#özel bölüm# söylemiştim sana; gitme, gönlünün sahiline.

85.9K 6.9K 3.4K
                                    

"İzmarit öldükten sonra Kutay ne yapıyor?" sorusunun cevabını bilmeye hakkınız vardı. İyi okumalar bebeklerim. :) 

Kutay Harmanlı:

O bana bakmayalı iki yıl olmuştu. O, nefes almayı bırakalı iki yıl olmuştu. Canım hâlâ öylesine yanıyordu ki... Sanki iki yıldır o odada kalmıştım. Sanki o, o hastane odasında kalmıştı da ben de ruhumu orada bırakmıştım. Ama öyle değildi işte... O, gitmişti. İzmarit, artık çok mutlu olacağı bir sonsuzluğun eşiğindeydi. Benim İzmarit'im, melek olmuştu. Ve ben tam iki yıldır onun gidişini kabullenemiyordum. O gidemezdi ki... O benden gitmezdi. Bana hiç dokunmadan, gözlerime bakıp 'seni seviyorum' demeden, ellerimden sıkıca tutmadan, ilk defa beraber gülmeden, eğlenmeden, korkmadan, üzülmeden, ağlamadan... Bunları yaşamadan gitmezdi. Oysa... şimdi neredeydi?

Kalbime çaktığı çivilerin izleri derin yaralar bırakmıştı bedenimde, zihnimde. Ondan geriye kalan çok şey vardı ama ben hangi birini nereye koyacağımı bilemiyordum. Her yer doluydu, her yer onunla doluydu... Atkısını nereye koyacaktım ki? Elbiselerini nereme saklayacaktım? Ya kullandığı kalemler? Hangi sayfa kabullenebilirdi o mürekkep izlerini? Hangi sayfaların buna cesareti vardı? Ya da hangi el o kalemleri tutmak için yeterince güçlüydü? Bana yazdığı mektupları nereye koyacaktım? Nereye koysam yakışmıyordu. Ellerim fazla kirliydi, kalbim fazla kalabalık, zihnim fazla karışık... Bu dünyada o mektupları kim hak edebilirdi? Kim? Kimse.

Topladığı 294 izmarit ise çürümeye yüz tutmuşlardı. Kokuları tüm odayı sarıyordu ama böyle bir koku yoktu şu yeryüzünde. Sigara çöpleri kötü kokmaz mıydı normalde? Kokmuyordu işte... Kokmuyordu. Öyle alışmıştım ki... dünyanın en güzel kokusu gibiydi ellerinin dokunduğu o kağıt parçaları. Ondan kalan çok şey vardı. Ama o yoktu... Ben bunu kaldıramıyordum. Benim kalbim buna dayanamıyordu. Öyle sıkışıyordu ki bazen, İzmarit içeride rahat uyuyamıyor diye korkuyordum. Kalbim, onun için fazla kirliydi. Onu rahatsız ederdi. 

Özür dilerim sevgilim... Seni rahatsız etmek istemezdim lakin kalbimden dışarı çıkamazsın. Rahatsız da olsan, orası senin yerin... Yaptığım bencilliği affet, bu kalp sensiz bir hiç.

Bugün, ölüm yıldönümüydü. İki yıl olmuştu. O hastane odasında ciğerlerim patlarcasına bıraktığım feryatların üzerinden iki yıl geçmişti. Koskoca iki yıl... İki ömür gibi geçen, iki yıl. Teninin bembeyaz kesilişinin ardından, dudaklarının mora boyanışının ardından ve ellerimi bırakışının ardından iki yıl geçmişti. O olmadan nasıl yaşanılır hâlâ öğrenememiştim. O olmadan nasıl nefes alınır hâlâ bilmiyordum. Sanırım bana çok kızıyordu, hissediyordum. Mutlu olmamı istiyordu fakat ben yapamıyordum. Ah, çiçeğim... Ah, yasemin kokulu çiçeğim... Söyle bana, nasıl hiçbir şey olmamış gibi gerimde bırakayım seni? Senden başka durak bilmeyen şu kalbim... Söyle, başka hangi durakta konaklayabilsin?

Düşüncelerimden sıyrılarak gözyaşlarımı sildim ve ağaçların arasından ilerlemeye devam ettim. Etrafta yüzlerce mezar taşı vardı, yüzlerce artık nefes almayan insan. Kimi birinin annesi, kimi babası, kimi sevgilisi... Kimi her şeyi. Ama artık yoktular işte. İzmarit, toprak olmuştu. Benim sevdiğim... toprak olmuştu. Titreyen nefesimi dudaklarımı sarsa sarsa soğuk havaya verdim. Göğüs kafesim öyle derin sarsılıyordu ki sanki ciğerlerimin içinde milyon tane nefes vardı ve ben hangi birini vereceğimi bilmiyordum. Hepsi, İzmarit doluydu. Ellerim titriyor, dudaklarım kuruyordu.

Karşımda duran mezarla duraksadım. Mezar... Mezar. Gözlerim kuru topraktan mezar başlığına yükseldi. Ve okuduğum isim ile pus bastı her yeri. Gözlerim dolu dolu oldu, kısıldılar. 

Sıla Arslan.

"Sıla..." diye mırıldanabildim sadece. Dudaklarımdan nefesimi zorlanarak verdim ve birkaç adım daha yaklaştım yanına. Diz çöktüm, elimde tuttuğum papatyaları mezarının üzerine koydum. "Bak," dedim ve duraksadım. "Geldim işte," dedim ardından fısıldayarak. Ellerim toprağının üzerinde geziniyordu. "Geldim..."

Kuru toprağına baktıkça nefesim kesiliyordu. Öyle çok sarılasım vardı ki ona... Öyle çok ihtiyacım vardı ki kollarına. "İki yıl oldu... Hâlâ dönmedin be güzelim. Hâlâ dönmedin... Zor geliyor. Öyle zor geliyor ki bıraktığın emanetlere bakmak. Bakıp da sana doyamamak. Affet be güzelim, affet artık beni. Affet ki rahat nefes alabileyim, affet ki sensiz yaşamayı da öğrenebileyim. Ama olmuyor işte... Seni fark edemediğim her günün acısını çekiyorum şu kalbimde," deyip elimi yumruk yaptım ve kalbime vurdum. "Acı çektiğin her günü misli misli ödüyorum."

Papatyaları buketinden çıkartıp teker teker toprağın üzerine dağıttım. Her yer bembeyaz gözükmeliydi. Her yer... onun gibi olmalıydı. "Sana papatya getirdim, seversin diye. Hani, bana bıraktığın mektupların altında yapıştırdıkların var ya, onlardan... Seviyor sevmiyor yaptığın papatyaların yaprakları cevap verdi kurban olduğum," dedim sessizce. Kurban olduğum...

"Seviyor, diyorlar. Öyle çok seviyor ki her zerresi sana ait, diyorlar. Senin sevginle dolup taşan ciğerleri patlamak üzere, diyorlar... Rahat et güzelim. Şu toprağın altında, rahat et, olur mu? Hem," deyip gülümsedim. Aklıma, giderken bana verdirdiği sözler gelmişti. "126. mektubunun son satırında yazdığın gibi artık... Söz verdiğim gibi... Sen gittin gideli, sigara içmiyorum artık."

Hıçkırıklarım boğazıma kadar taşınca daha fazla dayanamayarak ısırdığım dudaklarımı serbest bıraktım ve tam mezarlığın ortasından koca bir haykırış bıraktım gökyüzüne. Bizim olan gökyüzümüze... ona iletir diye. Çığlıklarım, haykırışlarım, feryat figânlarım çare etmiyordu artık. O, gitmişti. Çok geç kaldın Kutay, çok geç kaldın... 

"Ah be güzelim," dedim gözyaşlarım yanaklarımı ıslatıp, dudaklarıma ise bir çöle damlayan su etkisi yaratırken. "Söylemiştim sana, gitme; gönlünün sahiline. Seni alırsa fırtına... dayanamam yokluğuna... demedim mi?"

Ellerimi yumruk yaptım ve soğuk mermer ile buluşturdum. Vurdum, vurdum, vurdum... Kan içinde kalan ellerime aldırmadan tekrar vurdum. Yine vurdum ama geçmedi. Geçmiyordu işte... Elimin üzerine yayılan kana baktıkça, o sahilde bana sarıldığı gün geliyordu aklıma. Dayanamıyordum. Dediği gibi olmuştu... Beni yara'm diye seven kadın, ömrüm boyunca benim hiç geçmeyecek yara'mdı artık.

"Sana söz verdiğim gibi sevgilim. Kazandım üniversiteyi. Ama elektrik, elektronik değil. Radyo ve Televizyonculuk. Neden mi?" diyerek gülümsedim. "Bana bıraktığın mektupları seslendiriyorum güzelim. Ölümsüzleştiriyorum seni," dedim ve titreyen dudaklarıma esaret kurmaya çalıştım, başaramadım. 

"Çünkü ölüm sana hiç yakışmadı bir tanem... Ölüm, sana hiç yakışmadı."

 ben seni çok sevdim.

Bir şey söylemeden ağlamaya gidiyorum. Bb.

Umarım beğenmişsinizdir. Düşüncelerinizi bu paragrafa alayım. :)

İZMARİTHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin