2

316 40 24
                                    

Saatte baktığımda sabah erkendi. Benim hazırlanıp yola çıkmam gerekiyordu. Saattin erken olup olmaması beni ilgilendirmiyordu. Kendi kendime kaprisler yapıyorum açıkçası. Mesleğimi seviyordum, beni tek mutsuz yapan ise bu kadar uzağa gitmek. Çok saçmalıktı. Sevmiyordum ben orayı. Yada hayallerimi yıktığı için öyle söylüyordum. Elimden bir şey gelmiyordu işte bu zoruma gidiyor. Sen kalk bunca yıl çalış çabala elinden bir şey gelmesin. Yaşım ölmek için daha çok erken. Henüz 26 yaşındayım. Çekim settine yirmi iki yaşlarında atılmıştım. Üniversite arkadaşlarım benim yakışıklı biri olduğumu söyleyerekten bir ajansa fotoğrafımı yolladım. Önce her şey çok güzeldi. Sonradan berbat oldu.
Bana ilk başlarda neden devam etmedin dediğinde.
“Şş sakın lafını dahi etmeyin. Aman kurtuldum. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim. Musallat gibi yapıştı yakama” derdim.
Ta ki, üniversite bitikten sonra aylak aylak dolaşarak set hayatına girene kadar..
Öncelerde çok zor gelmişti gerçi hala zorda. Velhasılıkelam halit bey’in yardımıyla işi sevmeye başladım. Daha sonra tek hayalim bir direktör olarak atanmak. Yılardır bunun hayalini bile kuruyorum. Yazdığım senaryolar, hayal ettiğim her şey de o var. Artık öyle sıradan kurgular yapmıyorum. Gördüğüm her şeyde kurgulayıp, fantezi haline getiriyorum.
Gar dolabımdan elbiselerimi seçerek valizime yerleştirdim. Çok sevdiğim saatlerim, gözlüklerim, yaz için aldığım şapkalar ve en önemlisi de pahalıya hata tüm paramı yatırdığım fotoğraf makinem. CANON birinci kaliteden. Ben bunun üzerine ne hayaller kurardım. Yaz bar, deniz, ağaçlar, güneş batımı, güzel kızların fotoğraflarını çekerek ölümsüzleştirecektim.
Hata bir ay boyunca kursunda eğitim bile aldım. Hüzünle fotoğraf makinesine baktım. Ne kadar acı değil mi?
Bu kadar acı yeter orada çöl diyarları çekerek instagram sayfalarımda  fotoğraf paylaşarak takipçi çoğaltabilirim. Gerçi yeteri kadar var zaten. Maksat muhabbet işi işte.
Valizlerimi bagaja yerleştirip, güneşin sıcaklığı gözümü yakmıştı bile. Alnım buruş buruş oldu. Arabayı ağır ağır hareket halinde çalıştı. Vitesi boşa alıp, gaza bastım.
“Başlasın bu doğu yolculuğu” dedim.
Pek fazla ilgimi çekmeyecek biliyorum.
Yani bildiğimiz Anadolu toprakları. Ana vatan memleketi sevilmez mi!
Gebze’ye vardığımda tırlar sıra halindeydi. Yine sıkı bir trafiğe tutundum işte. Oradan bir saatte sıyrılabilmiştim. Telefonun çaldığını duyunca elime aldım.
“Alo okkan sen misin? Dedi halit bey.
İçimden yok ben değilim cinlerim diye geçirdim.
Bu adam, bu yoğunlukta sürekli kimi aradığını unutur bazen.
“Evet benim” diye yanıtladım.
“Ha okkan sana dediğim gibi asker arkadaşımın evinde ağırlanacaksın. Orada bir haftalığına kal. Sakın evde dinleyim deme! Orada tüm işleri halledeceksin. Sana dediğim yerleri sor araştır, maliyeti pek fazla düşünme. Bir haftaya işim biter bitmez yanında olacağım. Bak dediklerimi unutma harika bir film bizi bekliyor. Eğer bu filmde başarılı olursak senin içinde iyi olur” dedi sıkıcı dolu konuşmalarıyla.
“Tamam” dedim sesimdeki bıkkınlıkla.
Telefonu kapattığımda küfürler sayıp durdum.
“Hay ben sizin filminize bok sıçayım” dedim ama sesimi duyan olmadı.
Yol boyunca tesislerde durup mola vermiştim. Bazen ağaçlıkların içinde rahat nefes almak için dolandım. Bu yol efsane bir yoldu. Sanki kendisini çeken bir şey varmış gibi. Çember gibi uzayıp gidiyordu. Tuhaf olanı ise bu yolarda sıkılmamam. Evet sıkılmamıştım. Hata bir an eğlenceli bile gelmişti. Belki kendimi teselli etmek için öyle diyorum.
Cidden yol güzeldi. Arada durup manzaranın fotoğrafını çekerdim. Bazen gördüğüm tuhaf eşyaları çekerdim. Böyle tuhaf şeyleri çekmek ilgimi uyandırırdı. Ve benim senaryo için kurguladığım sahneler için yarar sağlardı. Belki sanat böyle bir şeydi. Mucize gibi..
Neyse lafı fazla uzatım. Kısacası yolu sevmek için her bahaneyi uyduruyordum. Güzeldi ama benim ilgimi çekmemişti. Gaziantep’e vardığımda yavaş yavaş hayallerin yıktığı şehire geliyordum.
Antik çağlardan kalma evlerle insanları tarihsel açıdan etkiliyordu.
Sahi burası neden böyle tuhaf? Sanki Türkiye ile bağlantısı yokmuş gibi. Yani demek istediğim hakikaten çok ilgi çekmiştim. Güneş batışı burada farklıydı. Hata yaz gelmesine rağmen, patikalarda kuru dallarda çok ilgimi çekmişti. Güzeldi aslında, ilgimi şimdiden çekmişti. Bilecik denen ilçeye girdiğimde beni büyüleyen fırat köprüsünün üzerinde hayranlıkla baka kaldım.
Allah’ım böyle yerlerde var mıydı? Diye düşündüm.
Harika perfect. Sadece susarak saatlerce Fırat nehrini izleyebilirdim. Yeşil suyuyla dikkat çekilmesi, ağaçların etrafında çember olması harikaydı. Bu anı yakalamam gerekiyordu. Bir sürü fotoğraf çektikten sonra annelerin yanında olan esmer çocuklarla fotoğraf çektim. Şaşırtıcı yanı ise ineklerin ulu ortada dolaşmasıydı. Ve bu benim ilgimi çok çekmişti. Esmer insanların kültürel yaşamı. Bu beni sıra dışı yaptı. Düşündüğüm zaman, hiçte zannettiğim gibi değilmiş. Aksine etkilendim. Görkemli manzaranın rüzgarına kapıldım. Burada bir ömür boyu huzurlu bir şekilde yaşayabilirdim ama nerde..
Birecik’te nihayet ayrılabildim. Durmadan arayan halit beye sinir oluyordum. Sanki yolumu unutacağım, gerçi unutsam bile teknoloji diye bir şey var. Adamada acıyorum böyle toplumda uzak yaşamak onu sıradanlaştırmış. Yok bilmiyorum asker arkadaşım sana yardımcı olur, yok bilmiyorum seninle ilgilenir. İlgilenmesin kardaş. Sanki aç kalacağız.
“Sanki o olmadan oracıkta kaçırılacağım. Kim beni başına bela eder.” Diye söylendim.
Sinirimi harbiden bozmuştu. Dişimi arada sıkar yolda gördüğüm arabalara küfrederim. İşte medeniyet. Tam karşınızda ben! Hiç bir zaman duyarlı olmamışım. Yani konuşmasam içimde sayarım. Ve bu bana çok iyi geliyor, elimde değil kardaş.
Ankara çocuğuyuz, olacak o kadar. Kibarlık bize yakışmaz valla sette öylelerini görüyorum ki zannedersin leydi. Adam olun biraz, nedir böyle canımlar, cicimler.. harbiden ninemin dediği gibi akılarını peynir ekmek yemişler.

Şanlıurfa’ya giriş yaptığımda gece geç saatleri geçmişti. Öyle yorgundum ki arabayı durdurup uyumak geldi içimden. Bir yandan esniyor, bir yandan ayakta zor durabiliyordum. Halit bey’in aramasıyla birden gözlerim açılıverdi. Valla bu adamda nasıl bir derece varsa şap beni uykumu götürmüştü. O yetmezmiş gibi kendime geldim. Bir kahve içseydim bu kadar kendime gelmezdim.
“Okkan, yetişebildin mi?”
“Allah razı olsun yetişebildim. Dualarınız eksik olmasın” diyerek sırıttım.
“Haylazlık yapma! Neredesin?”
“Urfa’nın girişindeyim.”
“Tam olarak yerini söyle”
“Bir petrol var. Dur ismine bakayım”
İsmine bakarak söyledim.
“Tamam oradan ayrılma istop et”
“Tamam”
“Birazdan seni almaya gelecek asker arkadaşım”
“Bekliyorum hadi “ diyerek telefonu kapattım.
Beş dakika geçmiş ve yirmi dakika olmuştu. Ben uykunun muhabbetine bir girip, birde uyanıyordum. Uykusuzluk ne zor arkadaş. Yarım saat sonra bir araba önümde durdu. Bir kaç dakikanın ardından kovboy gibi arabalar peşi peşine takıldı.
Bu ne arkadaş, yoksa bunlar eşkiya terörist falan mı? Allah yandım. Deyiverecektim ki bir adam arabadan indi. Ben o sıra tedirgin bir şekilde bakınıyordum. Korkmuyordum tabiki de işte şimdi gel bunları döv mahkemesiymiş, davasıymış uğraşamam.  Ne yapabilirler ki? Ölmekten hiç korkmazdım. Şimdiki ise farklı bir meseleydi. Arabalar peşi sıra durduğunda ağzım açık baka kaldım.
Ne lan bu
Terör saldırısı falan mı bu? Anlamadım ki arkadaş.
Telefonun sesiyle elime aldım.
“Geldiler mi?” Dedi halit bey.
“Valla geldiler eşkiya gibi geldiler.”
“Tamam o seninle konuşur bak dediğim gibi. Burada yarın bir toplantı düzenleyeceğim hallettiğim gibi oraya gelmek için hazırlanacağım. Sende elinden geleni yap” bu kaçıncı söyleyişiydi bilmiyorum hesap edersek kafamda bir milyonu geçiyordu.
Telefonu kapatır kapatmaz dışarıya çıktım. Umursamaz bir tavırla kaşımı havaya kaldırdım.
“Oo hoşğeldin oğaan bey” bu şiveli sesi bana komik gelse  benim adım okkan, oğaan değil. Diyemedim işte, kendi haline bıraktım. Elini sıkarak.
“Merhaba yusuf’tu değil mi?”
“Hee hee Yusuf”
“Anladım” diye mırıldadım. “Memnun oldum nasılsınız?”
“Eyeğ valla sez nasılsınız”
Ondaki şive hiç rastlanmadığım bir şiveydi. Urfa değil, mardin’de değil hata Türkiye’de ilkti. Uzun boylu iri yarı pürüzsüz sakalarıyla ilginçti. Takım elbisesinde çok tuhaftı. Kırmızı ve benekli en son bunu bir Amerikan moda dergisinde görmüştüm, daha sonra hiç rastlamadım. Yanındaki adamlarda bir tuhaftı. Hal hatır sorduktan sonra takip etmemi istedi. Düz yoldan ilerlediğimizde dar mahallelerde sıyrılıp bahçeli bir evin önünde durduk. Gece olduğu için pek fazla göremiyordum. Güzel kültürlü bir ev olduğu kesindi. Kovboy arabaları hepsi sıra halinde park etmişlerdi. Yusuf bey yanıma yaklaşıp kibarca

“Buyrun buyurun içeriya gireğ” dedi şiveli sesiyle.
Başımı olumluca salladım. Uykusuzluktan başım dönüyordu. Bir an önce yatmak için çırpınmıştım. İçeriye girdiğimizde bahçeden büyük bir odanın içine girdik. Yelpazeli lambalar açıldığında Her şey karanlık gibiydi gözlerimin önünde. Görmek için gözlerimi kocaman açtım. Kültürlü şehirde kültürel yaşam konforu sunmuştu adeta. Geleneksel koltuklar ve yanında yerde oturmak namına sedirler indirilmişti. Hayatımda ilk defa böyle bir oda görmüştüm. Hem kültürlü, hem de zengin işi gibiydi. Sahi bu adam nasıl bir adam diye bakındım. O sıra birisine seslendi.
“Hele bir kahve getirin” dedi.
Eliyle oturmamı işaret etti.
Koltuğun üzerinde oturdum ve uykunun verdiği etkiyle esnedim. Yusuf bey’in yüzüne baktığımda hakikaten temiz yüzlü, sıcak bakışları vardı. Kahveler geldiğinde içtim ama nafile uyku beni bu gece tutsak alacaktı. Neyseki bunu fark eden Yusuf bey odayı hazırlamasını söyledi.
Beni odama götürmem için eşlik etti. Bende o sıra ondan iyi geceler diyerek odama geçtim. Büyük odanın içinde çift yataklı, yanında bulunan abajurlar, duvarıda asılan modern kültürlü tablolar hepsi gözümü kamaştırmıştı adeta. Tıpkı balayındaki silueti gibiydi. Yanıma baktığımda valizlerimi bile getirmişlerdi. Yatağın üzerinde yüzükoyun uzandım. O kadar uykum vardı ki, hemen uyuyuvermiştim.

Sabah alarm diye ayarlamak istediğim, bir türlü buna fırsat vermeyen telefonum çalıyordu. Bunun kim olduğunu ve neden aradığını biliyordum. Halit bey.. bu adam var ya Azrail’e damga vuracak biridir. Rüyalarımın katili, senaryolarımın katili ve cinlerimin tepesi.
“Alo” dedim yatağın üzerinde uzanırken.
“Sen hala uyuyor musun?”
Ne yapayım, kalkıp Urfa usulü halay mı çekeyim diye fısıldadım.
“Ne! Sen ne diyorsun orada?”
“Uyandım hazırlanıyorum” dedim dişimin arasında.
“Sana dediğim görevleri hemen halet” diye uyardı yine. Bu beni çıldırtmıştı. Yani yapmasam bile o sesin bana yapmaya meyil edecekti.
Odanın içinde bulunan banyoya girdim. Duş alaraktan, rahat bir kont pantolon üstünde ise beyaz bir tişörtle tamamladım. Daha yeni aldığım markalı spor ayakkabımı giydim. Saçımı hafiften düzelterek şapkamı giydim. Buralarda kuru bir sıcaklık vardı. Gözlerim buna karşı çok hassastır ve aynada sarıya kaçan göz rengime baka kaldım, bal gibiydi. Gözlüğümde sır çantama koyup Olmasa olmaz kameramda yanıma aldım. Ona bakınca huzur buluyordum. Sanki iç organlarımdan bir parça gibi. Eğer ona bir şey olursa gözlerim sonsuzluğu veda edebilirdi. Sabah erken olduğu için kimse uyanmamıştı. Tabi uyanmayacaklar, benim patronum gibi başlarında yoktu ya. Kendime bazen acıyorum, bu işkenceye katlanmak harbiden zordur. Ne yapalım ekmek parası işte. Kapıdan çıktığımda, dar koridordan bahçeye indim. Henüz güneş yeni doğuyordu. Bahçeye baktığımda çeşit çeşit çiçekler, güller, bir kaç ağaç bulunuyordu. İlk defa böylesi bir çiçekler görüyordum. Sabahın horozları yeni ötüyor, kimine göre kuru gürültü gelse bile aslında kulağa yumuşak bir hava veriyordu. Çiçeklerise pek bakmam ama Hayır! Pek fazla çiçekle ilgilenmem ama fotoğrafçılıkta iyi bir gözlemci olmuştum.
Dışarı çıktığımda Harika sanatlar, harika dekorasyonlar beni büyülüyordu adeta. Sanki marsa ayak basmak gibi bir hissti. Dar sokak eşiliğinde, kapalı çarşıların yoğun aktif halleri beni büyüledi. İnce dokular, el yapımı sanatlar inanınki böyle aşkla yapan dokularla hiç rastlamadım.
Siyah çarşaflı kadınlar, renkli pullu kızlar şaşırdığım yanı ise Arap kültürü gibi giyinen adamlarda bulunuyordu. Sahi burada Araplarda mı var? Başlarındaki kırmızı eşarpla ve giydiği beyaz uzun elbiseyle İskoç kültürünü anımsattı. Tabi gizliden habersizce onların fotoğrafını çekiyordum. Çünkü habersiz çekilen bir fotoğraf her zaman kaliteliydi.
Şimdi biri bana patronun Halit bey burada olduğunu söylese, canımdan çok sevdiğim bu kamerayı balıklı gölün içine atardım. Evet atardım. Çünkü onun vaizlerini dinlemektense kameramı feda ederim daha iyi. Elimde fotoğraf makinasıyla çektiğimi ve vurdumduymaz bir şekilde gezdiğimi görse canımı okurdu.
Bana verilen görevleri bir bir kurgulayıp senaryolardım. Nerde nasıl çekim olacağını gerçi daha bitmemişti. Bunun için bir haftaya ihtiyacım var. Çekimler nasıl olacak, hepsini ya bir deftere yada bir pdf’ye aktaracaktım. Çok çalışmam gerekirdi. Halit bey gelemeden hepsini halletmem gerekirdi. Tabi bu şehrin kuytu köşelerini öğrenmem gerekecekti. Teknoloji bile bu konuda bana yardımcı olmayacaktı. Kendi başıma halledecektim.
Balıklı göl civarında bir kebapçıda oturdum ve güzelinden bir kebap yedim. Kebabı memleketinde yiyeceksin ki zevk almayı bileceksin. Bunun üzerine tuhaf bir içecek ikram edildi. Adı mırra diye anılıyor. Mırrada harbiden mırra içimi yaktı. Resmen o kadar tatlıydı ki dilim yandı. Tabi mecazi anlamda söylüyorum. Şöyle bir çevreye baktım. Sandığım gibi kötü değilmiş ya. Hata eğlenceli bile bulmuştum. Herkes bana karşı bir ilgi içerisinde bir an acaba ünlü müyüm diye düşünmedim değil.
Hadi len ben ünlü olmak işte böyle düşüyordum.
Bu gidişle hep halit beyin yönetimi altında ezilerek geçirilecektim. Ne tuhaf ki buna boyun büküyordum. Oysa ben hiç böyle biri değildim. Hayaller insanı bambaşka yapıyormuş bunu öğrendim.
Bir yandan fotoğraf çekerken, bir yandan dar caddelerde kalabalık arasında yürüdüm. Arada düşündüğüm konu ise burada neler vardı. İnsanı büyülediği şehri mi, ya da konuları insanları çok mu etkiliyordu.
Şehiri dışardan izlediğinde cana yakın, samimi ve hoş insanlardı.  Şu an arabamı yanıma almadım diye bir an pişmanlık duydum. Ara caddelerde yürürken çarşaflı kilolu kadınların arasında geçiverdim. Çarşaflı kadınlar ilgimi çekmiyordu ama şu pullu kaftanlar giyen kızlar beni bi hayli şaşırtmıştı.
Hata ne yalan şöyleyim çok gösterişli havalıydı. Yani ilgimi çekmişti. Balıklı gölün dar kapalı caddelerinden çıktığımda rahat nefes aldım. Dar olduğu yetmezmiş gibi arabalar, motosikletler geçiyordu. Nasıl bir yerdi anlayamadım ki?
Bir tabloya bakarken aniden gözüm birine daldı. Ayaklarım yerden kesildi dedikleri bu olsa gerek. Hayatımda gördüğüm ilk ve son biriydi.
Uzun boylu narin vücuduyla, bir o kadar dik duruyordu. Siyah gözlerinde çekilmiş sürme ve giydiği altın pirsinkle hakikaten ağzım açık kaldı. Esmer bir teni, ince dudakları, narin bir yapısı, dik duruşu beni baştan çıkardı. Oda bana bakıyordu. Ya da öyle zannediyordum. Çünkü böylesi bir güzellik bana bakacak mıydı?
Sanki farklı bir şey seziyordum hiç hissetmediğim bir şey.
Başını sağa sola kaydırdığında bir tutam saçı gözlerinin önüne düştü. O saçları beni öylece donuk bıraktı. Onu hep öyle hayal edere, düşlerimin prensesi olarak tanıyabilirdim. Cazibesine yenik düştüm. Acil bir şekilde fotoğraf makinesiyle bir kaç fotoğrafını çektim.
Tam bir poz daha yakaladım ki başını bana doğru çevirdi.
O narin kızın yüzünde öyle bir asi tavır belirlendi sanki gözleriyle beni dövüyormuş gibi.
Ben ondan dayak değil, bir öpücük hiç fena olmazdı. Bir anda yüz ifadesi değişti. Sevgi dolu bir bakıştı bu. Bana bakarak Yürümeye koyuldu. Giydiği uzun elbisesinin arkasından baktım. Tekrar başını çevirdi. Sanki hadi gel der gibiydi.
Tabi bunu değerlendirmek isterdim ve hemen peşinden gittim. Bu sefer ben bir kadının cazibesine yenik düştüm. Ne olacağını bilmiyordum,  sanki o cehenneme gitse onunla aynı şekilde giderdim. Bu nasıl bir duyguysa artık onun için cehenneme gitmeye razıydım. Bakalım beni nereye kadar sürükleyecek? Nasıl bir oyuna geleceğimi bilmiyorum. Tek bildiğim burası batı değildi. İnsanlarıyla birlikte yaşamlarıda farklıydı.
Hiç zannetmediğimiz gibi...


Gizli aşk bahçesi (TAMAMLANDI) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin