15. BÖLÜM ''Silah''

35K 3.1K 738
                                    



Onun kollarının arasında kanatları ıslak bir kelebekten farksızdım.

Ne kanat çırpabiliyor, ne kurtulabiliyordum.

Nefesi cılız nefesimi ezerken, içimdeki tüm karşı çıkışların inzivaya çekildiğini hissediyordum.

Kelimelerin birbiri üstüne devrilerek oluşturduğu harabe üzerime yığılıyordu. Ezilmeme ramak kalmıştı.

"Diyelim ki öyle," dedim varsayımda bulunarak. "Ne olacak? Bana bunu söyleyebilir misin?"

Aramızdaki haddini bilmez yakınlık kendini muhafaza etmeye devam etti.

"Öyle mi, değil mi?" Kara bir şelaleyi anımsatan gözlerini çevreleyen kirpikleri dik ve aşağı bakıyordu. Sanki biraz daha baksam gözlerinden firar edip gözlerime saplanacaklardı.

"Bu seni ilgilendirmez." Verdiğim cevap, bu soruyu ilk sorduğunda benden aldığı cevabın aynısıydı.

"Yanılıyorsun,"Burnundan sert bir nefes verdi. ''Bu beni öyle bir ilgilendiriyor ki.."

Mantığımdan güç alarak kalçamı geri kaydırdım ve biraz olsun ondan uzaklaşabildim. "Çek ellerini üzerimden," Bakışlarımı yere diktim. Çenem titrediği için zorlukla konuşuyordum. "Dokunma bana."

Beni duymuyormuş gibi baskısını arttırdı ve başımı yeniden göğsüne devirdi.

"Sana diyorum, çek ellerini üzerimden!"

Kirpiklerimin altından ona baktığımda, başını arkaya yaslayarak gözlerini kapattığını gördüm. Uzattığı uzun bacaklarından birini diğerinin üzerine atmıştı. Ah! Nasıl hem bu kadar temkinli hem de bu kadar rahat olabiliyordu?

"Tepinmeyi bırakıp uyumayı dene. Yolumuz uzun ve bu noktadan sonra sığınabileceğimiz bir ağaç kavuğu daha bulamayabiliriz."

"Söyler misin, böyle nasıl uyuyabilirim?''

"Gözlerini kapatıp susmayı denersen uyuyabilirsin."

Ayaklarımla bacaklarını itmeye çalışarak "Hayır," diye itiraz ettim ancak gerisini getiremedim. Biri bana sarılırken uyuyamayacağımı söylemek, aradığı cevaba şeffaf bir ipucu olurdu.

Karşı koymayı bıraktım ve nefesimi oldukça sesli bir şekilde dışarı verdim. O istemeden kollarından kurtulabilmem mümkün değildi. Bunun farkında olmak sinirlerimi bozuyordu.

“Burada uyumak istemiyorum.” Bunu ben değil, içimde omuzlarını düşüren o çocuk söylemişti.

“Neden, diye sormayacağım.”

Nedenini biliyor muydu? Ona yakın olduğum her an kendimi ne denli suçlu hissettiğimi gerçekten biliyor muydu?

“O halde bırak,” dedim nefesimi dışarı verirken. “Bir de kendimle uğraşmayayım.”

Kasıldığını hissettim. Bunu tam anlamıyla, saniye saniye hissettim. “Kendinle uğraşmayacaksın. Dinle beni, bir eylemi isteğin dışı gerçekleştiriyorsan şayet, bunda senin suçun yoktur.” Tutunuşu mümkünmüş gibi daha hissedilir hale getirdi. “Şu an seni bana sarılmaya mecbur bırakıyorum ve senin bir suçun yok. Şimdi sus ve uyu.”

Dudaklarım aralandı. Ancak öyle şeyler söylemişti ki, nasıl cevap vereceğimi bilmediğimden susup kaldım. Öte yandan bir cevap olmasa da, hala söyleyecek bir şeylerim vardı.

"Senden nefret ediyorum." dedim gözlerimi kapatmadan hemen önce.

Cevabı dişlerimi gıcırdatmama sebep oldu.

"Ben de öyle tahmin ediyordum."



Ante, yine yanılmamıştı. Yaklaşık iki saattir tek bir ağaca dahi rastlamamıştık. Tipi yerini yoğun bir sise bırakmıştı, birkaç metre ötemizi ancak görebiliyorduk. Attığım her adımda kurtulma umudumu biraz daha yitiriyordum. Sanırım bu yüzden artık arkama daha az dönüp bakıyordum. Ruhum bedenimde kendine yer bulamıyordu. Bedenimse boynuna ip geçirilmiş bir kukla misali yalnızca söyleneni yapıyordu. Kaçma fikri şu anda aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Tükenen gücümle değil tren istasyonu, ayrıldığımız ağaç kavuğuna bile ulaşamazdım. Ante de kaçmayacağıma kanaat getirmiş olacaktı ki, artık yürürken beni daha az kontrol ediyordu.

Zirveye doğru attığımız her adım yeni bir manzara doğuruyordu. Artık dik kulvarlar ve kızıl-gri granit yamaçlarla burun burunaydık. Akşama yaklaştığımızı, alacakaranlığa kavuşmak üzere olan havadan anlamıştım. Elimdeki uzun ağaç dalından destek alarak onun arkasından yürümeye devam ettim. Parmak uçlarım, burnum ve dudaklarımı hissedemiyordum. Soğuk bir uzvum gibi olmuştu. Ante kuruyan botlarımın üzerine poşet geçirdiği için ayaklarım hala kuruydu. Ancak çoğunlukla bata çıka ilerlediğimiz kar yüzünden bu uzun sürmeyecekti.

"Daha ne kadar gideceğiz?"

Adımlarım yavaşlarken, ağaç parçası elimden kayıp düştü. Eğilip almak istedim ama eğilirsem düşeceğimi biliyordum.

"Yaklaştık demek isterdim ama senin adım hızınla bu yürüdüğümüzün iki katı daha gitmemiz gerekiyor."

Geri döndü ve düşürdüğüm kalın dalı yerden alıp bana verdi.

"Senin adımlarınla gitmiş olsaydık..." Sormaya yeltendiğim sorudan vazgeçerek dalı sıkıca kavradım.

"Bunu düşünme. Senin adımlarınla devam edeceğiz. İstediğin zaman durup dinlenebilirsin ama bu daha fazla üşümene yol açar."

Başımı umarsızca iki yana salladım."Çok yoruldum. Midem acıyor."

Ona baktım. Beresini şakaklarına kadar indirmişti ve göz kapaklarının neredeyse tamamı berenin altına gizlenmişti. Elini yavaşça kaldırdı, bir saniye sonra geri indirdi.

"Biliyorum. Kardaki izleri takip ediyorum, tavşanlar uzağımızda değil. Biraz daha dayan."

Dayanmak istemiyordum. Yürümek, aç kalmak, soğuktan uyuşmak istemiyordum.

"Peki."

Tekrar yürümeye başladığımızda, bu kez önden gitmek yerine adımlarıma ayak uydurarak yanımda yürüdü. Her düşecek olduğumda bana yaklaşıyor, elini sırtıma koyuyordu. Temasından uzaklaşmak için hızla toparlanıp yola devam ediyordum. O da bunu anlayarak bir iki adım uzaklaşıyordu. Sis kısmen dağılmıştı ama hava birazdan tamamen karacaktı.

"Bivak torbanız var mıydı?"

Dakikalar sonra sorduğu soruyu acelesizce yanıtladım. "Elbette, iki bivak torbamız vardı. İkisini de şu lanet arkadaşların aldı."

"Onlar benim arkadaşım değil." dedi az öncekinin aksine sert bir sesle.

"Neden sordun?"

"Rüzgar yön değiştiriyor, bir saate kalmaz etkisini üzerimize çevrilecek. Buna dayanabileceğini sanmıyorum. Eğer bivak torbası yanımızda olsaydı rüzgârı keser ve en az eksi on derece daha iyi şartta geçirmeni sağlardı."

Omuz silktim. "Ama yanımızda değil. Üstelik şu an bivak torbasından ziyade koca bir dilim pizzayı tercih ederdim."

Yürümeye devam ederken dönüp göz ucuyla bana baktı.

"Ne var? Aç ölmek istemiyor olmam suç mu?"

Bakışları bir noktaya kilitlenirken, "Aç ölmeyeceksin." diye fısıldadı . Garip bir şekilde bunu bana değil de, kendine söylüyor gibiydi.

Kolunu kaldırdı ve işaret parmağıyla odaklandığı yeri gösterdi. "Bu bir korucu kulübesi olmalı."

Heyecanla gösterdiği yere baktım. Küçük ahşap kulübeyi gördüğüm an dalı elimden atarak hızlandım. "Evet! Evet bu bir korucu kulübesi."

Henüz önüne geçmiştim ki kolumdan tutarak durdurdu ve gözlerini kısarak beni uyardı. Sessizce kulübeye ilerlerken, hala kolumu tutuyordu. Benim bir umut beklediğim korucu onun için risk demekti. Kulübeye iyice yaklaştığımızda durdu ve etrafına dikkat kesildi. Sessizlik ona istediğini verdiğinde kulübenin gıcırdayan merdivenlerini çıkmama izin verdi. Titreyen ellerimi kapıya dayayıp ittim ama açılmadı. Ante önüme geçerek omzunu kapıya dayadı. Biraz yüklendiğinde açılan kapıyı sonuna kadar aralayarak içeriye göz attı. Ardından beni içeri çekerek kolumu serbest bıraktı. İçerisi tozlu ve küçüktü. Kulübenin tam ortasında eski bir soba, etrafına dizilmiş minderler ve iki ahşap sandalye dışında ufak bir tezgah vardı. Yıpranmış ve rengini yitirmiş minderlerin üzerine oturdum. Eldivenlerimi çıkardıktan sonra kızarmış ellerimi birbirine sürttüm.

Ante sobanın arkasına yığılmış odun parçalarını sobaya doldurdu. Elini cebine attığında, çakmağın orada olmadığını hatırlayarak homurdandı. O sırada sobanın mermerinde bir kibrit kutusu gördüm. Uzanıp aldım ve içini açtım. Çok sayıda yanmış kibrit çöplerinin arasında hiç kullanılmamış olanlar göze çarpıyordu. Kutuyu ona uzatmak için yukarı kaldırdığımda beresini çıkardığını gördüm. Serbest kalan saçları ahenkle alnına döküldüler. Bereyi yanımdaki mindere atarken, uzattığım kibrit kutusunu tuttu. Parmaklarımız birbirine çarptı ve içim ürpererek elimi geri çektim. Sağlam bir kibrit çöpünü tutuşturup sobaya atarken, bana göz kırptı. Hızla bakışlarımı kaçırdım.

"Birazdan ısınırsın."

Teşekkür etmek için dudaklarımı araladım. Sonra bunu yapmak istemediğimi fark ederek susmaya devam ettim. Ante camdan dışarıyı gözlerken, arkasının dönük olmasını fırsat bilerek beresini minderin altına sakladım. Bir şekilde saçlarına dokunmak istiyordum. Daha önce iki kez yaşadığım o garip şeyin yine olup olmayacağını merak ediyordum.

Bir süre sonra içerisi az da olsa ısınmıştı. Bu sıcaklığa öyle muhtaçtım ki yanmak pahasına dibinde oturduğum sobaya sarılmak istedim. Sonra bu isteğim karşısında kendine acıdım. Bu duruma düşeceğim asla aklıma gelmezdi.

"Eğer rahatsız olmayacaksan buraya oturacağım."

Varlığını arkamda hissettiğim adama bakmadan, belli belirsiz başımı salladım. Yanımdaki mindere çöktü ve botlarından kurtardığı ayaklarını sobanın mermerine dayadı.

"Montunu ve botlarını çıkar. Dışarı çıktığımızda daha az üşümüş olursun."

Dediğini yaparak önce botlarımı çıkardım. Ardından da üzerimdeki koca montu çıkarıp ikiye katlayarak yastık görevi görmesini sağladım. Bedenimi yan devirerek cenin pozisyonu aldığımda, Ante hemen ayak ucumdaydı. Birbirine kavuşturduğum ellerimi boynumun altına sıkıştırırken, camları tırmalayan rüzgarın sesine sobadan yükselen çıtırtılar eşlik ediyordu. Uzunca bir süre sıcaklığın tadını aldıktan sonra Nick'i gördüğümden beri kafamı kurcalayan o soruyu sordum

"Alice iyi midir?"

Gözlerini sobanın deliğinden taşan alevlere dikmişti. "Senden daha iyi olduğuna şüphen olmasın. En kötü ihtimalle biraz hırpalanmıştır."

"Ne demek istiyorsun?"

"Senin kadar aç ve yorgun olmadığını söylüyorum. Ayrıca bivak torbası da onlarda olduğu için senin kadar üşümemiştir."

"Hırpalamaktan kastın neydi?"

Avuçlarını yere bastırarak sırtını geriye verdi. "Söz dinlemezse onu itip kalkmaktan kaçınmayacaklardır."

Yattığım yerden kımıldamadan doğru kelimeleri seçmeye çalıştım. "İtip kakmak dışında ona zarar verirler mi? Yani..."

Bakışları omzunun üzerinden beni bulduğunda, bir an geri çekilmek istedim. Gözleri dikenli tellerle örülmüş bir mayın tarlası gibiydi. O teli aşıp sınıra çoktan girmiştim, şimdi mesele doğru adımları atarak çıkışa tek parça varabilmekti.

"Merak ettiğin buysa ona dokunmazlar. En azından, sonuna kadar gitmezler."

"Neyin sonuna kadar gitmezler?"

Kaşları çatılırken, gözleri anlamak istermiş gibi yüzümde dolaştı. "Gerçekten sana bunu açıklamamı istiyor musun? Benimle bunu konuşmak..."

Ne söylediğini henüz idrak edebildiğimde, yanaklarımın yandığını hissettim. Kesinlikle utangaç bir kız değildim ama Ante'nin gözleri üzerimdeyken kelimeler dilimin üzerinde yuvarlanıyordu.

"Hayır, konuşmak istemiyorum."

"Güzel. Alice'i bu kadar kafana takmamalısın. Bencil bir kız, seni satarken tereddüte düşmüş gibi görünmüyordu."

Yerimden doğrularak "Bencil!" diye yineledim. "O aptal ben bakireyim diye kendini adamların kollarına atarken ne düşünüyordu biliyor musun? Onu serbest bırakacaklarını, tek başına özgürlüğüne kavuşacağını! O beni arkasında bırakırken tereddüt etmemiş olabilir ama ben..."

"Sen?" Doğrulduğum için aramızdaki mesafe azalmıştı. Cümlemin yarıda kalmasının sebebi de tam olarak buydu.

"Herkes kendinden mesuldür. O beni sattı diye zarar görmesini istemek, ya da göreceği zarara göz yummak adalet değil insafsızlık olur."

"Yanılıyorsun. Herkes önce kendini düşünür. Yaşamanın kuralı budur."

Sol kaşımı havaya dikerek sordum. "Peki senin beni alıkoyman hangi kuralın parçası, Ante?"

Ettiğim her kelime bakışlarına anlam veremedim ifadeler yüklüyordu. Bir süre hiç konuşmadan bana baktı, yüzüme ve gözlerime. Sonra ani bir kararla başını önüne çevirerek gözleriyle bir şeyler aradı.

"Berem nerede?"

"Bilmiyorum."

"Buraya koyduğuma eminim."

"Emin olsan burda olurdu."

Burnundan sert bir soluk verdi. Onunla oyun oynadığımın farkındaydı.

“Derdin ne senin?”

Omuz silktim. “Hiç, ne derdin olabilir ki?” Ellerimi iki yana açtım. “Tüm her şey fazlasıyla yolunda.”

Bu kez ikaz edercesine baktı. “Sorumun cevabının bu olmadığını biliyorsun.”

“Belki,” dedim ciddiyetsiz bir ciddiyetle. “Biliyor olabilirim, bir ihtimal.”

“Kafandan geçeni az çok tahmin edebiliyorum. Ancak senin yerinde olsam bunu yapmazdım.”

Başımın üzerinde yanan ampulü tek sözüyle patlatması beni amacımdan alıyokoyamazdı. Ante zeki bir adam olabilirdi ama ben de aptal bir kız değildim.

“Kuru tehditlerine pabuç bırakmayacağım. Ayrıca kafamdan geçenleri bildiğini sanmıyorum, öyle olsa şu an beni azat ediyor olurdun!”

Küçük bir çocukla uğraşıyormuş bezginliğinde başını salladı. “Gizli gizli içtiğini düşünüyorum bazen. Ve öyleyse güzelim, inan bana çekilmiyorsun.”

Güzelim! Tamam, bunu duymamış gibi yapabilirdim ama beresini ondan daha ne kadar saklayacaktım?

“Aslında…”

Devamını nasıl getireceğimi bilmediğim cümlemin henüz başındayken,  tezgahın üzerindeki mini tüp dikkatimi çekti. Tüp! Tüp varsa yiyecek bir şeyler de olabilirdi. Ante benden önce davranarak tezgaha yaklaştı. Etrafını kolaçan ederken aç gözlerle onu izliyordum. Birkaç dakika sonra ufak bir ekmek parçası bulabildi. Dış kısmı yer yer küf tutmuştu ama şu an bunun hiçbir önemi yoktu. Midem açlıktan isyan ediyordu ve dişimle ezebileceğim her şeyi yemeye razıydım. Eliyle küflü kısımları sildikten sonra bana yaklaştı ve ekmeği uzattı.

Kaşlarım şüpheyle havalanırken, "Onu bana vermek istediğinden emin misin?" diye sordum. "Bundan başka yiyeceğimiz yok."

Bir saniye bile düşünmedi. "Eminim. Hadi, ye şunu." Kuru ekmek parçasını elime tutuşturduktan sonra uzaklaştı.

Camları zorlukla örten uyduruk perdeleri hafifçe aralayarak dışarıyı kolaçan etti. Dingin bir anı yoktu. Kavuktaki halinin aksine çoğu zaman huzursuz ve tedbirliydi.

"Boşuna telaşlanıyorsun," dedim taş gibi ekmeği dişlerimin arasında zorlukla ezerken. "Buraya günlerdir kimse gelmemiş. Şu ekmeğin haline bak, en az bir haftalık. Ayrıca saatlerdir buradayız, kimsenin uğradığı da yok."

Söylediklerim onun lehine olsa da, benim için yalnızca hayal kırıklığıydı. Zira bu tek göz korucu kulübesini gördüğümde fazlaca sevinmiştim. Şayet içeride bir korucu olsaydı, mutlaka bir tüfeği olurdu ve beni bu lanet dağdan kurtarırdı.

"Burada birilerinin olmasını çok isterdin, değil mi?"

Bunu bana dönmeden sormuştu. Bundan sebep bakışlarımı ona çevirmekte tereddüt etmedim.

"Elbette. Seni haklayacak güçlü bir korkucu, hiç fena olmazdı doğrusu."

Ani bir adımla bana döndüğünde, yutmak üzere olduğum ekmeğin kursağıma takılmasıyla öksürmeye başladım. Laflarımı esirgemiyor olmam ondan çekinmiyor olduğum anlamına gelmiyordu, maalesef. Yanıma geldi, önümde diz çöktü ve öksürmekten sarsılan bedenime doğru eğildi. İri parmaklarını sırtımda hissettiğimde,  gözlerimi yüzüne diktim. Göz altlarındaki koyu halkalar hafiflemiş ancak hala varlığını koruyordu. Alnına dökülen siyah saçlarını ufak bir baş hareketiyle sol şakağına gönderirken, beresini benim sakladığımı öğrenirse ne tepki vereceğini düşündüm.

"Şşşt" Parmakları sırtımda okşar gibi dolaşırlarken, avucu oraya üst üste yumuşak baskılar uyguladı. Aynı saniye öksürüğüm hafifledi ve derin bir nefes aldım.

"Üzgünüm fıstık, öyle bir adam yok."

Birbirimize bu kadar yakınken, kafamda bir ampul yanıp sönmeye başladı. Hiç düşünmeden elimi kaldırdım ve saçlarına yaklaştırdım. Sadece birkaç saniye sonra zihninden geçenler zihnime düşecekti. Bunun hiçbir mantıklı açıklaması yoktu. Belki de bilinçaltımın aptal bir oyunuydu. Her ne ise, bir kez daha yaşamak istedim. Kalbim heyecanla atarken, kapı gürültüyle açıldı ve sıçrayarak çığlık attım. Ante bedenimi hızla ayağa kaldırıp arkasına alırken, üzerimize doğrultulan tüfeği gördüm önce. Ante'nin iri bedeni beni tamamen kamufle ediyordu, önümde taştan bir duvar gibi devinimsiz duruyordu. Karşımızdaki kişiyi görmek için başımı sola eğdiğim sırada , tok bir kahkaha kulübeyi doldurdu.

"Şu işe bak, demek burnumun dibindeymişsiniz, ha?" Aksanlı Fransızca ile konuşan adam babam yaşlarında, tıknaz bir adamdı. Kafasında kocaman hasır bir şapka ve kaba çamurlu postalları vardı. O da başını sola eğerek beni görmeye çalıştığında, derin bir nefes aldım. Bu adam kesinlikle bir korucuydu!

"Bayım! Lütfen bana yardım edin." Kendimi öne atmamla Ante'nin beni geri çekmesi bir oldu. Şimdi arkasında değil hemen yanındaydım ve tehlikeli bakışları ile tutuşunun esareti altındaydım.

"Yanımda kal."

Bunu öyle sessiz bir şekilde söylemişti ki, adamın duymadığına emindim.

"Lütfen, bırak da gideyim. Kimse daha fazla zarar görmesin."

Öfkeyle soluk aldı. "Seni bırakmayacağım. Bunu daha kaç kere söylemem gerekiyor?"

Kolumu ondan kurtarmaya çalıştım. "Bu sefer hiç şansın yok. Bu iş burada bitti."

Adam postalını sertçe yere vurduğunda her ikimizin bakışları da ona döndü.

"Kız haklı evlat. Şimdi onu bırak ve ellerini havaya kaldır." Adam pürüzlü sesiyle söylediklerini tekrar ederken, tüfeğiyle yukarıyı gösterdi. "Hadi! Yukarı dedim."

Ante adamın dediğini yapmayı es geçerek "Kimsin sen?" diye sordu.

Adam genişce güldü. Altın dişlerine yapışan yeşil yemek artıklarını görmek boş midemi bulandırmıştı.

"Kim miyim? Şu zavallı kızı senin gibi bir caninin elinden kurtarmak isteyen iyi niyetli bir korucuyum sadece."

Ante başını iki yana salladı. "Hayır, niyetin bu değil."

Bileğimi sabırsızca çekiştirdim. "Yeter artık Ante, beni ona teslim et! Görmüyor musun, bir silahı var. Beni bırak ve yoluna git."

Bu hamlem kesinlikle işe yaramamıştı. Ne bekliyordum ki? Ölmekten korkuyor olsa beni böyle sıkı tutmazdı.

"Kız haklı genç adam, bu iş burada bitti." Adımları usulca etrafımızda dönmeye başladığında, Ante beni yanına çelerek bedenine yasladı.

"Aptallık etme. Bu adam seni kurtarmak için gelmedi buraya."

Açık kapıdan içeri hücum eden soğuk, montsuz bedenimi ürpertti. "Saçmalamayı kes! Burası bir korucu kulübesi ve bu adam da bir korucu."

Söylediklerimden son derece emindim. Nicolas'ın getirdiği güvenlik güçleri tüm koruculara durumu haber vermiş olmalıydı. Ne zannediyordu ki? Her söylediğine inanacak kadar aptal olduğumu mu!

"Aslında bakarsanız kalıp sizinle sohbet etmek isterdim ama fazla vaktim olduğu söylenemez."

Etrafımızda bir tur döndükten sonra tekrar önümüzde durdu. Bu kez çok daha yakındı ve namlu Ante'nin göğsünü hedef almıştı. O koca delikten fırlayacak oylumlu bir kurşunun onun göğsünü parçayacağını düşündüm. Ante ayaklarımın dibine düşecekti, gözlerini kapatacak ve sonsuza dek açmayacaktı. Bir an gözlerim karardı ve olduğum yerde sendeledim. Ante kolumdaki elini çekerek belime doladı ve beni daha sıkı tuttu.

"İyi misin?"

Ona baktım. Bir katile ya da bir gangstere benzemiyordu. Saniyeler içinde nefesimi kesebilecek kadar güçlü olan kolları beni korumak için sarıp sarmalamıştı. Ona baktım, Ante'ye. Bu kez sahiden baktım ve gözlerindeki korkuyu gördüm.

"Bunu neden yapıyorsun. Daha fazla dayanamıyorum." diye fısıldadım.

"Biliyorum." dedi aynı çaresiz fısıltıyla. "Mihrimah, dinle beni. Onunla gitme. Bu adam seni özgürlüğüne götürmeyecek."

Adam korkutucu bir öfkeyle bağırdı. "Bu iş sizce de uzamadı mı? Kızı bana gönder, bu sana son uyarım."

Adam ne renk olduğunu seçemediğim gözlerini kararlılıkla araladı. Ante'yi vuracak mıydı? Ah, hayır. Bir korucu bunu yapmazdı. Ya da, yapabilir miydi? Zihnimdeki durgun su hızla bulandı. Onu ölümden, kendimi de bu tutsaklıktan kurtarmanın bir yolu vardı. O yola başvurmaktan çekinemezdim. Dizimi kırdım ve Ante'nin kasıklarına sağlam bir darbe geçirdim. Acıyla inlemesi ve elinden kurtularak adamın yanına gitmem aynı saniyelerde gerçekleşti.

Adam kuvvetli bir tutuşla beni yanına çekti. Sevimsiz gülümsemesi yeniden çehresinde belirirken, "Aferin kızıma" dedi başını memnuniyetle sallayarak. "Şimdi gitme zamanı."

Ante onu soktuğum iki büklüm pozisyondan kurtularak "Hayır!" diye bağırdı. "Sakın onunla gitme."

Adam tüfeği sol koluyla kavradı. "Kal orada, yoksa sesini tümüyle keserim!"

Ante onu hiç duymamış gibi bana bakmaya devam etti. "Lütfen, gitme onunla." derken bu kez bağırmıyordu.

Onu dinlemek istedim ama adam beni aceleyle dışarı çekti. Adımlarım yalpayarak ilerlerken, ayağımın dibine bir şey düştü, bir resim. Bu, benim vesikalık resmimdi ve sadece Günce de vardı. Günce'nin çantasını ise Sesir ve Talat almıştı.

Tanrım!

Başımı kademeli olarak yerden kaldırdım. "Sen, sen kimsin?"

Adamın yüzüne baktığımda, ifadesi korkuyu tüm bedenime iliştirdi.

"Üzgünüm güzel kız. O iki adam bana iyi para teklif etti."

Dizlerimin titrediğini hissettim. Adam bunu umursamadı. Beni yeniden çekiştirmeye başladığında bir gürültü koptu. Ante adamın üzerine atlayarak onu yere devirmişti. Aralarında kıyasıya bir kavga baş gösterirken tüfek bir kenara fırladı. Olduğum yerde kalakalmıştım. Onları izlerken ne halde olduğumu bilmiyordum. Ante altına aldığı adama ardı ardına yumruklar indirmeye başladı. Adamın yüzü kanlar içinde kalmıştı, buna rağmen elini cebine götürüp oradan bir bıçak çıkarabildi. Dudaklarımdan bir çığlık koparken, adam bıçağı Ante'nin koluna sapladı. Onu uyaramamıştım bile! Ante'yi yere devirerek onun üzerine çıktığında bir sonraki hamlesini tahmin etmek kanımı dondurdu. Hayır, buna izin veremezdim. Zorlukla birkaç adım atarak yerden tüfeği aldım ve acemice kolumun altına yerleştirdim. Tüfeği adama doğrultmaya çalıştım ama sürekli hareket halindeydiler. İsabet alamıyordum.

Ante adama sağlam bir kafa attı. Adam devrilmek üzereyken Ante'nin az önce dizimi geçirdiğim kasıklarına dizini bastırdı ve bıçağını havaya kaldırdı.

"Hayır!"

Parmağım panikle tetiğe gitti ve silahı adama doğrultarak gözlerimi kapattım, tetiğe yüklendim.

Korkunç bir ses çıktı.

Korkunç bir sessizlik oldu.

Gözlerimi açtım.

Kan…

Her yer kan ve et parçasıydı.

Ben, o adamın kafasını parçalara ayırmıştım.

Onu öldürmüştüm.


UZAK IŞIKLAR "Kanlı Ay"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin