Kokunun dokusu tüm bedenimi sarmalamış gibiydi. Hala dokunmak istediğim, hissetmek istediğim çok şey vardı.
Hala bulunduğum yerden tiksiniyordum. Burada olmamalıydım. Nefret ettiğim yerdeydim ve sanki buraya hiç ait değilmişim. Değersiz hissettiğim, hiç bir zaman değer tanımadığım kuytu köşelerde bir yerde değersiz hissettiğim bu kokunun içindeydim. Sanki bir bütün beni sarmalamıştı.
Şeffaf bir koku ama hiç bir zaman sevmediğim hala içime sinen o koku ve beni buhar ediyordu.
Yok olup gitmek istiyorum, hiç bir şeyi umursamadan terk etmek istiyorum. Fakat, hiç bir şey yapamadığım elim kolumun bağlı olduğu bir kafesteyim.
O an etrafım üçyüz atmış derce döndü ve tekrar döndü sonra bir ses geldi kulağıma.
İşitmek istemediğim garip bir ses.
Hafifçe kımıldayıp mahsum’un gittiği odaya girdim.
Gözlerime inanamadım. Mahsum, tüm gücüyle amcamı duvara yaslamış tek eliyle boğazını sıkıyordu.
Yüzü mosmor kesilmiş amcam zar zor ıkınıyordu. Var gücüyle sıkan mahsum
“söyle Mehmet nerde? Eğer yerini söyle peşinde valahi seni şuracıkta öldürürüm. Bağ yeminim olsun iki elim yakanda olacak, sen ölürsen bile senin peşinde gelirim” dedi bağırarak.
Ben o an irkildim. Amcamın her iki karısı ve büyük kızı odaya aniden dalmıştı.
Her yer karanlık beni içine çekiyordu ve artık nefes almaktan zorlanıyordum.
Derin nefes alarak mahsum’un kolundan tutum.
Bizi acımadan alaya alan adamdan öç almak niyetinde değildim. Bizi hor görüp yüreğimize hançerleri saplayan adamı şu an korumaktaydım.
Var gücümle mahsum’u durdurttum.
O an boğazında ani öksürükler geldi ve mahsum tüm gücüyle yere atarak yumrukla girişti.
Mahsum’u sinirlendiren neydi ki?
Neden bu kadar öfke duymuştu?
Ben susarak içimde haykırırken kadınların çığlıkları kulağımı patlatmıştı.
Kendimi küçük bir köşede büzmüş gibiydim. Yalnızca susuyor ve çığlıkları duymamaya çalışıyordum.
Ellerim titriyor ve olan dışı bir yerdeydim. Mahsum var gücüyle yumruklarla girişirken o an durdu. Çığlıklarda durmuş, odayı sessizlik bürünmüştü.
Omuzlarımdan yorgunluk çökmüş ve Sessizlik ne güzel bir şeydi. Fon müziğin kuru gürültüsü gibiydi çığlıklar.
Fon müzik durunca kuru gürültü beni sarmalamıştı. Bir ses geldi, duymaktan korktuğum bir ses. Sanki duymak istiyorum ama kendimde o gücü bulamıyorum.
Bir durgunluk çöktü üzerime, ben o durgunluk üzerinde kendimi bir şeffaf suyun içinde akıyor gibi hissediyordum.
Maalesef ki o şeffaf su beni her defasında boğuyordu.
“Azerbaycan’da” dedi amcam. Acının verdiği etkiyle her şey bir bir dudaklarında dökülüp odanın içinde yankılanıyordu.
Yavaş yavaş her şey şahit olurcasına dinliyor ve ben kayboluyordum.. Sanki kurumuş bir dalın solmuş yaprağı gibi. “bakü’de ora-da karısı”
O an kulağımı kapattım. Duymak istemekten korktuğum şeyler bir bir dökülüyordu.
Kalbim kırılmıştı. Burukluk gözlerim de, dudaklarım da, kulaklarımdaydı.
Bunca yıl hissetmeme rağmen kafamda böyle bir şeyi kazmamıştım. Hala babamın bir sebebi vardır diye bir umudum vardı.
Meğer sebepler bahanelerden ibaretmiş, biz sadece kendimizi teselli edip dururuz.
‘al’ dedi kalbim bunca yıl harap ettiğiniz onun için ağladığınız baban evlenip yuva kurmuş’ dedi.
Kim bilir kaç çocuğu vardır. Kim bilir o çocukları nasıl büyütmüştür. Kim bilir annemden nasıl vazgeçip o kadını nasıl sevmiştir.
Her gün annem pencereden onu beklerken, o başka kadının sevgisini içinde taşıyordur.
Biz ölürken o gününü gün ediyormuş.
Annem, onun yüzünden verem olup kanser olurken, o bir gün bile hastalanmamıştır.
Kim bilir kendi karısının hastalığını nasıl sarıp sarmalamıştır.
Duymaktan korktuğum o kadar çok şey var ki?
Kim bilir içimde ne korkular vardır.
Göz yaşlarım ardı sıra geliyordu. Göz yaşı insanın acısını buruklandırır ve doyurur. Ben doymuş ama yüreğimin verdiği edayla gözüm doymuyordu.
Kelimler bir bir dökülüyor ve Mehmet denecek adamın sırları dökülüyordu. Ben bunların hiç birini duymuyordum. Duymak istemiyorum, duydukça kalbim paramparça oluyordu. Bir süre herkes sustu. Kulağımın kapattığımda o boğuk sesler kesilmiş ve bende ellerimi kulağımdan çekmiştim.
Mahsum, ayağa kalktı. Yüzü kırmızı kesilmiş ve atığı yumruklarla elleri kızarmıştı.
Yanıma yaklaşarak
“gidelim” dedi.
Başımı eğip göz yaşları içinde etrafıma baktım. Amcam kanlar içinde uzanıyordu.
Amcamın karıları şok içinde
“Hüseyin’im..” diyerek hüzün saçıyordu.
Ne Hüseyinmiş be.. Keşke değersiz insanlara değer vermeyerek kendilerini ölçme kabiliyeti verseydi.
Oysa değerli insanlar, hiç bir zaman değer verilmez ve o insanlar ömürleri boyunca kendilerini değersiz hissederler.
Odanın nargile kokuları etrafa kan kokularıyla bürünmüştü.
Odanın ahşap kapısından yavaşça ilerledim göz yaşları içinde.
Sıcak rüzgarın göz yaşımla birlikte boğazımı kurutuyordu. Şuracıkta bir su olsa ama su içecek kadar yorgundum.
Başımı koltuğa dayayarak sırtımı mahsum’a döndüm.
Kendimi rüyaların uçsuz bucaksız yolarında bıraktım. Balıkların izinde koşan çocukların, şen ve şangırtının eşliğinde gittim.
Annem, ben, dayımlar çocukluğumun en eğlenceli hatırların gizli yerindeydim.
O zamanlar hiç bir şeyin farkında değildim ama ne güzeldi.
Hastanenin önündeydik gözlerimi açtığımda. Sıcak Rüzgar tüm şiddetiyle yüzümü yakıyordu ve göz yaşlarım kurumuştu. Başımı çevirdiğimde karşımda Mahsum’u gördüm, o an göz göze geldik.
Ben yeteri kadar durgundum o, ise yeteri kadar zekiydi. Benim yapamadığımı o bir kaç dakikada yapmıştı. Oysa ben amcama inanmıştım, belki bilmiyor diye düşünmüştüm, ama mahsum inanmamış şiddete başvurmuştu.
Bunları neden düşünüyorum ki?
Nasıl başarmıştı bilmiyorum ama insan sarrafı gibi..
Gerçi oda bu köyde yaşamış, az çok insanı tanıyor belki de amcam denecek namussuzu çok iyi tanıyordu.
“Mehmet enişte..” dedi Mahsum
Başımı çevirdim pencereye ne kadar öfkeli, üzgün, acı tonları taşıyan gözlerimi ondan sakladım. Çünkü açıklayacak bir şeyim yoktu. Kendi kalıbım da büzülmüş, yalnızca geçmişin izinden gidiyor veya sorularla boğuşuyordum.
Dönüp bakan olursa kendimi ondan saklıyordum ve saklamaya çalıştıkça yıkılıyordum. Bir minare gibi dik duruyor ama içimdeki sesi herkes duyuyordu.
Bunu onların gözlerinde görebiliyordum ve acıma duygusuna kapılmaları beni deli ediyordu.
“onun numarasını aldım.. İstersen tabi onu arayıp durumu anlatayım..”
Güneş çok yakıcı ve parlaktı. Sadece bunları düşünerek belki de bunları duymamış olurum. O, adamın buraya geliyor olması bile içimi ürpertiyordu.
“tamam” diyebildim boğuk bir sesle.
Nasıl ağzımdan çıkmıştı bilmiyorum sadece kızgın mı, yoksa kırgın mı onu bile bilmiyordum.
Ne hissettiğimi bile bilmiyorum. Bir boşluk ve içinde kayboluyorum.
“şekha” dedi mahsum sesinde sıcaklık vardı. Sanki beni sarıp sarmalıyordu.
Bir zamanlar ona beslediğim ufak, kırık duygulardan ibaret hiç bir şey kalmamıştı.
Bir dost eli gibi bana uzatmıştı. Ben ise bir ses, bir teselli ister gibi kıvrılıyordum.
Şu an yanımda olduğu için şükretmeliydim, belki ona olan bakışlarım bunu gösteriyordu.
“neden bu kadar içine kapanıyorsun..”
Sustum. Susmak istedim. Belki bu açlığımı giderir ama faydasızdı.
“sadece gözlerini bir yere sabitliyorsun ve oradan kopmuyorsun.. Bu.. Hiç iyi değil.. Bak kötü güçlü dur!
Kendini bırakma, bu kadar salma kendini..
Eğer düşersen sen bile kendini kaldıramazsın. Senden gülmeni eğlenmeni istemiyorum sadece biraz kendine gel.. Seni gören hayattan soğuyor daha.. Geçenlerde ne kadar mutluydun, özenmiştim..”
Sustum bir süre. Sessizlik tüm tonuyla beni kendine çekti. Sıcak rüzgar göz yaşlarımı yakıyordu. Hafifçe dudaklarımı oynatarak
“mutluluk benim için kısa özdür. Bir fıkra gibi güler sonra unutulur.. Mutluluk hiç bir zaman benim olmamıştır. Olmasın da, artık önemi yok!” dedim sesimin boğukluğu yutkunmama sebep olmuştu. Rüzgar tenime karıştıkça yanıyordum.
“öyle düşünüyorsan öyle olsun” dedi Mahsum.
Arabadan yavaşça inip derin nefes aldım. Hastane boğucuydu, ölüm milim milim yaklaşıyor ve biz farkında olmadan bırakıyorduk kendimizi.
Annem hala yoğun bakımdaydı. Kaç gün kalacak? Kaç gece böyle geçecek bilmiyorum, tek bildiğim yavaş yavaş eriyordum.
Göz yaşı kendiliğinden yıldız gibi kayıyordu ve aslında bizlerin birer yıldız olduğunu yeni farkına varıyordum.
Hala doyamadığım o sevgi ışığına muhtaçtım. Sevginin her türlüsü güzeldir ama ben güzel olan bir teş şeyin farkına varmıştım. Aşıktım. Hem de onun için ölecek kadar, bu durumda onu düşünecek kadar kendimden geçmiştim.
Hastanenin kuytu köşelerinde gezerek sigara izmaritlerini oraya buraya atıyordum.
Oysa yediğim şeylerde çok dikkat ederdim, bu sefer beni affet doğa kanunları çiğnediğim için.
Geceler sakindi. İçim darmadağın ve hala hastanenin kuytu köşelerinde annemin o pis odadan çıkmasını bekliyordum.
Saçlarının kokusu, ellerini semaya açışını çok severdim. Durmadan dua ederek namaz her daim kılardı.
Neler dua ettiğini bilmiyorum sadece o ellerini semaya açarken göz yaşı içinde dualar mırıldardı.
Hala kulağımda fısıldıyor gibi ‘allah’ım sen bizi affet! Rabbim bizi kötü nisbetlerden korusun, rabbim bizi kimseye muhtaç etmesin.. Güzel kızımı korusun’ derdi o sıra göz ucuyla bana bakardı.
Bende göz ucuyla onu izler ne dediğini anlamaya çalışırdım, sadece bunları anlardım gerisini sessizce ederdi.
Hava gittikçe kararıyordu. Peşi sıra düşünceler beni çok uzaklara götürdü, bende teslim olurcasına dalıp gittim.
Yanımda okkan’ın olmaması beni daha yalnız hissettiriyordu.
Zaten bunları düşünmesem kafayı yiyecek olurdum. Dışarıya ara sıra çıkıp ıslak çimen kokularını içime çeker ve serin rüzgarın etkisine kapılırdım. O sıra aklıma okkan, ona olan aşkım, sevgimi düşünür olurdum. Bazen hay Allah annem ölüm döşeğinde ben okkan’ı düşünüyorum ama bir tek o beni teselli ediyordu.
Sabahı zor ederken, gündüzleri camın ardında saklı kadının portresini izler gibi hafızamda kazardım.
Zaman geçmek bilmiyor annem ise ellerini bile kıpırdamıyordu.
Namazını kılma vakti geldiğinde hemen ayağa fırlardı. ”namazımı kaçırdım! Namazımı kaçırdım! “ diye söylenirdi.
Ah bi uyansa onunla birlikte namaz kılacağım.
Arada çay bahçesine inerek birer çayla kestiriyordum. Yemek bana çok yabancıymış gibi geliyordu, lokmayı ağzıma atsam boğazımda takılı kalıyordu.
Bazen dayımlar, teyzelerim hastaneye ziyarete geliyordu.
Ben yapyalnız kendimi bir köşede sigaranın dumanına tüttürüyordum.
Ne demişti cemal süreya “benim için yanan tek şey”
Hala nefes almaktan zorlanıyorum, ne yapacağını bilmeyen bir deliye dönmüşüm ve hala aklımdan okkan çıkmıyordu.
Ne olduğunu bilmediğim bir şey onu bana hatırlatıyor. Mesajlarıma cevap vermiyor, acaba ne oldu? Diye endişe duyuyorudum.
Bankın üzerinde oturmuş güneşin batışını izliyordum. Bu saatlerde okkan ile buluşup deli gibi çarpan kalbimi onun nefesine veriyordum.
Hala sesi kulaklarımda, adı geçince deli gibi çarpan kalbim o an, bir hüzün beni sarmalıyordu.
Tekrar onu aradım bu sefer de meşgule attı.
Neden böyle yaptığını anlayamıyordum. Buraya geldiğimden beri beni ne arıyor, ne de mesaj atıyordu.
Onsuz ben bir hiçken nasıl olur da yokluğu beni ayakta tutuyordu. Onu düşündüğümden tüm dertlerimi düşünmez oluyordum.
Yanımda olsaydı, ah o elini elimin üzerine verseydi belki yaralarımı sarardı. Yoktu ve yokluğu beni sasıtıyordu.
Böyle zor zamanımda neden yanımda değildi? Neden hala beni arayıp sormuyordu?
Mutlaka vardır bir işi. Belkide ben hastanedeyken yanıma gelmiştir. Peki ben neden onu görmedim?
Acaba kötü bir şey mi başına gelmiş, yoksa Şanlıurfa’da değil mi?
Yoksa benim böyle bir durumda olduğumu bilmiyor mu?
Ah sorular beynimde dört dönüyordu. Üst üste aramanın ardından yarım saat geçmişti. Neden hala aramıyordu?
Hala yoksun, varmışsın gibi davranayım belki varlığın beni ayakta tutar.
Sarsılıyordum. Beynim de tuhaf şeyler oluyordu. Kurgular geliyor geçiyordu. Ben hala güneşin ardında baka kalmıştım, hafifçe dağların arkasında saklanıyordu.
Bir müddet sonra farklı renkler ortaya çıkacak. Belki hala bir umut pahasına gökyüzünün pembe olmasını diliyordum.
Gökyüzünün pembe olması için, pembe gülerin kendini bu uğurda feda etmesi gerekirdi.
Uzaktan bir gölge yaklaştı yaklaştıkça kalbimin nice atma sesi kulaklarıma kadar geliyordu.
Uzun boylu sarıya kaçan sakaları ve güçlü duran yapısı. Sanki ben düştüğüm de o beni ayakta tutacaktı. Evet tutacaktı. İstediğim adam bana yaklaşıyordu. Bal küpü gibi gözleri gözlerimin üzerindeydi.
Yavaşça gözleri beni sarmalıyordu. Hafif bir dokunuş bizi birbirimize bağlayan gözlere eşlik etmişti.
Gökyüzü hala aynıydı güneş dağların ardından saklanmıştı.
Sonunda güneşin etrafına pembelik sardı. Çünkü ben öyle görüyordum.
“okkan..” dedim yumuşak bir sesle.
Bir anda bir şey fark ettim. Belki yanlış düşünüyor olmamdan kaynaklanıyor. Bir dakika aynı bakışı yakalamıştım.
Uçurum gibi bir bakış, sanki oradan düşüyordum.
“merhaba” dedi soğuk gelen sesiyle.
Ne yapacağımı bilmeden uzakta bir bankı işaret ettim. “istersen o bankın üzerinde oturalım.. Orası daha sakin..”
“olur” dedi aynı ses tonuyla.
Bakışlarını benden kaçırır gibiydi. Sol eli kırık gibi bir yüz ifadesi takınıyordu.
Buluşmayalı kaç gün olmuştu ve biz neden böyle birer yabancı gibi yan yana yürüyorduk?
Kelimeler saklanmış gibiydi. Kocaman siyah gözlerim gittikçe bulanıyordu. Bankın üzerinde oturduğumuzda ilk dakikalar hiç konuşmadık. Rüzgar sessizliğe hüküm eder gibi esiyordu.
Önce “geçmiş olsun” dedi sonra bir kaç kelime kıvırıp durdu. Annemin hastalığını sordu. Bende yabancı birine anlatır gibi anlatım. Aslında o yabancı değildi sadece biraz uzaktan gelmişti, bende ona yabancıymışım gibi davranıyordum.
“şekha” dedi boğuk bir sesle. Yüzümde bin parça düşüyordu. Başımı yerden kaldıramıyordum, sanki kaldırırsam o soğuk bakışlar beni boğacak gibiydi.
“seninle çok güzel şeyler yaşadım.. Sen bana çok şey öğretin..” dedi bir an sustu, ben başımı yerden kaldırdığımda rüzgar saçlarımı dans eder gibi havaya uçuşuyordu.
Ona ne öğretim bilmiyorum ama ben öğretmen değildim ve öğretmen olmak benim haddime değildi.
Yavaşça gözlerini yerden kaldırdı, gözlerim o soğuk gözlere baktığında aslında karşımdaki okkan değildi.
“sen.. Bana bir yol.. Çizdin sayende yolumu buldum ben... O yol da yürümeyi öğrendim. Teşekkür ederim.”
Kalbim bir an sızlamaya başladı. Bunları neden söylüyordu?
Neden bu kadar soğuktu?
Derinlere kuytu köşelerde bir yerde bulmuştum onu. Oysa kimseyi onun kadar sevmemiştim, onun için ben ayaktaydım. Geceler uyumadan onu düşünerek geçirdim, sabah gözlerimi açtığımda şarkılar ağzıma onun sayesinde dillerimde dolanıyordu. Hala ona aşıktım, bu kadar soğuk olmasına rağmen hala aşıktım. Unutamıyorum onunla geçirdiğim mutlu günlerimi..
Ona olan sevgisine ihtiyacım vardı. Kayıp gidiyordu elimden..
Belki elimden kaymasın diye sıkıca tutunuyordum. Suskunluğumu bozdum “ben teşekkür ederim ama şimdi değil.. Daha zamanımız var. ”
“benimki yok! Sana buraya önemli bir şey konuşmak için geldim.. Artık bir şeyin kanısına vardım. ”
Gözlerimden hüzün akıyor ve bir an önce bunun bir kabus olup bitmesini istiyordum. Gizli aşk bahçemizde tekrar gün batımını izleyelim, konuşalım.
Ellerimizi birbirine kenetleyip bakışlarımızı birbirimize değdirelim, ayırmasın kimse bizi. Ayrılmayalım..
“önemli olan ne?”
“aslında yanına gelmeyecektim ama bu durumundan sonra seni görmek istedim..”
“sorun değil, ben şimdilik iyiyim sen varsın. Bilmiyorum.. İşlerin vardı o yüzden gelmedin. Beni, beni düşündüğünü biliyorum. Çünkü sende sürekli aklımdaydın.”
“hayır!” dedi keskin bir sesle. Şaşkınca ona baktım. Gözlerime durgunluk girmişti ve hala onun yanımda olduğuna, beni bırakmayacağına emindim.
Ayrılık zamanı değil, daha ona ihtiyacım var.
“peki ne?” dedim titreyen dudaklarımın arasında.
“ben gidiyorum!”
Ağzım açık ona baka kaldım. Bir anda ne yapacağını bilmeden titreyen ellerime hakim oldum.
Nasıl olurdu. Gidemezdi. Gitsin ama tekrar bana dönsün.. Onu yıllarca beklemeye hazırdım.
“tamam işin varsa gidebilirsin ben seni beklerim.”
“hayır beklemene gerek yok” dedi ciddi bir tavırla “bir daha dönmemek üzere gideceğim, o yüzden bu ikimiz için daha iyi olur. Benim hayallerim var.. Yani senin de başında bir ton derdin var biz ikimiz olamayız.. Çok özür dilerim..” dedi ve aniden bankın üzerinden hızlıca kalktı.
Arkasından koşup gitme ben sensiz yaşayamam. Lütfen bunu bize yapma ben seni seviyorum sende beni seviyorsun. Yapma!’ demek geldi ama yapamadım.
Öylece gitmesine izin verdim. Yavaş ama bir o kadar hızlı yürüyordu, sanki padişah gelse onu durduramazdı.
Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Tam mutlu olmayı yakalamışken hepsi tek tek gidiyor.
Bilmezdim ki okkan, annemden önce gideceğini.
Belki hala umutlar vardır. İşte o zaman umutlar birer birer uçtular.
Gün yavaş yavaş ağırdı. Yıldızlar seyrekçe yerini aldı ve ben hala olayın şokunda bankın üzerinde öylece oturdum.
O bir saniye aklımdan çıkmazken, onu o kadar severken nasıl olurda unuturdum. Bana o elini uzatmıştı şimdi gidiyordu.
Gitmesine izin vermemeliydim, öylece onu durdurmalıydım. Tek umudum öylece yanımdan kayıp gitmişti.
İnsanlar gelip geçiyordu önümden. Belki geri döner umuduyla bekledim.
Gözlerim hala o gün batımın verdiği pembe tonundaydı ve ben ilk defa inanmıştım gün batımından sonra pembe bir gökyüzü hayal etmiştim. Hayal ettiğimi yeni fark ettim. Aşık olmam gibi, hayaldi ve bitti.
Son umut kırıntım yerlerde toz olup gitti.
Şimdi ben neye bağlı yaşayacaktım. Gökyüzü hala karanlık, hala yıldızlar seyrekti, oysa birlikte hayal kurmayı öğrenmiştik. Gökyüzünü beraber kurgulamıştık yıldızların derin olduğunu yeni farkederek büyük umutsuzluklar içinde kaybettik.
Gül açar, gül açar demişti bahar gelince..
Ben sonbahar ayazında ateş dumanı gördüm..
Sobanın etrafını çevreleyen bir şenlik vardı, gitti..
Sonbahara gelen yaprakları çiğneyip geçtim, ondan mı bu gidişler..
Neyse giden gittiği yerden memnunlar bende ait olduğum yerde memnun kalayım. Sonrası bir bahar..
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gizli aşk bahçesi (TAMAMLANDI)
Teen Fictionİki tutkunun bir araya geldiği, imkansızların olduğu, sınırların var olduğu bildiği halde aşkın tutsaklığına kapılan iki aşk.. Ölümün yakın olduğu, gökyüzünün ise derin olduğu, doğunun karşı konulmaz adetlerin var olduğu unutmuştu genç adam. Acılar...