Harry sahilde yürürken gelen geçene sırıtıyordu ve bunun için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bu sırıtma bir süredir yüzüne yapışmış haldeydi ve o da buna Louis etkisi sendromu adını vermişti.
Yemeğe çıktıkları günden beri her akşam Louis onu işten alıp otele bırakıyor, sık sık arıyor, sabahtan akşama kadar da mesajlar atıyordu. Harry'nin liseli bir ergene dönüşmesine çok az kalmıştı.
Cebindeki telefonu titremeye başlayıp da dinliyor olduğu müzik kapanınca, yürümeyi bıraktı ve hızlıca kenardaki banklardan birine oturdu. Aceleyle çağrıyı yanıtladı. Ekrandaki isme bakmasına gerek yoktu çünkü Louis için farklı zil sesi ayarlamıştı. Onu en son cuma günü görmüştü ve şimdi pazardı, sesini duymayı özlediği için daha da heyecanlandı.
"Selam." dedi Louis hattın diğer ucundan. "Nasılsın, ne yapıyorsun?"
"İyiyim. Winston'ı yürüyüşe çıkardım, sahildeyim. Sen?"
"Ben de iyiyim. Şimdi seni alması için birini gönderiyorum, sen de evime gelip benim hafta sonu barbekü keyfime ortak oluyorsun, olur mu?"
"Ne zaman sana hayır dedim ki?" diye cevap verdi Harry. Bu bir soru değil, kabul etme şekliydi. "Ama kimseyi göndermene gerek yok, taksiyle gelirim daha kısa sürer. Kenarda taksi durağı görüyorum şu anda."
"Sen bilirsin. Bekliyorum güzellik."
Harry etrafına bakındı. "Görüşürüz." diye mırıldandı utangaçca. Onun da kendisine "Görüşürüz." demesini dinleyip telefonu kapattı. Eve gidip üzerini değiştirse geç kalırdı, neyse ki spor yapmaya değil de köpeğini gezdirmeye çıktığı için altında siyah şortu, üstünde de ona uygun kolsuz beyaz tişörtü vardı.
Winston'ı kucağına aldı, tasmasını çıkartıp yanında taşıdığı sırt çantasına koydu. "Bu kadar yürüyüş yeter, değil mi? Yorulmadın mı?" diye sordu ama dilini dışarı çıkarmış halde yeşil çimlere hevesli hevesli baktığına göre hala yorulmamıştı.
Köpeğiyle birlikte bir taksiye binip Louis'nin ev adresini verirken istemsizce güldü. Kendini 90'ların gangster filmlerindeki yaşlı mafya babasının genç ve salak sevgilisi gibi hissetti. Kucağında süs köpeğiyle onları andırıyordu çünkü.
Annesi hayatta olsa ve Harry'i Louis ile ilgili bu kadar coşkulu, bu kadar heyecanlı görse kesinlikle çok kızardı. Başına gelebilecek dertlerden bahsederdi, ne kadar tehlikeli bir hayat tercih ettiğini söylerdi. Bir de, özellikle akıl hastanesine yatacağı gün gözyaşları içinde oğluna şöyle demişti: Sakın yakışıklı bir adamla ya da güzel bir kadınla birlikte olma, elinden alırlar ve mahvolursun.
Gözünün önünden hiç gitmezdi o görüntü.
O kendini annesiyle ilgili hatıralara boğup üzerken Winston başını Harry'nin koluna sürtüyor, sanki dikkatini başka yöne çekmek istiyordu. Harry onun başını okşamakla yetindi. Şimdi babasının son durumunu merak etmesi çok mu kötüydü? Annesi görse bu duruma üzülür müydü?
Ailesini kaybedip de Miami'ye ilk geldiği zamanlardan itibaren Noemi onun hem arkadaşı hem annesi olmuştu. Ayrı evlerde yaşarlarken bile sürekli ondan hayat tavsiyeleri alır, dert ortağı olurdu. Nathan yüzünden aralarının bozulacağını tahmin etmişti aslında. Çünkü Nathan da oldu olası Harry'den nefret ederdi. Hele bir de aynı eve taşınınca işler felakete sürüklenmişti.
Taksi onun görmeye alışık olduğu güzel yalının önünde durduğunda Harry cüzdanından gerekli ücreti çıkartıp adama verdi. Neyse ki maaşını birkaç gün önce almıştı.
Louis tarafından kendisine verilen çip ile bahçe kapısını açarak içeri girdi. Buradaki her şeye hayrandı. Tamamı eşit boydaki parlak yeşil çimlere, çimi süsleyen çiçeklere, kayrak taşı kaplamalı yürüme yollarına ve özellikle eve yaklaştıkça artan yasemin kokusuna...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PERMANENT MIDNIGHT
FanfictionKanun adamlarına göre o, asla yakalayamadıkları bir hayaletti. CIA için o, "işleri çözen adam"dı. Dışarıdan bakarsanız, sadece gece kulüpleri olan bir milyarderdi. O, on beş milyar dolarlık bir kokaini ülkeye sokarak efsanesini yazmaya başlayan, s...