27

49 6 1
                                    

Bir kaç muayeneden sonra çıkış belgemi almıştım. Şimdi daha iyiydim. Çantamı toplayıp kapalı olan telefonumu açtım.  Elliye yakın arama mesajlar vesaire.
Okkan beni çok aramış mesajlarına bakıp tebessüm ettim. Onu o kadar özlemiştim ki?  Beni yalnızca o ayakta tutuyordu. Ona olan sevgim olmasaydı, Belkide ölmeyi daha çok arzulardım.

Onun yokluğu her halde beni deliye çevirir.. Biraz olsun bile kendimi iyi hissediyordum Belkide iyi değilim.. Ne hissettiğimi bile bilmiyorum,
Tek tuşla okkan’ı aradım.
İlk aramada açmamıştı, ben onun numarasına baka kaldım. Neyse sonra ararım diye düşündüm.
Hala beynimde annemin o son sözleri geçiyordu. Gözlerimi kapadım çok eskilere daha bir avuçken, kendimi bilmezken o ıssız toprakların kurumuş son baharın ayazına doğru yol aldım.
Sanki gökdelenin üstündeydik ve bir anda çöktü üzerimize kara bulutlar, bizde şimşek olup oraya buraya çarptık.
Ne için sarsıldık? Kime yıldırımı çaktık bilmiyoruz.
Sadece üzerimizde eksik olmayan kara bulutların içinde yer aldık. Babam gitmeden önceki zamanlar beni kucağıma alıp saçlarımı okşardı ve hep bana güzel narin kızım derdi.
Bir gün elime kına yakmıştım, koşarak babamın görmesini istemiştim o günü hiç unutmuyorum. Bana şöyle demişti “bu kınayı eline sürme eğer sürersen bu ayrılacağımız anlamına gelir”

O zaman ne dediğini anlamamıştım. Genç kızlar evlenmeden önce eline kına yakarlar ve ailelerinden ayrılırlar. Çok geç anlamıştım ama keşke o kınayı elime yakmasaydım. Belkide o kınayı yaktığım için her şey bu hale geldi?
Hep o günü hatırladığımda eskiden kendimi suçlardım. Baba ben evlenip senden ayrılmadım, ben sadece saflığı ifade eden kınayı elime yaktım. Sen zalimce düşünmüşsün ve zalimliği sen yaptın?
Ben yalnızca kına yaktım sen ise beni, bizi terk ettin.

   

                        ***
Gökyüzünün zifiri karanlığına baktım.  Bu gece ne kadar da kötü bir geceydi. Her şey herkes beni boğuyor gibi.
Üstüne üstün Şanlıurfa’da son çekimleri yapmam gerekiyor kaç gündür uyku tutmuş ki çekim yapayım.
Her ne kadar halit bey, beni ikna etmeye çalışsa bile kendimi otelin pervasız köşelerinde kaçamak yapmıştım.
Son sigarayı içime çekip kaç nikotin tükettiğimi hesap edince ortaya karmaşık bir hesaplama çıktı. Kısacası üç paketi boylamıştım ama sıçtığımın paketlerin ortaya koyduğu rahatsızlığı beni deliye çevirmişti.
Kendimi çok yıpranmış hissediyordum, bir de halit beyin sakalımın uzamasını bahane edip tüm ekibi durdurmuştu.
Ne sakalmış içine sıçayım.
Çok gergin ve sinirliydim, herkes benim bu halimi merak ederken ben yalnızca hastanenin ıssız bir köşesinde bekliyordum.
Nedeni biri vardı, o kişi çok yakınımdaydı fakat çok uzakmış gibi. İkinci katın 365 odada ruhsuz bir şekilde uyuyordu. Kaç gecedir onun uyanıp bana sarılmasını beklerken şekham yalnızca sayıklaya sayıklaya uyuyordu.
Bir anne, bir dayı diye sayıklıyordu peki ben?
Beni hiç düşünmüyor muydu?
Onu o kadar severken, onun için her şeyimi feda etmeye hazırken neden beni arama gereği duymuyordu.
Bu kadar karmaşa içinde ben ona muhtaç, o ise bana ihtiyacı vardı.
Kafayı yiyecektim. Ah Arap kızı, her şey güzel gitmeye başlarken böyle birden bire aramıza uçurmaların girmesi hiç iyi olmadı.
Sana alışırken, seni delicesine severken uzaklaşman hiç olmadı.
Odanın karanlık köşesinde onu izlemeye başladım, biliyorum şu an hiç iyi değilsin.. Annen yoğum bakımda güçlü olman gerekecek bir şey yok. Bana annem olmazsa ben yaşayamam demiştin, gerçekten de annen yokken sen bir ölü gibisin.
Şu an bunu çok iyi anlıyorum. Ruhsuz bir beden gibi yatağa kıvrılmış kendini ölüme teslim etmişsin.
Oysa ölüm senden çok uzak ve senin ne kadar çırpındığın belli. Biraz olsun beni düşün Arap kızı.
Sandalyeyi onun yanına çekip başucunda oturdum. Saçları tüm yatağı kaplamış sarmaşık gibi yastığını örtmüştü.
Elimi saçlarına verip okşadım, göz yaşlarım birden saçlarına kurumuş bir çöl gibi dökülüverdi.
Eskiden böyle şeylerin bir masaldan ibaret olduğunu sanıyordum, hiç düşündüğüm gibi değilmiş aslında hepimiz birer bir masaldık.
Sadece bazılarımız mutlu biterken bazılarımız hüzünle nokta buluyordu.

Seninle ben ne olacağız Arap kızı?
Hiç düşünmedin mi biz ne olacağız. Uyan şekham.

“seninle sonumuz ne olacak bilmiyorum.. Gitme ne olur.. Sensiz yapamam..” dedim kısık bir sesle.

Odanın içinde bizden başka kimse yoktu ve bu benim için güzel bir fırsatı. Bu sefer eğilip yanağına küçük bir öpücük verdim.
Seni sevmek ne güzeldi şekham, tıpkı sonsuzca yaşamak gibiydi. Her gün rahat huzurlu yaşamak seni sevmek.
Seni sevmek ne büyük mutluluktu, lütfen yazık etme bize yanımda kal.

“sana her baktığımda yalnız olmadığımı bana hatırlatıyorsun, bana mutluluk huzur veriyorsun. Beni yalnız bırakma!” diye söylendim elini tutup avucunun içini öpüp öylece baktım.
Hastanenin farklı kültürünün taşıdığı halde, dolup taşıyan bu karmaşa şehirde artık benim için hiç anlamı kalmamıştı.

Oradan usulca uzaklaşıp toz duman olan dar caddelerden, ilerleyerek kapalı çarşıların turuncu ışıkların altında gökyüzünün derinliklerine dalıp gittim.
Bu gece gökyüzü o kadar yalnız ve hissizdi ki sadece içine bir yıldız sığacak kadar dardı. Sanki yıldızlara darılmış ve kendi iç dünyasında yaşıyordu.
Orada olup dünyanın büyüklüğünü izlemek ne müthiş bir şey olurdu.
Oysa bir film çekerek büyük bir yıldız olacaktım ama bundan o kadar memnun olmayacağımı biliyordum.
Eskiden bunun hayalini kurarken, şimdi tam da içindeyken geri çekilme arzusu vardı içimde.
Bunu yapamazdım, bunca emeğime yazık edip kendimi dört duvar arasına mahkum edemezdim.
Bunca emek bir efsunmuş gibi kendimden silkip bir kenara atamazdım!
Halit bey, benim için ne kadar emek verdiği ortadaydı onu öylece ortada bırakmazdım.
Bu şehir şekha’nın dediği gibi samimi bulunmuyordum.
İnsanlar arasında çok farklı, yabancıydım. Beni kim görse bir turist ve ya bu memlekette olmadığımı açık açık söylüyorlardı.
Hem şekha ömür boyunca benim olabilecek miydi?
Beni sevip sarmalayacak mıydı?
Arabayı atmış derecelik bir hızla dönüp Halit’in yanına gitmeye niyet ederek uzunca düşündüm.
Aşk mı daha güçlü, yoksa hayaller mi?
Öylece düşünüp şehrin dar caddelerden, yoğun trafiğine karışarak öylece düşündüm.
Pişman olabileceğim bir şey yapmak istemiyordum, fakat çok çaresizce düşünüp durdum.
Bir an önce bu filmi çekip bir kenarda uzunca dinlenip düşünmek niyetindeydim.
El-ruha otelin arkasında olan çay bahçesi halit bey’in beni orada beklediğini biliyorum. Sabah bana mesaj atmıştı ya son görüşmemiz ya da yeni bir adım görüşmesi demişti.
Çünkü benim bu halime en çok onu sinirlendirmişti. Her şeyi idare ederken ne olduğunun farkında değildi.

Neler yaşadığımı öğrenmek istiyordu. Haklıydı.
En az onun hakkı vardı, çok yanlış bir yola sürükleniyordum, farkındaydım. 
Çay bahçesinde öylece çay içip beni bekliyordu halit. 
Daha bir saat öncesine buraya gelmemeye niyetliydim, hata bir daha asla film çekmeyecek yönetmen olma hayallerinde kenara atmıştım.
Bir dönüp baktığımda peki artık ne amacım kalır bu hayatta?
Bir şey beni buraya getirmişti ben bile tahmin edemiyordum. Bırakacaktım siktiğimin oyunculuğunu ama halit bey’i böyle ortada bırakamazdım, bu çok yanlış olurdu. Yıllarca oturup kalktığın
adamı yüz üstü bırakmazdım. Benim gibi kendini adam gibi adam gören erkeğe kalleşlik yakışmazdı.
Belkide kendimi böyle teselli ediyorum yavaş adımlarla kır saçlı hayran kaldığım adama yürüdüm.
Şunu fark etmiştim bir işi severseniz birinci hayranınız, özendiğiniz patronunuz olur.
İşte benim patronum adam gibi adam olan patronumun yanına oturdum. Gözleri şunu söylüyordu ‘beni yüz üstü bırakmayacağını biliyordum. ’
Bana minnetle bakıyor ben ise ifadesizdim.
Belkide ben bu masaya oturduğumda olmayan, yanında olmak istemediğim ailemi Belkide en önemlisi aşkımı arzularımı hiçe saymıştım.

Burada kimin ne payı vardı onu bile bilmezken, hala bir şeyleri düşünmekte net değildim.
Bir aktörün, hayatının tamamen değişeceği artık onu eski bir hayat beklemediği düşüncesindeydim.
Acaba tüm aktörlerde görülen bir şey miydi?
Yeni girişimcilik, deneyimde hep bir frene basma içgüdüsü vardı içimde.

Bir tek ben mi bu kadar etkisinde kalmıştım. Bu film bittiğinde bir sürü teklif alacak etrafımda menajerler çok ileri gidersem dışarı çıktığımda etrafımda korumalar bulunacaktı. Ben araba sürmeyecek limuzinli bir arabanın içinde hep dışarıdaki hayattı izleyerek geçirecektim. Bu kadar işkence yeter! Ben böyle bir hayatı asla hayal etmiyor, hata hayal etmesi bile bana işkence gibi gelmişti.

“evet söyle oğlum” dedi halit bey.  ‘oğlum’ kelimesi beni derinden etkilemişti. Babam öleli yıllar olmuştu ve ben kimseyi ona baktığım gibi bakmadım, bakmak istemedim.
Şimdi halit bey’in babama baktığım gibi bakabilmeyi başarmıştım.
Bu gece bana çok tuhaf şeyler oluyordu.

“bu film çektiğimizden beri” diye başladı gözlerime uzunca baktı “sende olmayan bir beden var gibi bu bir felaket.. Bu.. B-u düşünülür gibi değil.. Sana ne oldu? Yeni ergenliğe girmiş bir çocuk gibi davranıyorsun. ”

“halit bey” dedim kelimelerin ardında saklanmış sır gibi. Çürük bir beden gibi yanında zayıf kalmıştım. Çay bahçesini dolduran nargile kokuları temiz havaya karışmıştı. Her nefes aldığımda daha fazla nikotin tükettiğimi hissediyordum. “ben sizin istediğiniz büyük şöhret sahibi limuzin arabalarına binmek istemiyorum. Ben sıradan çok sıradan bir hayat istiyorum, bir aktör gibi oynayarak insanlarını gözünü amansızca boyamak istemiyorum, kamera arkasında tüm sorunları haleden tüm projeyi gerçekleştiren biri olmak istiyorum.
Hep şunu düşünürdüm tüm ekibi siz yönetip projeyi gerçekleştirirsiniz ama ödülü, övgüleri, fazlasıyla değeri sadece aktörlük yapan biri alır.
Bu kadar emek verirken sizin perde arkasında bir kahraman olmak istedim. Çok değil, bir gezegeni dünyaya çevirmek isteyen astronomi olmak değil niyetim.
Bir çölü bir il veya şehire çevirmek istiyorum. Hayalleri umutları olan kişileri şehrimde görmek istiyorum” dedim. Kelimeleri bir araya getirmekten zorlamıştım.

“anlıyorum” dedi bir süre susarak bir sigara yaktı.
Öylece gökyüzüne bakakaldım. Hala bir yıldız göremiyordum sanki bana bir derdi varmış gibi. Kendimi gökyüzü kadar yalnız hissediyorum.
Çay bahçesi giderek yoğunlaşan esmer tenli insanların kahkahalarına karışıyordu.
Gençlerin nargile çekerek ortalığa şakırdattığı neşeleri beni kendimden geçiriyordu. Amansızca bakıp sigaranın dumanına karışıyordum.  Sahi ben dördüncü pakete geçmiş miydim?
Allah belamı versin evet!
“fedakarlık” dedi halit bir anda.
“dışarıdan bakınca çok harikulade görünen yönetmen olmak böyle bir şey oğul.. Hemen pat diye olunmuyor.. Emek lazım.. Güç lazım.. En önemlisi de akıl lazım.. Hah ben kendimi hazır hissediyorum yapacağım diye bir şey yok.. Bunun öyle gidip yıllarca okuyup, mastır yapıp sonra kademe kademesi de yok.. Belki bilmek okumak bu işin basitliğine kaçar ama fedakarlık emek farklı bir şey.. Onu hissederek yapmalı yaşamalısın. Onu bir iş olarak görmemeli birer bir hayat ve o hayatın aslı senin olman.
Eğer orada biri ölürse kendin ölüyormuş gibi hissetmen.. Fakat..” diye duraksadı. “senin hissettiklerin bambaşka bir şey.. Şu an gözerinde neyi görüyorum biliyor musun?”

diyerek kaşlarını çattı halit bey. O an korku içimi sarmaladı bunu kesinlikle fark etmişti.  “Her ikisini istemediğin..
Yalnızca kapana kısılmış gibi hissediyorsun.. Birine çok bağlanıp ondan kopmaktan korkuyorsun.. Hepimizin başına gelen şeyle oğul” diyerek öylece uzaklara daldı.

Bunu fark etmişti. Bu adam ya çok fazla zekiydi, ya da insanları analiz edebilme yeteneği vardı. Belkide işinin verdiği bilgilerden ibaretti. Her halinden zekiydi halit bey.

“ne!” dedim “ne demek istediğini anlayamıyorum? ”

“bunda anlaşılmayacak bir şey yok.. Hissettiklerin bir arzu istek.. Sen sevgiyi aşkla karıştırmışsın oğul!
Sevgiyle aşk arasında çok fark var. Sevgi hayran olup tutkuyla bağlanmaktı, sonra saplantılı hale getirip bir düş görmek.. Oysa aşk evrenseldir, sonsuza dektir”

‘şuna bak dedim içimden şurada işi gücü bırakıp aşktan bahsediyorduk.’ Biraz tuhafıma gitmişti. Zaten beni bu hale getiren aşk değil miydi? Neden bu kadar yabancı geliyordu?

“bir adam devlet padişahlık kurar, bir kadın padişahı yakar devleti yıkar” dedi amansızca “benim bu sözlerim kulaklarına küpe olsun.. Hayallerinin içindesin tam o noktadasın kimsenin yıkmasına izin verme? Bir gün pişman olup hem devleti hem de padişahlığı kaybedersin. Sonra uğruna bıraktığın padişahlığı bulamasın. Bir çöp varilin köşesinde kala kalırsın” dedi sesindeki ciddiyetle.
Bu konuşmalardan pek anlam getirmemişti bana, ama ne demek istediğini gayet iyi anlıyordum.
Bu yönetmenimiz halit bey çok çakaldı. Resmen beni kitap gibi okumuş sonrada bana beni anlatıyordu.
Oysa onun beni okumasını değil şekha’nın beni okuyup beni bana anlatmasını isterdim. Çok büyük bir hayalle kapılmış kendimi kaybetmiştim. Benim hayalim bir kadına aşık olup ona tutkuyla bağlanmak değildi. Benim bambaşka hayallerim vardı, bunu bu gece daha iyi anlıyordum.
Benim aşkım sıradan geçicidir.
Her halit beyin gözlerine baktığımda, aslında çok genç olduğumu hala bir boku bilmediğimi daha iyi anlıyordum.
Aşk benden uzak bir şeydi ve ben sürünerek kendimi o yanan alevlerin içine atmış kaybetmiştim. Halit bey’in dediği gibiydi benimki sadece sevgiden ibaretti. Bu bir arzu istek ve ya saplantıydı. Aşk böyle bir şey değildi, aşk evrenseldi.
Galiba ben vazgeçmeye kendimi o kapana kısılmışlıktan çıkacak gibiydim. O müthiş diye bildiğim duygular, bana acı vermekten başka bir şey yapmıyor.
Şekha desem uykudan uyansa beni tanıyabilecek mi? O kadar sorunun içinde bana hiç yeri yoktu.
Şu an kendimi önemsiz ve yapyalnız hissettim.
Ben onun için yanıp tutuşurken, kendimi o alevlerin içine atarken ben yokmuşum gibi davranıyordu. Yoksa ben onun için hiç yok muydum?

                                  ***
Annemin bana verdiği bilezikleri altıncıda bozduracaktım.
Tek birikintimiz olan bu altınları ne emeklerle biriktirdim.
Hep yanımda bulundurup zor zamanlarda bozduracaktım. Oysa güneşin sıcaklığı altında alnımdan terler akarken gözlerim şiş şiş boğuklukta kalıyordu bu parayı kazanırken.
Bir kuru ekmeğe muhtaçken kendimizi toparlamak çok zaman almıştı. Sonra onun bunun kölesi olarak yaz kış demeyerek çalıştım. Geriye restore edilmiş eski bir arsa, ve şu iki bilezikten ibaretti. Tarlada kızgın güneşin altında çalışırken ter muzda bulunan suyun kaynayana kadar içip durdum bu para denen ilet için.
Kazma kürek vurup öğle arasını iple çekerken, bir yemeği bulmazken, su ile karnımı doyurduğum günlerin hatırları hala içimde bir burkulma olarak kalmıştı.

Yıl boyunca biriktirdiğimiz para ile arpa ve buğday aldığımız o hararetli kışın soğuk ayazında annemin çığlıkları içinde koştum.

Merdivenin altında indirdiğimiz buğday ve arpanın içine böcek fareler dolmuştu.
Tek yiyeceğimiz olan buğday arpa gitmişti. Oysa hiç girmezdi oraya böcek fare. İşte bu işin içinde köy akraba dediğimiz o yobazcılar vardı. Sözde annemin büyü yaptığını söyleyip günah derlerdi. Onların işledikleri çok hayırmış gibi.
Ah çıldırsam yeridir, neden durup durukken bu kötü anılar zihnimde dönüp duruyor.
Altın bilezikleri bozdurur bozdurmaz, anneme ilaç almak için eczaneye koştum. Sonra hastaneye giderek en son evin yolunu tutum. Mahalleye girdiğimde o kötü gün, gözümün önünde canlanıp durdu. Annemi ambulans almıştı ve annem ruhsuz bedeni ambulansın içinde ruhunu teslim etmiş gibiydi.
O an korkudan bedenim kendini boşluğa bırakmıştı.

Aklıma geldikçe kendimden geçiyor bir süre kendime gelemiyordum. Giriş kapısına vardığımda göz yaşlarımı tutamadım, iki ay öncesine kadar bu eve geldiğimizde ilk gün çok mutlu olacağımızı umut etmiştik.
Şimdi birer harabeyiz aslında biz hiç mutlu olmadık, o ümide kapılıp hep kendimizi mutluymuş gibi yapıp biz birer mutsuz umutsuz insanlardık.
Şehirin geneline baktığımda kimsenin bu hayatta mutlu olmadığını anlayabilirim.
Kuralların olduğu, şeriatı yaşıyormuş gibi yapıp hafızlık muamelesi yapan sahte yüzlerle doluydu.

Bu şehirde kimse mutlu olmazdı, mutluymuş gibi yapardı bizde hep böyle yapardık.
Sahte yüzlerin, sahte şehrin insanlarına kandık. Burada mutlu olmak biraz uzaktı, biz ise hiç yürümeyi başaramadık.
Sahte maskeleri takıp kültürün izinde yürüdük ama sonuç ise hep başarısızlıkla sonuçlandı. Seyirciler bir kaç kişi alkış çaldı  diye diğerlerinde alkış zorunluğu uyguladılar. Zaten bizi aldatan buydu.
Evin içinde dört dönüp uzun holden büyük odaya ortalığı ayna gibi parıldatan annemin ayak izleri vardı. Ölüm burnun ucundayken bile kendini yoğun işin temposuna vermişti.

Kirli çamaşırları makineye koyarak çalıştırdım. İki saati bu evin içinde kafamı dinlenerek geçirecektim. Aslında kafa dinlemek denmezdi ona kafa yormak denirdi. Kalabalık sohbetlerin içinde bu biraz zor olurdu. Odamın karanlık perdesi çekilmiş yatağımın kenarında katlanmış temiz elbiselerim duruyordu.
Annem, hastaneye girmeden önce elbiselerimi yıkayıp katlamıştı, odamın her köşesini deterjanla temizlemiş oda çiçek gibi kokuyordu.

İlk defa içimde o kuşların ötüştüğü o duyguya kendimi kaptırmıştım. Aşkın kutsallığına kendimi vermiş, o muazzam duygunun içinde sevinç  çığlıkları içinde kaybolmuştum.
Yavaşça elimi odanın her köşesine gezdirip kendimi alışılmışın dışında olan olaylara sürükledim.

Çok eskiden okul okuduğum dönemin ikinci döneminde Cumartesi, Pazar günleri tatil olurdu. Kimisi ödevlerini yapıp dışarıda oynarken ip atlamak, seksek oynamak, topun peşinde koşup  eğlenceli enerjinin içinde kaybolurken ben yalnızca izlemekle yetinebilirdim. O bile benden çok uzaktı. Yeni hasatlar ekildiğinde kendimi bir tarlanın ucunda büyük insanların içinde çalışarak geçirmiştim. Yalnızca iple çektiğim geceyi ödevlerimi yapmakla hayal ederdim. Varsa vaktim öğretmenlerin hediye ettiği öyküleri okuyarak geçirirdim.

O yaşta cahil insanların içinde kitaba tutunmak çok zor olması gerekirdi. Aksine o kadar tutkuyla bağlanmıştım ki, köyde hiç olmayan kütüphaneyi hayal etmiştim. Sayısızca kitabın içinde kaybolmayı yalnızca elimdekilerle yetinip harçlığımı biriktirip şehirden alabildiklerimle yetinirdim. Hele ki içinde yaşayıp kaybolduğum kürk mantolu madona, zülfü livaneli mutluluk, reşat nuri güntekin benim içimde dünya kuran kitaplara bağlanıp tekrar tekrar okurdum.
Raflara baktığımda canan tan, ayşe kulin bunun gibi bir çok yazarların ruhuna dokunarak yaşadım.
Raflara baktığımda not tutuğum, altında çizik atığım kitaplar sanki benden uzaktaymış gibiydi. Dokundukça aslında acılarla yoğrulmuş yazarların beni anlatmasını bekledim bunca zaman.


Şunun yeni farkına vardım. Hep bir kitap okuduğumda beni anlatıyormuş gibi yapıp kendimi kuytu köşede bırakmışım.
Galiba bunların hiç biri gerçek değil tek gerçek olan bendim ama hep hayallerin olduğu dünyada yaşamayı tercih ettim. Bu benim dünyam değil!

Evin içini dolduran sessizliğe eşlik eden bir takırtı sesi geldi. Kendimi toparlayıp kim olduğuna bakmak için gittiğimde içeriye giren mahsun’a bakakaldım. Şaşkın bir ifadeyle birbirimize baktık. Tıpkı yaralı bir kuşun kendini zorlayıp kanat çırpması gibiydi. Ben kanat çırptıkça insanlar beni ayakta tutmaya çalışıyordu.
Şu an mahsun’un gözlerinde kollarını açan biri gibi görmüştüm.

“sen..” dedim kısık bir sesle

“şekha” dedi yumuşak bir sesle
Gözkerinde bir heyecan, bir umut vardı. “sen..  İyi misin? senin hastanede olman gerekirdi?”

“be-n iyiyim” dedim aslında paramparçaydım.
Parçalarımı toplamak için kendimi zorluyordum. 

“annene temiz kıyafet almaya geldim.. Ben babama ne kadar bilmediğimi söylediysem de dinletemedim.. Tutturdu Fatma teyzeye temiz kıyafet getir diye..  Ben ne bileyim Fatma teyzenin elbiselerini. İyiki seni burada gördüm. ”

“dayım işte her şeyi düşünür..”

“istersen birlikte hastaneye gidelim, seni burada görmem iyi oldu. Fatma teyzeye temiz kıyafet getireyim derken kirli kıyafet getiririm. Sonra, babamda bir de okumuş doğdor olmuş der ve beni azarlayıp durur. ”

İstemsizce güldüm. Uzun zaman oldu böyle gülmeyi ne kadar Mahsun’a kızıyor olsam da ona baktıkça kendimi huzurlu hissediyordum. Küçükken tek yakın arkadaş bulduğum biriydi. Yıllar bizden ne aldı bilmiyorum ama, keşke geri veresede onunla tekrar şakalaşıp gülüp oynasak.
Tekrar çocuk olup birlikte ders çalışıp gülüp eğlensek.
Bir o beni hor görmezdi okulun içinde.
Zaten diğerleri bana değişik lakaplarla alay ederek gülüp kendilerini bir şey sanırdı. Hala çocukluğumun o çığlıkları kulağımda fısıldıyordu. O zamanlar bazı şeyleri ayıramıyor, farkında bile değildim.
Büyüdükçe öğreniyor, farkına vardıkça kahroluyordum.
“olur biraz bekle, kirli çamaşırlar makinadan çıksın bende o sıra anneme elbise seçerim” dedim.

“olur kafana göre takıl. ”

Ben küçük gar dolabın olduğu odaya girdim. Dolabı açtığımda ikizlerin kıyafetleri katlanılmış raflardaydı.
O sıra holden tam girişinde odamın kapı kenarında bulunan kitaplara doğru yürüdü Mahsun.
Ben anneme elbise seçerken birden onun kokusu burnumda tüttü. En sevdiği uzun Mevlana yapımlı elbisesine bakarak kokladım. Bu elbisesini genelde babamın geleceğini ümit ettiğinde giyer ve köyün girişine bakan pencereden dışarıyı izlerdi.

İstemsizce gözlerimden yaş gelmeye başladı. Bu sefer daha sessizdim kimseye bunu sezdirmemeliydim.

Rafları gözden geçiren mahsun “biyografik romanlarda okuyorsun demek? Mendel en sevdiğim..” diye seslendi.

“bende çok severdim..”

“severdin şimdi sevmiyor musun?”

“hayır”

“nedenini sorabilir miyim? “

“hayal dışı bir dünyada yaşıyor olmasından.. Teleskopu bulup evreni izlediğinde onun yalnızca dünyanın dışında bir şey aradığını bu kitapta
fark ettim. ”

“hepimiz dünyanın dışında bir şeyler ararız!”

“hayır bu yanlış! Hepimiz birer karınca gibi dünyanın içinde bir şey aramaktayız, dünyanın dışında hiç bir şey aramadığımızı yalnızca bunu bir saplantı hale getirdiğimiz apaçık ortada. Zaten dünyanın dışında istediğimiz şeyi bulmayacağımız bildiğimiz için bir umut pahasına kapılırız. ”

“herkesin görüşü farklıdır. “

“evet, öyle.”

“peki ölümün ötesinde bir dünyanın var oluşunun kanatında mısın?” diye sordu mahsum.

Gözlerim uzaklara dalar gibi oldu, o an neler olabileceğini düşündüm. Biz Allah’a inanan kullardanız bizi yalnızca ölüm pençesinden Allah kurtarabilir. Biz aileden dini böyle öğrenmedik, bize sadece  menfaat uğruna savaş vermeyi öğreten cahil bir toplumda yer aldık. Aslında suçu onlarda görmüyorum bizi farklı gözle bakıp sadece ülkeden saymayan zenci köleler gibi sayanlardadır kabahat.

“ölüm olmasaydı bunu düşünmek saçma olurdu. Şu var ki orada bizi bekleyen bir şey var ki ölüm vardır. Ölümün kutsal olduğunu söyleyemem ama ölümün dışında bizi bekleyen bir mükemmellik vardır. Hiç bir şey kendiliğinden var olmamış ve yok olmamış. ”

“inanmak bir mucize, bende buna inanıyorum” dedi mahsun bunları nasıl konuştuğumu bilmezken o gücü nasıl bulmuştum kendimden  şaşırmıştım, bu konuşmalara.
Annemin en sevdiği elbiseleri katlayıp babamın aldığı tarağı üzerine koydum. Bu tarak olmadan o uzun saçını asla taramazdı. Sonra sevdiği kokuları ve en sevdiği çiçek kokulu şampuanı üzerine ekledim. Bir süre ne koyacağımı düşünürken, koklaya koklaya hepsini içime sindirerek çantaya yerleştirdim. Gözlerim hala hiç gözünden eksik olmayan sürmesinde takılı kaldı. Hep gözlerine o kara kömürü sürerek hayatına daha barışık kalmak ister gibiydi ve bu beni mutlu ederdi.
Omuzuma bir el değdi. Meğer sesli ağlıyormuşum bunu fark etmeyecek kadar dalgındım.
Elin sıcaklığını omuzlarımda hissettiğimde ayağa fırlar gibi kalkıp başımı mahsun’un omuzlarına sarılarak ağlamaya başladım.
Büyük kayıplar içerisindeydim, sıcak bir omuz beni teselli eder gibiydi.

Gizli aşk bahçesi (TAMAMLANDI) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin