28

36 6 0
                                    

Guğuk guğuk diye sesler cevretmişti nehirin kenarına.
Gökyüzünde güneşin nehire verdiği o parlak görüntüsü vardı.
Şeffaf suyun berraklığı gözlerimi kamaştırıyordu.
Her çocuk nehirin kenarında
koşuşup durup balıkların etrafını çevrelerdi.  Öylece uzaktan izleyerek nehrin kenarına bakıp birbirine eşlik eden çocukların yerinde olmak geldi içimden. 
Orası bana çok uzak bir alemdi, ben o alemden kopmuştum. İzlemek bana yakışmazdı, değersiz hissettiğim yerde.
Bir ses buna eşlik etti.
“şeh”  dedi o ses dönüp arkama baktım.  Fırat nehrin akıp gitmesine bakmadan o berrak suyun içinde çıkmış gibiydi küçük çocuk. 

“şeh hadi birlikte balık avlayalım”

Üzgün bir ifadeyle umutsuzca ona baktım “ama annem.. Ben geç gelirsem üzülür. ”

“bugün benim annem fatma teyzenin yanına gidecekti. Geç geldiğini fark etmez bile. ”

Bin kendimi bu şenlikten uzak kalmak içime burkulma hisi veriyordu.
“olur mah” dedim. Biz birbirimize kısaltılmış isimlerle seslenirdik.
Bir zamanlar adımızın kısaltılmışını ağaçlara yazardık.
Balıkların peşinden saatlerce koşup o guğuk guğuk seslerin önünde hoplayıp zıplamıştık. 
Mahsun, bana çocuk olmamı hatırlatmış bana  ve yaşatmıştı.  Bu fedakarlığı nasıl unuturdum? İnsan çocukluğunun en güzel dönemini akıp gitmesine yol vermişken biri ona hatırlatmıştı.

Biri bana hatırlatmış ve hep balık avlamaya giderken saatler vererek su dolu poşeti balık doldurup geçirmiştim. Okulun bahçesinde uzaklara daldığımda bana el uzatan beni o kahkaha eşliğin içine atan çocukluk arkadaşımı nasıl unuturdum?

Sıkıca tişörtüne dokundum kokusu hala aynıydı. Pahalı bir parfümün harmanlanmasına rağmen o sıcak omuz bana neşeli çocukluğumu hatırlatırdı. Keşke hiç büyümesek?  Hep çocuk olarak kalsak!  Böylece şu mesafe koyduğumuz cins ayrımı olmazdı.
Kimin ne düşündüğünü kavramaz duygularımızla hareket etmezdik.  Hep akışına bırakıp, bu ayıp şu ayıp diyerek hayatımızı birer karanlık hücreye çevirmezdik.

Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Kendimi son nefesini veren güvercinin kanat çırpınışları içindeymiş gibi hissediyordum. 

“beni unuttun. ”  dedim henüz ne söylediğimi bilmezken ağzımdan bu kelimeler bir bir dökülmüştü. 

“seni unutmadım”  dedi sesindeki titremesiyle “şeh yıllar bizi koparıp bir kenara attı. Ben başka alemlerde akıp giderken sen kendini savurmuşsun. ”

Aniden geri bir adım attım ve ona yabancıymış gibi baktım.  Yüzümde bir burkulma hissi vardı. Şu an yanımda okkan olması gerekirken bunun burada ne işi vardı?
Ona dokunmak, onu hissetmek varken bu adam kimdi ki?
Ben şu an onu düşünecek durumda değildim.
Hala çocukluğuma giden o yolda savurmuştum kendimi, parça parça oluyordum. Nereye gittiğimi, nerde savrulduğumu bilmiyordum.


“mahsum, ben kendimi savurdum ama yönüm başka yerde. Senin olduğun yere çok ters. ”

“anlıyorum” dedi devam edecekken
“anlamana sevindim. ” Dedim ondan bir adım uzaklaşırken.

“bunu demek istemiyorum. Sana anlatmak istediğim bir şey var. ”

“daha fazla bir şey dinlemek istemiyorum. Duymak istediğim çok farklı şeyler var.”

“bu.. Çok önemli.”

“hayatımdan parçalar kayıp gidiyor ve ben hiç bir şey yapamıyorum.  Kendimi çok güçlü görürken hiç bir şeyin beni ezmeyeceğini sanıyordum.  Olay çok farklıymış bir yanılgı içinde yaşıyoruz, o yanılgılar bizi öldürüyor. ”  dedim ağlayarak.

“yanılgı yüzünden biz parçalarımızı doktorların eline veriyoruz. Oysa hep bir umut var. ”

“yok mah, hiç umut yok. Belki biraz ama umut çoktan yelkenip bizden uzaklara göç etti. Hala neyin umudu anlamıyorum. şüphem var,  artık her şeyden şüphem var!  İnancım ise hiç kalmadı. ”

“umutlar her zaman bir geminin yelkenidir açtığın an, rüzgar seni kıtanın dört tarafına sürükler.”

“ya geminin içinde yelken yoksa!”

“o zaman motor olur”

“mah.. Ben Fırat nehrin kenarında şenlikler içinde koşuştuğumuz günleri özledim.. Kurbağaların ses çıkardığı bizim hoplayarak oynadığımız günler.. “

“bende çok özlüyorum, ama hala bir ümit var. Birer çocuk olup Fırat nehrin kenarında koşuşup balık avladığımız günleri tekrar yaşarız.” Dedi mahsun. Gözlerinde parıldayan hala bir çocuk olma ümüdin de kocaman bir adam duruyordu karşımda.

“peki ruhlarımız.. Ruhlarımız hala inat edip olduğu yerde kalırsa”

“biz o zaman, ruhlarımızı Fırat nehrin akışına verip balıkların izinden gideceğiz. ”

“ben yeni farkına vardım o güzel anılarımızın” dedim boğuk bir sesle.

“ben yedi yıldır güzel anılarımızın izini aramaktayım.. Çünkü yedi yıl önce, kendimi fırat nehrin akışına bırakmak istediğimde, sen kollarımdan tutup çekmiştin.. Ben o günden sonra bir türlü balıkların izini bulamadım” dedi sesindeki yumuşaklıkla.
Şu bir saat içinde çok şey fark ettim. O soğuk mahsun gitmiş yerine eski mahsun gelmişti.

“sen çok değiştin.. Ben, bunu senin gözlerinde hiç ama hiç fark etmedim.. Sen yalnızca dışarıdan hayattı izlemekle yetindiğini zannederdim..”

“olay çok farklı şeh.. Bu şehirden ayrıldığımda artık dönmemek üzere gitmeye gitmiştim ama orası benden çok uzak bir dünya..
Gördüğüm rüyalar kabus olmaya başlarken kendimi ölümün eşliğine bırakmıştım. Bir gece hayatta tutunmak istedim yapamadım.. Uyumsuzluk içinde yüksek puanlı bir üniversitede birincisiydim. Fazlam vardı ama eksiklerim ardı sıra gelmiyordu. Kendimi bu şehire atarak rahat nefes almayı başarmıştım. Dışarıda mutluluğu ararken kendimi kuytu bir köşede sıkıştırdığımın farkında değildim.. Bugün bunları sana anlatmak bana çok tuhaf geliyor ama artık kimseden bunu gizli saklı tutamıyorum. Sen çok farklı birisin ve ben şu ana kadar hiç bunu fark etmedim.  “

Gözlerim şaşkınlıktan apaçık kalmıştı. Seherin esmesi gibiydi ve estikçe her şey ortaya dökülmüştü. Böyle bir olayla yüz göz olacağını bilmezken, kendini o efsun diyarlarda gibi hissetti bir an.

“çok tuhaf dayım.. Sen oradayken, beni apaçık red etmenle şimdi bana gizli duygularından bahsediyorsun.. Saçmalık denen şey bu olması gerek. ”

“neyden bahsettiğini bilmiyorum.” Dedi ifadesiz bir bakışı vardı.
Ne yani her şeyden habersizmiş gibi davranıyordu. Bu kadar yalana tahammülüm yok;
Yalanı herkes becerir bazılarıysa güzel oynar.

“sen tam bir yalancısın..”

“ne! Neyden bahsettiğini anlamıyorum.  Ne oldu böyle? ”

“hala anlamam azlıktan mı geliyorsun?”

“şeh ne oluyor sana?”

“sen tam bir domuzsun” diyerek annemin bavulunu toplamaya başladım. Hepsini valize koyarak kaçamak bakışların ardında saklanıp büyük umutsuzluk içinde, kapının ardında ona seslenip alelacele evin içinde çıktım.  Ev artık ev değil cehennemdi sanki. Burnuma hastalığın verdiği o pis kokunun şarabı gibi, ölüm kokuyordu.

Kapının ardında saklanmış her an beni içine çekip alacak gibi hissediyorum. Kaldıkça içinde boğuluyor, derimin hepsi yanıyordu, bende bu yangına körükle gidiyordum.
Yolun akışını izleyip bir üzülüyor, bir de yanımdaki sert mizacı olan adama göz ucuyla bakıyordum.
Sanki ben ölüyor ve bu koltuğun üzerinde benim cesedim yanımdaki ise cenaze arabasını süren sürücüydü.
Ne zordu o mezarları taşıyan kişiler. Kim bilir insanların acıları onlara nasıl bir his veriyordu.
Arabanın içinde kaç masum insanların olaylarını dinleyip ve büyük üzüntüyle bir metre çukurundaki toprağa gömüldüğüne şahit olmuştu.
Bunlar düşünmem çok saçma, oysa kimler ölüyordu ben uyuyordum.
Hiç aklıma gelmemişti şu Arapların ileriye sürdüğü kan davaları, genç kızları nasıl diri diri mezara gömüyorlardı.
Onlardan biri bendim.
Daha iki ay öncesinde öz amcam başıma silah dayayıp beni öldürmek istemişti.
O günden sonra her geçen gün içime kapanırken, birden bire okan’a aşık olmam büyük bir sevgiye ihtiyacım vardı.
Üzüntü, kederimi bir arada tutarken mutluluka hasret kalmış gibiydim.
Ben ona çok bağlanmışım, hiç farkında değilmişim. İmkansız bir aşkın izinden gidiyorum.
Onunla birlikte olmamıza izin verecekler miydi?

Karşı çıkan olacak mıydı?

Hiç bizi korumayan insanlar onunla birlikteliğime karşı gelecek, gerekirse öldüreceklerdi. Eğer onun izinden gidecek olursam ve ya onunla kaçacak olursam kaybeden taraf biz olacaktık.
Hayatımız boyunca aç, sahipsiz, kimsesiz yaşarken kimsenin bizi koruduğu olmazken işte beni ve  okan’ı kurşuna dizecekti.
Biz açken, midemiz açlıktan delinirken, kimsenin bize kuru ekmeği vermezken işte namus diye peşimize takılacaklardı.
Şu adaletli cahil insanlara bak ya!
Namusu acımaktan daha üstün görürler, onlara sorsak fuhuşluk yapmak gibi bir şey.
Ne umutsuz bir aşka kapılmışım, ne olacağımı bildiğim halde..
Ruha kentin yakıcı sıcaklığı yetmezmiş gibi rüzgarı bile acı, kuru, sıcaklığı yüzüme çarpıyor, sanki yarama tuz olurcasına daha şiddetli esiyordu.
Birden radyodan
Karlı dağın ormanında yürüyorum geceleyin..
Efkârlıyım efkarlıyım elini ver nerde elin?
Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha çok uzak..

Bu, türkü çalarken sanki beni bütünlüyor ve ruhuma kelepçeler vurmuşa dönüştürüyordu.
Onunla birlikte mırıldarken Mahsum dönüp bana baktı “karlı kayın ormanında” diyerek yolu kontrol ederek tekrar bana döndü. “okuldayken, ne eğlenerek bu türküyü söylerdik..”

“artık hiç bir anlamı yok” diye mırıldadım.

Eğitim ve araştırma hastanesine, arabayı park ederek annemin kıyafetlerini aldığımda Mahsum elimden aldı.
Ona baktıkça hem öfke duyarken hem  bana huzur verici bir yanı vardı. Tıpkı güneşi severken onun yakıcılığından kaçarak bir gölgeliğe kaçmak gibidir.
Onun bu yumuşak tavırları bana hep çocukluğumun, o saf ve hayattan hiç bir anlam yüklemeyerek yaşayışıma götürüyordu.
Büyüdükçe her şeyi kavradığında dünyan üzerine yıkılıyor, yıkıldığı zaman ise ölüm bir nimet olarak duruyor karşında.
Elini uzattıkça senden daha çok uzaklaşıyor ölüm.
Yumuşak adımlarım, zeminin kavurucu sıcaklığına değdiğinde içime soğuk bir ürperti girmişti.
Adımlarım hastane girişine yaklaştıkça ölüm daha yakından kokusu geliyordu. Bir kaç dakika sonra o sıra dışı hastanenin içindeki soğuk koridorda, dayımı düşmüş yüzüne baka kaldım.
Sormak istemedim çünkü sezmiştim, omzumu duvara yaslayarak yere çöktüm.
Annem ölmüş olabilir miydi?
Ya da o morgun içinde miydi? Daha ne kadar olmuştu ki buradan ayrılalı?
Ölüm çok kısa bir şey miydi?
Annem daha başucunda uyuklarken kızım demişti bana.
Saçlarımın arasında karıncalar sarmış gibi yanıyor, vücudum ise alev alıyordu.
Kendime gelmeye çalışıyordum. Bu kadar kendimi bırakmamalıyım.
Daha kötüleri var diye düşündüm.
Benim dışımda çok uzaklarda kim bilir neler yaşanıyordu.

Yalnızca kendimi düşünmemeliyim, çünkü dünyanın bir çok yerinde zulüm, tecavüzcüler, genç kızlara taciz eden sübyancılar, savaşların içine zülüm gören nice insanlar vardır.
Hata bazıları yanı başımızda..
Daha geçen gün burada Türkler Suriyeli göçmenlere saldırıp iki ölü ve yaralı olmuştu. Sebebi ise evde kalan genç kıza tecavüz eden bir olay geçiyordu aralarında.
Hata kimileri yanı başımızda Suriyeliler iç savaş yüzünden nice insanlar eşi dostunu kaybediyorlardı. Hata o yetmezmiş tecavüze, işkenceye sürüklenen nice kadın, kız çocukları vardı.
Orta doğunun bu çelişkileri bir ömür boyu sürecek gibi görünüyordu. Benim, gibi insanlar sevdiklerini kaybedecek hayatta hiç bir umudu kalmayacaktı.
Belki o insanlar içinde ben şanslı oluyordum. Dönüp bakabileceğim yanımda olan dayım vardı, diye kendimi güvende hissedebilirdim.
Dayım yavaş adımlarla önümde durdu.
“yoğum bakıma aldılar durumu çok kötü..” dedi hüzün dolu sesiyle “bir de sürekli Mehmet’i sayıklıyor. ”

Gözlerimi kocaman açıp ona baktım ve yüzünde acı dolu bir his vardı. Giydiğim entarimin içinde büzüldüm adeta.
Şalım ise hep başımdan kayıp omuzlarıma düşüyordu.
Kara saçlarıma rüzgar estikçe dans ediyor gibiydiler.
Dayımın gözlerinin içine bakıp “dayı benim gitmem lazım!”

“nereye?”

“amcamın yanına..”

“neden?”

“annem o adam gelmeden kendine gelemez.. Yani kocası denecek o adam. ”

“kızım nasıl gelecek o?”

“gelecek” dedim dişlerimin arasında.
Dönüp mahsum’un olduğu tarafa yürüdüm.
“senden son bir defa bir şey isteyebilir miyim? “ sesimde acizlik ve gururunu çiğnemişlik vardı.

“benden hep bir şey iste, senin için hazırım. ”

“sağol” diyerek ona annemin benden babamı getirmemi istediğini ve ancak babama ulaşsa ulaşsa amcam ulaşabileceğini anlatım.
Artık annem için her şeyi yapmaya hazırdım. Geçmişi geri getiremezdim ama gelecek önümüzdeydi. Her gün, bir tık daha pişmanlık yaşayarak kendimi suçlamak istemiyordum.
Kültürümüzü adetlerimizi hep yok sayarak yaşadım, fakat bir çok insanları bu konuda tetik çekiyor olsamda başta amcam bulunmaktaydı.
Kendi öz amcasını karakola şikayet eden bir ben vardım o köyde, hata aşiretin yüz karası dahi bilinebilirdim.
Benim ölmemi isteyen o büyüklük taslayan adamlara meydan okumuştum adeta.
O yüzden dilekçede can güvenliği olarak, sadece amcam değil tüm köy dahildi.
Bu yüzden şehirde rahat, huzurlu yaşıyorduk ya!
Ah şu büyüklük taslayanlar var ya korku onların ağır kesici gibidirler. Aniden o ağır başlı havalarını bırakıp bir kalıba büzülürler.
Böyle adamların haddini bildirmek lazım adamlık taslıyorlarmış, içine edeyim senin adamlığının. Böyle adamların alnına  ‘ben adam değilim’ yazmak gerekir.
Bunları söylediğimde köy yoluna ilerlemiştik ve çok öfkeliyim. Sanki o adamların ayağına diz çökecek gibi hissediyordum. Benim gururum ayaklarımın altına alınmıştı. Bunu annem için yapıyordum ama içimden zere yapmak gelmiyordu.

Kim bilir oraya gidince o kalleş adamlar, bana neler söyleyeceklerdi. Bir an elim titremeye başladı. Korkma şekha, sen bu adamları nasıl korkutup it gibi kovaladın.
Ama o zaman ile bu zaman bir değildi.
Büyüklük taslayan Arap erkekleri genelde hep bir çıkmaza sürüklendiğinde fare gibi kapana kısılırlar.
İyi ki mahsum yanımda yoksa cesaret etmez annemin son isteğini yerine getiremezdim.
Kendimi çok çaresiz hissediyor, ne yapacağını bilmeyen tavuklar gibi oraya buraya sıçrıyordum.
Bir saatlik yol üç saat hata bir gün uzatılmış gibiydi. Köyümüz urfa’nın çevre yolundan ilerlediğinde köy civarlarını geçer ve tatil için ayrılmış otelin on kilometre uzağındaydı.
Otel çok bilindik bir otellerden biriydi, annemle bir defasında gittim. O zamanlar ilk defa açık saçık insanlarla karşılaştığımız için ağzımız bir karış baka kalmıştık. O günler hep hatırlar gülerdik.
İşte kadının donu şöyle böyle diye saçmalamıştık. Çünkü o zaman ilk defa böyle açık kadınlar görmüştük.
Karaali oteli bize kültürün nasıl olduğunu gösterirken, hamamın içindeki o özgüvenli kadınların iç çamaşırlılarıyla otoriter bir şekilde kalçalarını sallayarak yürümesi, bizim ağzımızı açık bırakmıştı.
Her ülkenin içinde iki kültür ve ya üç kültürü bir arada yaşarken bizim ülkede bin bir kültürü bir arada tutmuştu.
Bir yanı çarşaflı kadınlar iken, bir yanı yarı açık kadınların, bir yanı gözlüklü filozoflarla, bir yanı siyah kara mafya adamlar, bir yanı çiftçi adamların siyasete direnç gösterirken, diğer yanı Kürtler, Araplar, Türkler, Laz, Çerkez, ermeni ve Osmanlı tarihin izinden gidenler. Anadolu insanların bin bir kusur kültürüyle harmanlanmış bir ülkeydi ve biz köyün dışına çıkmayan insanlardık.
Öyle televizyonumuzda yoktu. Köyün bazı ileri görüşlü insanların dediğine göre televizyonu eve getirmeden önce düşün, çünkü evine bin bir şeytan getireceksin derlerdi.

Köyde kimse televizyon bilmezdi. Arada Harran’ın yakınlarda, civar köylerde gittiğimiz akrabaların televizyonu vardı.
Televizyonu gördüğümüzde ağzımız açık izleye izleye ne olduğunu anlamaya çalışırdık.
Yolu izlerken kafamın içinde dönüp duran kelimeler, anılar sanki beni içine çekiyorlardı.
Bende içinde kayboluyor bir oraya bir buraya savruluyordum. Kızgın güneşin kırmızı toprağı içine çektiği gibi, gökdelen büyüklüğündeki harran kubbeleri gibiydi.

“haran” dedi mahsum “neden harandır bilir misin?”

“bilmem” dedim

“hz. İbrahim amcasının adı Harran idi. Buralara pek geldiği için Harran bir haran oldu. Sonra Harran’ın kızıyla evlenip göç etti hz. İbrahim”

“burası” dedim “peygamber şehri ama ülkenin en medeni olmayan, hala kanların döküldüğü bir şehirdir. İnsanların firavunlaştığı şehir bir türlü nemruttan çıkamadılar.”

Mahsum, arabayı ileriye sürerken bana döndü “o yüzden peygamberde burayı terk etmiş ya!”

Bir an kafam zonkladı gibi. Hz. İbrahim’in neden terk ettiğini şu an daha iyi anlıyordum.

Uzak yolu arkamızdan bırakmıştık ve köyün çevresindeydik. Biraz olsun modernleşen bu köy, hala kötülüğün izindeydi. Bir adamın üç karısıyla bir evin içinde haksızlık yaparken, genç kızlarını erken yaşta evlendirip başından sallayarak, genç erkeklere parayı saçarken bir adaleti bu şekilde sağlıyorlardı.

Bu insanların, yalnızca kadın parasını yiyerek kendilerini adam zannedip ortalıkta dolaşırlar.
Adalet bu değildi. Adalet eşitliği sağlamaktı, adalet merhamet ederek ayrımcılık yapmamaktı.
Amcamın evinin önüne geldiğimde yine köle gibi çalışan kuma olan karıları ve odasında kim bilir ya sigara, ya da nargile içerek keyif sürüyordu.
İnsanlar ölmüş, insanlar köle gibi çalışmış, parasını yediği kişiler açlıktan mideleri kazılmış umurunda değildi. Belki böyle yaşadığı için mutluydu.
Kötü olmayı başarsam onu bir nefeste boğar, geri kalanını kurşuna dizerdim.
İşte tek yapabildiğimiz iyi olmak, merhamet etmek, acımak bu yüzden mutsuz yaşıyoruz.
Bahçeyi dolduran irem bağıyla dolmuş, geri kalan kısım elma ağaçları vardı. Küçükken burada yaşamayı çok istemiştim. İstediğim her meyve vardı.
Cadı babamın annesi değil bize vermek koklatmazdı. İnsan kendi öz torununa bunu mahrum eder miydi?
Bizi gördüğü an yüzünü çemkirir
“annen yetmezmiş gibi bir de şu illetler başımıza çıktı. Uğursuzlar sizin yüzünüzden oğlum beni terk etti. Kim bilir annen denen o büyücü neler okutmuştur da oğlum gelmiyordur. ” Derdi.

Öldüğü günü hatırlıyorum da gözü cin gibi açılmış, öyle kokuyordu ki bir saat içinde hastaneden atılma durumuna gelmiş.
Tabutu taşıyanlar dayanamamış o ağırlık ve kokusundan olduğu gibi yerde atmışlardı.
Ben o günü sadece olanları izleyip onun bu son halinin gülünç değil de, acıma haline gelmiştim.
Kim bilir neyin hesabını veriyordur. Mekanı cennet olsun demicem, çünkü bana zere iyiliği düşmemiş birine dua edemiyorum.

Meyve ağaçlara bakıp her baktığımda çocukluğumun verdiği o duyguyla, yine aynı şeyleri düşündüm.

Bir tutam elma alıp gırtlağımdan geçse adem ile hava gibi günaha girmezsem.
Köy kokusunu içime çektim ama acımı bir türlü dindirememiştim.
Mahsum, bana bir bakış attı ve o bakışı bana cesaret vermişti.
Yavaşça iki basamaklı merdivene adımlarımı attım.
Adımlarım beni geri çekiyor gibiydi.
Hüseyin’in  karıları dışarıdan kışlık için yemekler hazırlıyordu.
O kokular bana geçmişimi andırsa bile hiç ama hiç özlememiştim.
Hüseyin büyük karısı yanımıza koştu.

“kız şekha, ne işin var burada.. Sen evi Hüseyin’ime vermedin mi? Yoksa..”

O sinsi kadının gözlerine baktım. Ondan tiksinircesine nefret ediyordum. Dişlerimi sıkarak cevap vermek dahi içimden gelmedi.

“alın evi başınıza çalın..  Senin Hüseyin’in o evi parasını gidip oruspulara versin, sen de salak gibi hüseyninim de” dedim. İçimdeki öfke dinmemişti. Dinmezdi.
Hayatımızı zindan eden babam ve kardeşi artık hiç bir şey beklemiyordum.

Hızlı adımlarla kapıdan ilerledim. Dayımın hep oturduğu misafir odasına eşkiya dalar gibi daldım.
Odasını hep dört dörtlük tutardı. Sıcak güneşin altında kavurmaktansa klimanın serin rüzgarına kendini bırakmıştı.
Nargilenin dumanı odanın dört yanına savrulmuş elma, şeftali kokuları burnumun deliğine kadar işledi.
Hep nefret etmiştim bu kokudan. Sanki beni boğazlayan bir mermi gibiydi bu koku.
Gür bıyıkları ardında, sert bir mizahı vardı. Kaşlarını havaya kaldırarak şaşkınca bana baktı. Beklemiyordu böyle bir şeyi. Asla kapısına gelmeyeceğimi biliyordu.
Ona bir gün olsun güler bir yüz takınmamıştım. Takınmam da.
Benim ona olan nefretim, onu iki elimin arasında boğacak kadar büyüktü.

“oo” dedi “senın ne ışin var burda. Sen buralar hiç gelmezdın..”

Gözlerimi mermi hızı kadar hızlıca açıp kapatıyordum. İçimdeki öfkeyi gözlerimden ok gibi bakışlarına atıyordum. “seni yüzünü görmeye pek meraklısı değilim”

“sakın benden evi tapulamayacağını söyleme. Şurada canını okurum. ”

“senin benim canımı okuman için önce kendi canını oku” diyerek sesimi yükseltim. O sıra mahsum dışarıda beni bekliyordu. “damarıma basma eğer basmaya kalkışırsan karşında jandarmayı görürsün. ”

Bir an için gözlerindeki korkuyu görebilmiştim. O an sustu ve bu suskunluğu bir kaç dakika sürdü. “beni tehdit mi ediyorsun?”

“etmiyorum açık açık söylüyorum.”

“senden ve o jandarma olacak oruspu çocuklarından korkmuyorum. Bak hele onları uzaklaştırmam bir kaç kuruşuma bağlı..” diyerek kahkaha attı ama ben ateş gibi fışkırdım.

“sen onları bir kaç kuruşa aldatırsın ama onlar seni bedavaya aldatır. Kendini uyanık zannetme!
Uyanıklar dünyası artık kimse senin bir kaç kuruşuna kalmamış. Damarıma basma..” dedim ve ortalığı bir süre sessizlik doldu.

Ben ayaktaydım ve çevreye göz gezdirdim. Odayı tekrar boyamış ve etrafa yılan desenlerini çizmişti. Tam da kendisini ifade eden desenler.
Koyun yününden yapılmış halılar sermekteydi. Ahşaptan yapılmış döşemeli koltuğa o oturmuştu.

Bir anda “ne istiyorsun? ” dedi.

“sana evin tapusunu veririm senin olan ve babamın olan hiç bir şeyi istemiyorum. Ama şunu istiyorum, annem..” diyerek gözlerim doldu. O an kendimi toparlayıp güçlü durmaya çalıştım.
Çok zordu biliyorum, ayakta durmalıydım.

“annem hasta.. Hastanede doktorlar onun ağır hastalığa kapılmış diyor. ”

“ne!” dedi şaşkınca. Biraz olsun üzülmüştü. Beklemiyordum. Üzülmesi bir kaç dakika sürer ve geçip giderdi. Öyle olmuştu zaten, sonra bir acımak hissi girdi gözlerine o da bir kaç dakika sürer.

“peki şimdi nasıl?”

Gözlerime inanmıyorum bu soruyu sormaya yeltenmişti. İşlediği kötülükleri biraz olsun içinde sindirmişti.

“o yüzden annem Mehmet denecek kocasını istiyor.. Onun nerede olduğunu bir tek sen bilirsin.. Benim elimde olsa onun yüzünü ömür boyu görmek istemem ama annem onu istiyor. ”

Gözleri bir anda sır perdesi gibi çekildi ve sonra derin düşüncelere daldı. Sanki onu çağırmak istemiyor gibiydi.

Gözlerinin içine baktığımda bir sır, derinlerde bir şey vardı ama saklıyor gibiydi.
Gözlerini kaldırsa okuyacak gibiydim. Yok kaybolup gidiyordu.

“ben..” dedi kaba bir sesle “onun nerede olduğını bilmiyorum.”

“sen bunca zaman onun nerede olduğunu bilmiyor musun?”

“hayır” dedi kesin bir dile.

Gözlerine baktığımda bir boşluk vardı, çok uzak bir boşluk. İtiraf eder gibiydi ama ben anlamıyordum.

“onu hiç merak etmedin mi?”

“bana zararı dokunmuş bir adamı merak etmem özlemem de!”

Hangimize zararı dokunmadı ki? Hangimiz onun yüzünden perişan olamamıştık ki!
Etrafı sessizlik doldurmuştu ve nargilenin hafif kalmış dumanı odaya dağılmıştı.

“bak” dedim ve gözlerim o an bir yaş süzüldü. “hiç birimiz onun yerini bilmiyoruz ve biliyorum ki, yalnızca sen biliyorsun. Sana istediğin her şeyi veririm. Benim annem ölüm döşeğinde.. Onsuz ben yaşayamam! Annem çok kötü! Lütfen.. Nerde olduğunu biliyorsan söyle”

Bir kaç dakika sustu ama gözleri itiraf edecek gibiydi. Sanki ben hakim o ise suçlu ve ona söylemesi için yalvarıyordum. O da içindeki biraz olsun acıma hissine kapılıp itiraf edecekti.
Sadece susuyordu..
Susmak bu odaya inatmış gibiydi.

“bağ sana dedim” dedi gür sesiyle. Bıyıkları dudaklarına aşağı sarkıyordu. Berbat bir görüntüsü vardı.
“dedim sana ben yerini biliyor olsaydım sizin gibi belaları başıma salmazdım. Gider onu getirir sizi başımdan atardım. Bir türlü yakamı bırakmıysenız. Gidin ya rahat bırakın beni. ”

O anlatıp dururken ben ağlamaklı bir şekilde arkama döndüm. Annem ölüm yatağında hala Mehmet, denecek kocasını sayıklamaktaydı.
Umutsuzca dışarda bekleyen mahsum’un yanına gittim. Bana ne olduğunu söyledi be ise bilmediğini söyledim.
Bir an gözleri kızgın bir güneş gibi kızardı ve ağladığımı görünce çenemden tutup havaya kaldırdı.

“üzülme” dedi “her şey geçecek”

“geçmeyecek mahsum.. Daha kötü oluyor” dedim hıçkırıklar içinde.
“bekle” diyerek benim girdiğim odaya daldı ve o an kapıyı öyle sert duvara vurdu ki kapı sesi tüm eve yankılamıştı.
Muhtemelen tüm ev, tarlar da işçinin üzerinde köleymiş gibi davranıyorlardı.
Nefes almayan işçiler parasızlık yüzünde katlanmak zorunda kalıyorlardı.
Daha önce onlarla çalışmıştım, o günü saatler geçmek bilmiyordu.

Gizli aşk bahçesi (TAMAMLANDI) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin