İnce camlı pencerenin dışındaki ağaçlıktan, sınıfın içine değin uzanan kuş sesleri kulağımızı okşuyordu. İçimde bir sıkıntı vardı. Öğretmen konuşmaktaydı; bu esnada kimileri not alıyor –bir kartal atikliğiyle anlatıcının dudaklarından dökülen her bir heceyi sivri, vahşi gagalarıyla yakalayıp, bembeyaz kağıtlarına atıyorlar demek daha doğru olur- kimileriyse beyinlerini sözlerden arındırmış, dinlermiş gibi yapıyordu. Arka sırada oturan bende dahildim bu –miş gibi ekibine! Bıkkınca, anlatıcının kol düğmelerini ilikleyerek gömleğini yukarıya çekip, burnunun ucuna kadar inmiş gözlüklerinin ardından, bileğindeki saate şöyle bir bakıp, 'bugünlük bu kadar' diyeceği o anı beklemekteydim.
Sıkıntım soluklarıma tırmanarak ciğerimi şişirene dek sürdü bu bekleyişim. Ardından yanı başımda kafasını masaya dayadığı kollarına gömmüş uyuklayan Çağan'ı dürttüm. Mavi yeşil karması gözleri o kendine has, hınzır parıltısıyla gözlerime dikildi. Kumral saçları, buğday tenine dökülmüştü. Alnı, koluna yaslanmaktan olsa gerek, kıpkırmızı olmuştu. Yüzüne, kazağının izi çıkmıştı. "İçimde bir sıkıntı var, Çağan." Dedim. Anlatıcının yükselip alçalan ses tonu kulaklarımızı tırmalıyordu. "Havalardandır, rahat ol." Dedi, Çağan. Ona inanmadım. Bunu yalnızca beni başından savmak ve tekrar uyumak için söylediğinin bilincindeydim. "Hayır..." Diyerek sürdürdüm konuşmamı. "Öyle bir şey değil bu. Nefeslerim yetmiyor sanki. Ciğerlerim şişiyor." Sıraya koyduğu koluna yanağını yaslayıp bana döndürdü koca gövdesini. Yüzünde hayali bir gülücük titreşti. "Dün izlediğimiz film hatırında mı?"
"Evet." Sağ gözünü yumruk yaptığı eliyle ovaladı. "Etkisinde kalmışsındır, filmin. Hep öyle olur, ya..." Elimi, omzuna koyup sıktım. "Umarım öyledir."
"Öyledir, yahu! Ne olacak başka?" Tebessüm ettim. Yaklaşık beş dakika sonra, dualarım kabul oldu ve ders bitti. Konuşa konuşa aşağı, kafeteryaya indik. Masalardan birinde, kuzenim Arda'yı ve sevdiği kız Melis'i baş başa vermiş konuşurlarken görünce, onları yalnız bırakıp boş, gözlerden ırak bir masaya yerleştik.
Okulun ilk haftasıydı. Hava soğuktu fakat öğrencilerin –bizlerin- keyfine diyecek yoktu. Etraf grup halinde gezen ilk sınıflarla dolup taşıyordu. Yeni bir ortama girmiş olmalarının verdiği heyecan ve üniversiteli –söz gelimi veya kağıt üzerinde tabii- olmanın sunduğu özgürlükler, elbette göreceli olan bu özgürlükler, etraflarında koruyucu bir hale misalince dolanıyordu. Çağan, bir şeyler içmek istediğini söyleyerek kalktı. Birkaç dakika sonra geldiğinde elinde iki karton bardak tutmaktaydı. Kendi payıma düşeni aldım ve içime çektim yumuşak kokuyu. Vanilyalı kahve almıştı bana. Kendisine de açık demli bir çay... Çayın çok demlisi de, kahvenin kafeinlisi de iyi gelmezdi ona. Ne zaman elime bir fırsat geçse takılırdım ona; çayın demsizi, kahvenin kafeinsizi mi içilirmiş, görülmüş şey mi bu!
Bir süre kitap okuduk, ardından laf lafı açtı. Konuşuyorduk fakat Çağan'ın huzursuzluğu da gözümden kaçmıyordu. Sabahtan beridir üzerindeydi bu hal; bahanesi yoktu çünkü sormamıştım. Durduk yere hatrının sorulmasından hiç haz etmezdi, Çağan. Fakat hissediyordum, diken üzerinde olduğunu. Fark ediyordum. Onu biraz tanıyan, onunla biraz sohbet eden biri hemen kapardı bu hissi... Oldukça naif, bir o kadar hassas bir yapısı vardı, kendini hemen ele veriverirdi, bakışları. Hissettiğini hiç saklayamazdı o fakat soranlara da hafif dokundurmalı bir cevap vermekten de kaçınmazdı hani... Ne zaman onun bu, saydam, hassas kişiliğinden söz açılsa kızardı, Arda'ya göre o erkekliğin yüz karasıydı çünkü. Gülerdim bu lafa ben, "haydi oradan!" Diye çıkışırdım. "Erkek dediğin ille, vurduğum vurduk, kırdığım kırdık olacak değil ya! Hatta hiç değil..." Bana göre de, erkekliğin yüz akıydı, Çağan. Yumuşak, güler yüzlü sevecen bir adamdı. Ne zaman gülse, gönlünden iyi niyet dilekleri akardı. Fakat o gün, anlamıştım bir şeylerin ters gittiğini. Kaşları daima endişeyle büzülmüş, kulakları havada, sandalyesinde otururken dahi diken üzerindeymişçesine bir havada...
Yine de bu hissimi içime koyup, konuyu değiştirmesine izin veriyordum. Derste de bahsettiği film hakkında konuşmaya başlamıştık, sorduğu alelade bir soru üzerine. O, filmi güzel ve dokunaklı buluyordu bulmasına ama... her zamanki gibi tam tersiydi benim düşündüklerim. Başta bir komedi filmi olduğunu umarak başlamıştık izlemeye fakat son sahnede kadın karakterin ölmesiyle yüzümüze şamarı yemiş kadar olduk! Bu, hiç hoşuma gitmemişti benim. Bir film, bir kitap veyahut bir dizi, kategorisine bağlı kalmalıydı kanımca. Bir komedi filminde ağlamak kimin aklına gelirdi! Konuştuk biraz, laf lafı açtı ve yine aynı noktaya bağlandı...
Aşk. Kimilerine göre üç harfli koca dünya, kimilerine göre bu koca dünyada anlamsız üç harf yalnızca. Düşünmeye itti bu beni, sordum. "Peki aşk, bu filmde anlatıldığı gibi önce pembe bir gülücük, sonra gece karası gözyaşlarıysa gerçekten var olabilir mi? O zaman aşk, yalnızca zaten var olan ve ismini koyduğumuz duygular bütünü olmaz mı? Bu aşkı yok kılmaz mı?"
"Doğru. Tabii, eğer aşkı zaten var olan bu duygu karmaşası ile açıklamaya koyulursak doğru. Yanlış olan, aşkın zaten var olan duygularla ayrı olmasıdır, asıl." Esneyerek geriye yaslandığında, içimde uyanan bu kıskanç, hayran kadın tırnaklarını çenesinde gezdirdi. "Bu da demektir ki, dar düşünüyorsun!"
"Ah!" Diyerek, kızdığımı belli ettim. İçerlemiştim. "Ah, hayır. Aksine, seninde dahil olduğun milyonların yapamadığı gibi, aşk denen bu dolandırıcı kavramı görmüyor, onu saymıyor, inkar ediyorum!"
"Aşk denen –senin değiminle- bu kavramı inkar etmenin tek nedeni, var olan duygular kümesinden oluştuğuna inanman mı yoksa..." Ona baktım.
"Yoksa ne?" Hevesle ve beni yere sermiş olmanın verdiği yücelmişlikle atıldı. "Yoksa aşk denen bu 'kavramdan' delicesine..." Dışarıdan kocaman, ürkütücü bir ses geldi. "... taparcasına korkman mı?"
Ve kıyamet koptu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Aşka Tapanlar
RomanceKadın ölümdü, Adam ise ölü. • • • NOT: Olaylar ve kişiler tamamen hayal ürünü olup bir distopya kaleme alınmıştır. Olayların gerçek olaylarla bağlantısı sadece benzerlik olabilir. Siyasi ögeler içermektedir, rahatsız olacaklara duyurulur. ...