptığım için kendime kızdım. Biriyle yan yana bile uyuyamazken, nasıl olur da başkasının üzerinde yatardım? Üstelik onun gibi birinin!

İçeri süzülen sabah ışığın yüzüme vurmasıyla hareketlendim. Gitme zamanımız gelmişti. Kuruyan çoraplarımı giydikten sonra beremi ve eldivenlerimi taktım. Rüzgar dinmişti. Dışarı çıktığım gibi Ante çadırı topladı ve çok geçmeden yola koyulduk. Tuhaf bir şekilde bu kez yukarı doğru yürümek yerine hep sol taraftan ilerlemiştik. En az iki saat aralıksız yürüdükten sonra yorgun düşen bedenimi dizlerimin üzerine bıraktım. Yerden aldığım karı kuruyan ağzıma tıkarken, Ante beni fark ederek adımlarını duraksattı.

"Bana son tılsıma yaklaştığımızı söyle."

"Tipi başlamazsa en geç gece yarısı üçüncü tılsımı bulmuş oluruz."

Başımı önüme eğdim ve bir an önce gece yarısı olmasını diledim.

"Ama daha sabahın körü!" diye söylendim dudaklarım titrerken. Ellerimi kendime sardım, yere dayadığım dizlerim çoktan ıslanmıştı. Dünkü kadar yorgun değildim ama artık açlığa dayanamıyordum. Biri spatulayla midemi kazıyordu sanki. Ante bir tavşan bulsa, onu çiğ çiğ yemekten korkuyordum.

Çöktüğüm yerde soluk soluğa dinlenirken, dün gece aklıma geldi. Dün gece ondan duyduklarım...

"Kim?"

Bakışları zirveye kenetlenmişti. Üzerine kan sıçramış bembeyaz bir çarşafın orta yerindeydik. Bir adım gerimiz bembeyaz bir uçurumdu. Bir adım ötemiz bembeyaz bir bataklıktı.

"Kim, kim?

"Dün gece adını sayıkladığın, kurtarmak istediğin kadından bahsediyorum."

Cevap vermedi.

"Kim?" diye sordum, dudaklarımın titremesinin sebebi bu kez soğuk değildi. "Kim o kadın?"

Elleri ceplerindeydi. Verdiği soluğun yarattığı grimsi buhar usulca havaya karışırken, bana döndü.

"Daha fazlasını bilmek hiçbir şeyi kolaylaştırmayacak. Bunun neresini anlamıyorsun?"

Ayağa kalktım. Adımlarım aramızdaki mesafeyi kapatmak üzere hareketlendi. Başımdaki bereyi öfkeyle çıkararak dizlerime çarparken, bakışlarımı yukarı, yüzüne çıkardım. "Bırak da buna ben karar vereyim. Söyleyecek misin, Teodora kim?"

"Benim için çok önemli biri." dedi keskin bir sesle. "Ama kurtarmak istediğim kişi bir başkası. O değil."

Ellerimi iki yana açtım. Yani iki farklı kişiden bahsediyorduk. "Tüm bunlar onlar için mi? Beni onlar için mi bu bataklığa sürüklüyorsun?"

"Sürüklüyordum."

Kelimesine iliştirdiği geçmiş zaman eki afallamama sebep oldu. Doğru duyduğumdan emin olamayarak kirpiklerimi kırpıştırdım.

"N-nasıl yani?"

Bir adım attı, iri bir adım. Fazlaca yaklaştı. "Artık değil, anlıyor musun?"

Şaşkınlıkla elimi kaldırdım ve yüzüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına atmak istedim. Ancak o benden önce davrandı. Sadece bir saniye sonra elleri saçlarımdaydı.

"Amacından vazgeçeceksin, söylemeye çalıştığın bu mu? Neden?"

Saçlarımı kulağımın arkasına yerleştirdi ancak parmakları oradan ayrılmadı. İçimde sönmeye meyleden ateş tir tir titriyordu.

"Yapamıyorum." diye fısıldadı. Nefesini dudaklarımda hissettiğimde, gözlerimi kapatmamak için zorlu bir savaş veriyordum. "Seni kolundan tutup sürükleyemiyorum. Bana itaat etmen için canını yakamıyorum. Üşümene, aç kalmana göz yumamıyorum. Mihrimah, tüm bunları yapamazken zirveye ulaştığımızda sana nasıl sahip olabilirim?"

İçim bir anda buz keserken, irkilerek geri çekildim. Kocaman açılan gözlerim gözlerine kilitlenmişti. Yutkunmak istedim fakat sözleri bir bıçak gibi boğazıma saplanarak buna müsade etmemişti.

"Tanrım..." Adımlarım geri gitmeye başladı. "Tanrım, sen neler söylüyorsun?"

Yaklaştı. "Mihrimah..."

Elimi kaldırıp onu durdurdum. "Dur!" İçim sızlıyordu. "Sakın bana yaklaşma!"

"Seni geri götü-"

"Hayır!" diye bağırdım. Bir anda puslanan gözlerim ardı ardına birkaç damlayı aşağı sallandırdı. "Sana inanmıyorum."

Çaresizce içimi çekerken, bir ses uzaktan adımı seslendi.

"Peraa!" Bir kez daha. "Peraaa!" Sonra bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha... "Peraa!"

Ante sesin nereden geldiği anlamaya çalışırken, açılan mesafemizden cesaret aldım ve sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Hiçbir şey düşünemiyordum. Tek istediğim bir an önce buradan kurtulmaktı. Ante'nin arkamdan gelen adımları, adımı seslenen sesi celladımdı. Esaretim, prangalarımdı.

Her adımda adımı bağıran sese biraz daha yaklaşırken, "Nicolas!" diye haykırdım. "Nicolas! Nicolas buradayım!"

Saniyeler sonra onu gördüm, Nicolas'ı. Oradaydı! Beni arıyordu. Kalbim heyecanla göğüs kafesimi zorladı. Yüzüm özgürlük güneşinin ışığıyla gülümserken, daha hızlı koştum. Kurtulacaktım; babama, özgürlüğe, sıcağa ve tokluk hissine... Nefes nefese kaldığım için bağıramıyordum ama çok az kalmıştı. Çok, çok az...

Nicolas'ın gözleri beni bulmak üzereyken, ağzıma kapanan eller beni aşağı çekti ve onunla birlikte yere düştüm. Bedenimi tek hamleyle kar kütlesinin arkasına çekti. Burkulan ayağımın acısıyla bağırmak istedim ama ağzıma uyguladığı baskı buna da izin vermedi.

"Sesini çıkarma. Burada yalnızca Nicolas olmayabilir."

Dirseğimi karnına geçirdiğimde inledi ama ona asıl acı veren bu değildi.

Ante'nin çıplak elleri dudaklarımdayken, her ikimizde keskin bir acının kollarındaydık. Onun avucunu yakan benim tenim, benim canımı yakan ise mahkum ettiği sessizlikti.

Nicolas, oradaydı.

Aramızda belki birkaç metre bile yoktu. Koşabilsem kendimi kollarında bulmam belki bir dakikamı bile almazdı ama değil koşmak adım dahi atamıyordum.

Kendimi gösteremiyordum.

Sesimi duyuramıyordum.

"Pera! Sevgilim, burada mısın?"

Buradayım! diye haykırdım içimden.

Buradayım Nicolas.

Gel ve bul beni!

Boğazımdan çıkan cılız iniltiler artarken, Ante'nin bedenimi saran kolu kasıldı ve sırtımı göğsüne bastırdı. Bu, bir ihtardı.

Nicolas kendi etrafında dönerken, yorgun gözleri çevresini dikkatle taradı. Ancak Ante beni öyle iyi saklıyordu ki, o istemeden bulabilmesi imkansızdı.

"Sizi katiller!" diye haykırdı bu kez. Haykırışıyla birlikte dolan gözlerimi kırpıştırdım. "Hepiniz gebereceksiniz. Sizi teker teker bu dağda geberteceğim!"

Tepinmek, tekmelemek, ısırmak, kendimi oradan oradan atmak istiyordum ama açlık ve soğuk tüm hareket yetimi kısıtlamıştı. Nicolas çaresizce etrafına bakınırken, ne taraftan geldiğini seçemediğim bir takım sesler duyuldu. Ante'nin tutuşu biraz daha sıkılaştı, nefesi enseme yapışıyordu. Beni öyle sıkı tutuyordu ki, aldığımız soluklar tek bedene aitmişcesine yükseliyordu.

"Lütfen," diye fısıldığında, dudakları kulak kıvrımıma çarptı. Bu, bedenim buz keserken, içimin haşlanmasına sebep olacak kadar kuvvetli bir histi. "Lütfen hareket etme. Mihrimah, canını yakmak istemiyorum."

Başımı soluma çevirdiğim an burunlarımız birbirine çaptı. Ante yanmış gibi irkildi ancak geri çekilmedi. Gözlerine ilk defa bu kadar yakından bakarken, birinin beni siyah bir denize ittiğini hissettim ve o denizde çırpınmaya başladım.

Katran tadında su yutuyordum.

Ciğerlerime dolan zift yüzünden nefessiz kalıyordum.

Göz bebekleri yoktu, hareleri yoktu; salt bir siyahlıktan ibaretti.

Tutuşu bolardı. Avucu ağzımdaki baskısını azaltırken, dudaklarım aralandı. Avucunun çizgilerini dudağımın ince derisinde hissedebiliyordum. Kulağımda tekdüze, demode bir müzik dönüp durmaya başladı.

"Ante," Sesim parmaklarının arasında yitip gitti. Ondan bilmem kaçıncı kez beni azat etmesini isteyecektim. Ancak bu kez dilime kilit vuran gözlerinden ayıramadığım gözlerimdi.

Yükselen tiz bir çığlık bakışlarımızı birbirinden koparırken, beni yeniden sıkıca tuttu. Aynı anda Nicolas'a kayan bakışlarım şaşkınlıkla aralandı.

Kollarındaki kadın Alice'di. Ağlıyor, çekiştiriyor ve Nicolas'ın yüzünü ellerinin arasına alıp şükür ediyordu.

Alice nereden çıkmıştı?

"Geliyorlar! Nicolas geliyorlar. Buradan gidelim!"

Kendi dilinde haykırarak söylediklerinin bir çoğu anlaşılmıyordu ve o, perişan görünüyordu. Üzerindeki kabanımın sağlam yanı kalmamıştı. Sarı saçları yumak yumak tepesinde toplanmış, suratında yer yer kanı kurumuş yaralar vardı.

"Sakin ol." Ellerini Alice'in kollarına koyarak sallanan bedenini zapt etmeye çalıştı. "Ekip çok yakınımızda, buradan kurtuldun Alice. Şimdi bana Pera'nın nerede olduğunu söyle."

Alice başını iki yana sallayarak sürekli arkasına bakıyordu. Delirmiş gibiydi.

"Gidelim, öldürecekler. Günce ve Nick gibi bizi de öldürecekler!"

Nick! Nick'i öldüren gerçekten Sesir ve Talar'dı.

"Nick ölmedi" diye bağırdı Nicolas. "Buraya gelmeden önce onun yerini bildirdim. Şimdi muhtemelen bir hastanede-"

"Hayır! Hayır!" Alice var gücüyle bağırırken elleri saçlarına yapıştı ve çekiştirmeye başladı. "Geri dönüp Nick'i öldürdüler ve o deliğe attılar! Sürekli o deliği defalarca kontrol ettiler. Ellerin bir harita var ve o haritada her ne yazıyorsa bizi öldürüyorlar! Gidelim, yalvarıyorum. Nicolas, gidelim buradan!"

Nicolas'ın gözleri boşluğa daldı, kaşları çatıldı. Anlamıyordu, tıpkı benim gibi anlamıyordu.

"Pera'yı çoktan öldürdüler. Neden anlamıyorsun? Bu lanet dağdan yalnızca ikimiz kurtulacağız!"

"Siktir!"  Kollarının bir kez daha kasıldığını hissettim. "Seni harcamak istiyor. Nasıl bir kız bu  böyle?"

Tepkisini fırsat bilerek sol elimi tutuşundan kurtardım ve ağzıma kapattığı elinin üzerine koydum. Dudaklarından kısık bir inleme dökülürken, ona verdiğim acıyı göğsümün orta yerinde hissettim.

"Pera'yı bulmadan gitmem."

Bu, en yakın dostunun ölüm haberini aldıktan sonra kurduğu ilk cümleydi. Nicolas, buradan bensiz gitmeyeceğini söylüyordu.

Alice dizlerinin üzerine çöktü ve elleriyle karnını kapatırken, kanımı donduracak o cümleyi kurdu.

"Gitmek zorundayız, Nicolas. Bebeğimiz için gitmek zorundayız."

Ellerim, henüz ölen bir insanın elleri gibi yanıma düştü. Kalbimin içinde bir şeyler parçalandı ve kırıkları etime saplandı. Bir an sonra Ante'nin elleri dudaklarımdan ayrıldı. Artık Nicolas'a seslenebilirdim ama yapamadım.  Oysa yapmalıydım, ne olursa olsun...

"Git."

Başımı kaldırıp beni azat eden adamın yüzüne baktım.

"Ne?"

"Talar ve Sesir buralarda değil. Git."

Onlara baktım; birbirlerine sıkıca sarılan Nicolas ve Alice'e. Sonra "Nereye gideyim?" diye mırıldandım.

Sol elini omzuma koydu. Sağ eli çenemi yukarı, yüzüne kaldırdı.

"Evine, Mihrimah. Evine git."

"Gideceğim."

"Gideceksin."

"Hiçbir şey için durmayacaksın. Ne olursa olsun arkana bakmayacaksın. O herifin sana ne yaptığını, evine varana dek unutacaksın."

İçimi çektim. "Unutacağım."

Yavaşça başını salladı. Sonra cebinden küçük bir parça çikolata çıkarıp avucuma bıraktı. "Öğle yemeğindi."

Burukça gülümsedim. "Üzgünüm… Bugün öğle yemeğine kalamayacağım."

Ellerini benden ayırdı. Önümden çekildi. Özgürlüğün yoluma tuttuğu ışığına inat içimdeki gece tüm ihtişamıyla hükmünü sürdürüyordu. Avucumdaki çikolatayı ağzıma attım. Kurtuluşuma yürürken, hayatımdaki en acı çikolatayı yedim.

❄️

Bu akşam ATEŞTEN KÜLE'nin Kanlı Ay'ın bu bölümden 3 kat daha uzun olan ilm bölümü gelecek. Her çarşamba birlikte olacağız 💜

UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin