30

43 6 0
                                    

Soğuk bir denizin içinde kaybolmuştum ama hala çırpınmaktaydım.  Kaybettiklerim uğruna savaşıyor, sanki kaybetmemek için  inat yapıyor gibiydim.
Zaten çok inatçıydım. Hala bir rüzgarın beni soğuk denizin altındaki çırpınışlarımı durdurup, tekrar yüzeye çıkartacaktı. Oysa rüzgar havanın değişimiyle meydana geliyordu, aslında havalar değişmiyor sadece onun kanısına varıyoruz.
Çünkü havalar aynı yere dönüp duruyor, o yüzden sonbahar, yaz bahane.
Kanısına vardığım için hep bir umutsuzluk içinde yaşıyordum.
Buralarda hava hep aynıdır sıcak ve yakıcıdır. Her yıl aynı sıcaklığı yaşamamıza rağmen, bu kuraklığa minnet duyuyorduk. 

Orta doğunun içindeydik aynı kültürü taşıyor aynı havayı alıyorduk.  Batıda ise deniz nem bolluk vardı. Biz o kadar şanslı değildik.  O yüzden hep cahil, şansız Mümin  Sekman dediği gibi “tükenmişlik”
Şu an öyle hissediyor, asla mutlu olmayacağımı düşünüyordum.
Hastanenin koridorda toparlayarak kendimi büzmüştüm. O kadar yıpranmış, her şey üst üste gelmişti. Duvarlar üzerime çöküyor kendimi duvarların altında eziliyordum. Ölmek değil niyetim sadece, öyle bırakmıştım her şeyi.
Keşke bir yol olsa kaçabilsem bunların hiç biriyle yüzleşmeden yok olup gitsem. Adımın bile anılmadığı bir dünyada var olsam.
Ellerimi iki bacağımın arasına koymuş sır küpü gibi gözlerimi duvarıda ki kesik kesik hatlardan başka bir şey görmüyordu. Durmadan yeri temizleyen hastane görevcileri arda bana bakış atıyorlardı. Ben ise yıprak bir dal gibi kendi ağacımda sallanıyordum.
Bir yol olsam ezip geçse herkes beni,
Bir dal olsam kırıp dökse beni
Rüzgar olsam buhar olup gitsem, ay olsam, güneş olsam ama ben ben olmasam.
Derinlere daldıkça kendi arayış içinde buluyor, sonra ruhumu çekip alıyordum.
Kimse yoktu yanımda, sadece ben..
Arada Mahsum uğruyordu. Ah dayı oğlu sende olmazsan kendimi yapayalnız hissederdim.
Bir ara beni zar zor çay bahçesine götürdü. Esmer yüzündeki siyah kaşlarıyla, bana soru sorar gibi bakıyordu.
Sorularına bir yanıt almasa bile bir ara sormaya kalkıştı.

“gittikçe daha içine kapanıyorsun.. Sanki daha kötü haberler almış gibisin.. İyi olmanı beklerken daha fazla kötü oluyorsun.. Yataktaki sanki.. annen değil de sensin.. Bir kaç gün önce ağlayarak arada konuşuyordun, şimdi ne ağlıyor ne bir kaç kelime ediyorsun.. Seni üzen her ne ise bana anlatabilirsin, ben senin dayı oğlundan öte biriyim.” Diyerek bana bir çok şey anlatmaya başladı.
Bir ara bana masallar, fıkralar anlatamaya başladı.
En son fıkrada Nasrettin Hocanın alıntısını aktardı ve ben dayanmayarak tebessüm ettim.

“hah böyle hala kızı, biraz güller yüzlü ol da içimiz açılsın. ”

Utandım o an. Bunu kırk yıllık dostuna anlatır gibi söyledi. Ben ise çok yabancıydım. Susuyor susuyor sustukça içimde kendimi arayışta buluyordum.
Gözlerim ise çok ifadesiz yorgun ve bitkindi.

“baban” dedi Mahsum “ona haber verdim..”

Çöktü bir gölge üzerime daha fazla yorgun düştüm. Kulağımı tıkadığımda bir tiz ses beni ele alıp derin kuytuların içine haps etti. Yok olduğumu düşünürken, aslında o kuytuda kendimi aramaktaydım.
Yok oluyordum ama ben kendimi kaybediyordum. Sessizce içime gömülüp yavaşça içime kapanıyordum. Bir gürültüye eşlik etmek gibiydi, yavaş yavaş ritimler azalıyordu. Sonra içimdeki ruh yok olup sıyrılmıştı içimden.

“ne dedi? “ diye sordum o an. Salak şekha ne dediği seni neden ilgilendiriyor. O kötü adamı neden hala soruyordum.

“önce Azerice konuştu, sonra Türk olduğumu anlayınca ona kim olduğumu anlatım.”

Birden sessizlik çöktü. Derin nefes aldım rüzgar tüm hızıyla yüzümü yakıyordu. Güneş kirpiklerimin arasında gözlerime yansıyordu. Bahçenin gölgesi altında gelip geçen insanları izliyordum. Çay içenler, tostları elinde yemek yiyenler, hastanenin bitkin gözleri altında yorulmuştu herkes.
Hiç kimse bulunduğu yerden memnun değildi, haklıydılar.

“sonra” dedi Mahsum “onunla fatma teyzenin durumunu konuştum. Bir ara sustu. Telefonu kapattı diye düşündüm alo alo dedim cevap yok. Sonra konuştu yarım yamalak konuştu. Düşünürüm dedi teşekkür etti ve kapattı.”

Öfkeden deliye döndüm. Hala düşünürüm mü dedi? Ellerim titremeye başladı, gözlerim bir anda alev alırcasına dönüp durdu. Elimdeki çay kaşığı elime batırdım. Plastik olan çay kaşığı elimin içine batı ortalık kan eşliğine girdi.
Mahsum her ne kadar endişe etse bile, benim hiç canım yanmıyordu, yüreğimin yangını yanında hiç kalıyordu.
Mahsum kendi eliyle elimi pansuman yaptı, sanki yaralarıma melhem olmak ister gibiydi. 
Ben ise küçük de olsa birinin uzatılan ele muhtaçtım. İstemesem de o elin sıcaklığı yaralarımı sarıyordu. Annemin camın arkasında ruhsuz beden gibi uyurken, onu kaybetmeye alışır gibiydim.
Yaralarım artık sarılmıyordu, sadece yavaş yavaş yaralara alışıyordum. Gidenlerin dönmeyeceğini, gelenlerin ise artık bir önemin olmadığını düşünmekteydim.

Babam denecek o adamı sevmiyordum, gelip gelmemesi benim zerre umurumda değildi.
Annem er ya da geç yok olup gidecekti, belki son defa kocasını görmeyecekti. Ne önemi vardı ki, gelen gelmiyorsa ne yapsın annam.
Yavaşça köklerim birbirine harmanlanıyordu. Kardeşlerim arada bir uğruyor onlarla teselli buluyordum. Onlara yalan söylemek gibi bir niyetim yoktu. Büyümüşlerdi zaten, ikisi beşinci sınıfa gidiyorlardı. Gerçeği benim kadar iyi bilmelerini istiyordum. Annemi kaybedeceğimizi, büyük bir hastalığa kapıldığını anlatım onlara. Zor olmuştu ama sonradan öğrenmekten daha iyi olurdu. Bu duruma alışmaları gerekiyordu. Gerçi ben her geçen gün daha çok harap olurken, bir umut iyileşecek diyordu içimden.

Okkan’dan ayrılalı bir hafta geçmişti. Onsuz yaşamam dediğim zaman bile onsuz yaşadığım ama onunlayken güzel yaşadığım bir hayat hayal etmiştim.
Hala içimde onun eksikliğin burukluğu vardı içimde.
Onunla yaşamadığım, paylaşmak istediğim ama uzak olduğu bir hayat bekliyordu beni.

Annem ise üç haftadır hastanenin içinde ruhsuz beden gibi yaşıyordu. Kendimi toparlamaya çalışırken hala okkan’ı unutamıyordum, sonra annem aklıma geldikçe deliye dönüyordum.
Kuaförüme giden yoldan ilerledim. Son bir defa uğramaya gidecektim. Onlar benden bir haber almamıştılar kim bilir sibel hanım beni çok aramıştır. Orada bir ay çalıştım sanki yıllardır çalışıyor gibiydim. Her ne kadar oradaki elemanlarla samimi olmasam bile Sibel hanım, annem kadar iyi davranmıştı bana.
Oraya vardığımda ilk başta Sibel hanım beni görünce şaşkınca üst üste sorular sormaya başladı.

“neredesin kuz sen? Aruyom arıyom telefonu açmıyosun.. Nereye kayboldun?”

Kirpiklerim o an göz kapaklarımın üzerine çöktü. Gözlerim ağrıyor, sızıyordu. Çok ince bir çizgi üzerinde sallana salana titriyordum.

“Sibel abla” dedim ağlayan ses tonuyla. Oysa abla yasaktı! Abla demek geliyordu içimden. Sibel abla olmayan bir ablam gibi davranmıştı.
O an her iki eleman etrafımızı sardı. Meraklı gözlerle yanıma yaklaştı renkli saçı olan kız.

“kız şekha, ne oldu?”

Omzumdan tutu başımı kaldırdığımda sıcak bir bakışı vardı Hava’nın. Oysa hep bana kötü davranmışlardı. Şimdi gözleriyle içimi okşuyor gibiydi.

“şekha ne oldu söyle?” diye sordu Sibel abla.

“annem..” yutkundum sonra devam etmek için boğazımı temizledim. “annem çok kötü.. Hastanede.. ”

Bir an irkilir gibi sarsıldı Sibel abla. Diğer kızlar ellerini ağızlarıyla kapattı.
Bir kaç dakika sonra Sibel abla omzumdan tutup “otur canım” dedi.

“bir bardak su getirin” diyerek kızlardan biri koşar adım su almaya gitti. Ona her şeyi anlatırken suyu yudumluyordum.
Arada hüzünlenerek “Sibel abla ben annem olmadan yaşayamam.. O gidecek.. Ben tek başıma yaşayacağım. ”

“olur mu öyle canım, nasıl tek başına yaşayacaksın biz varız ya.. Ne güne duruyoruz.”

“annem daha hayatından hiç bir anlam almadı, hep kıt kanat geçindik. Tam her şey düzeldi derken gidiyor.. Şu an durumu çok kötü.”

“ay canım ya üzülme sen.. Bak her şey yoluna girecek ümidini kesme, Allah var gam yok. ”

Başımı hayır anlamında salladım. O an Hava yanıma yaklaşıp
“sen üzülme biz buradayız. Bak benim annemde yok ninem bizi büyüttü.. Kaç yaşımdan beri hep çalışmak için orada burada yalvarıp çalışıyorum. Benim gibileri dışarda oynarken ben hep çalışırdım..” diyerek sustu.

Şaşırmıştım hiç kendini belli etmeyen Hava bugün her şeyi yüzeye çıkıyordu. “allahtan babam yanımızdaydı o yüzden babamla birlikte çalışıp geçimimizi sağladık. Kardeşlerim iyi yaşasın diye hala çalışmaktayım. Bak her şey güzel olacak biz de aç kaldık sokaklarda süründük ama hepsi geçicidir.” Diyerek ellerimden tutu.

Gözleriyle gözlerime baktı. Biraz olsun kendimi onun yerine koydum. Onun hayatı da benden farksızdı. Ama onun dağ gibi bir babası vardı. Benim annem pencere başında babamı beklerken babam bizi hiç düşünmemişti. Belki de Hava’nın bana bunu anlatarak kendisini benim yerime koydu. Oysa o çok rahattı. Yaşadığı şeyleri çabuk unutan biriydi.
Öyle gözüküyordu ve o şimdi hayatını yaşıyordu.
Ben her şeyi her dakika, her saniye düşünürken onun bu rahat havası yine de beni teselli etmiyordu.
Yine de ondan öyle bir samimiyet beklemezdim. Demek her iki kız da beni seviyordu ya da bana acıyorlardı.
Onlar da okkan gibi, beni yarı yolda bırakıp gideceklerdi.
Okkan, beni bırakıp gittiğinde arkasına dönüp biraz olsun bile kendini huzursuz hissetmemişti.
Belki gün batımı bu yüzden ondan sonra karanlıktı, hiç bir zaman aydınlanmayan bir gökyüzü..
Hastaneye gitmek için ayağa kalktığımda
Herkes benimle ayağa kalkmıştı, sanki bir çalışan değil de özel bir müşteri olarak gelmiştim. Hiç böyle bir sıcaklık beklemezdim. Ben buraya çalıştığım bir kaç kuruşu almaya gelmiştim ve bir anda kendimi o hüzün veren evrenin içinde bulmuştum kendimi.
Yalnız ve hep yapyalnız.

“bir şeye ihtiyacın olursa biz varız biliyorsun değil mi. ”

Başımı evet anlamında salladım ve o sıra masaya doğru yürüdü Sibel abla. Çantasından bir şeyler çıkarıp bana uzattı. Fark etmiştim para olduğunu

“bu senin almadığın aylık maaşın. ”

“gerek yoktu.” Dedim çekinir vaziyete

“ne demek gerek yok. Fazlasıyla gerek var. Şimdilik elimden bu kadarı gelir ama ne zaman ihtiyacın olursa buradayım.”

“teşekkür ederim. Çok sağ olun. ” diyerek ağır adımlarla mahalleden ilerledim.
Uzaktan tepeye doğru baktım. Mahalleye çığlık basan çocukların sesleri yükseliyordu. Yeni bir gün batımı için bir saat kalmıştı, yine o hissiz karanlıkların içinde kaybolup gidecektim. Öylece tepeye baka kaldım sanki orası bana yabancıymış gibi, hiç gitmemişim gibi ve orayı merak ediyordum sanki. Adımlarım beni oraya sürüklüyordu. bir umut beni ona bağlayacaktı. Onu orada görecektim öyle hissediyordum. Beni o acıların içinde bırakıp gitmesine rağmen hala onu seviyordum. Ne kadar içimde kızıp sinirlensem de deli oluyordum ona. Neden allah’ım beni sevenleri değil de, beni ortalıkta duran bir çöp gibi gereksiz bulan insanları seviyordum.
Neden hala seviyordum?
Neden ondan nefret etmiyorum?
Kısacası kendimi kullanılmakta olduğuma inanmak istemiyordum. Bana sahip olup etkisi altına alarak sonra hiç yok sayıp kenara atmış olmasından kendime konduramıyordum.
Bu nasıl bir aşk?
Tek taraflı bir aşk mıydı?
Bu kadar basit olmazdı.
Beni yarı yolda bırakmamalıydı.

Adımlarım istemsizce kaldırımın dibine vurmuştu tabanları. Gözlerimden yaş süzülüyor, bir yandan da içimdeki yangına baş konduramadığım için sinirleniyordum.
Yokuş uzunluğu ilerleyip kalbimin acısını dindirememiştim. “ah salak şekha! Salaksın işte. Bu kötü insanlara hala sevgi besliyorsun. Ah şekha ah salak şekha!” diye söylenip yürüdüm.

Kendime bir söz verdim, gizli bahçeye son defa gideceğim eğer onu orada göremezsem, bir daha asla onun adını anmayacağım. Evet bir karara varmıştım asla!
Okkan’ın nasıl hayatıma girdiğini bile hatırlamayacaktım.
Bir yandan korkuyordum ya onu orada göremezsem!
Ya gerçekten bu hepsi bir oyunsa?
Nasıl olur biz birlikte çok güzel şeyler yaşamıştık, bana söz vermişti. Gidemez, beni terk edemez!
Yavaşça nefes boğazımda takılı kalıyordu. Bir an kendimden geçtim, sanki onu unutmayacakmışım gibi ömür boyunca bu acıyı çekecekmiş gibi hissediyordum.

Allah’ım aşkı çok güzel yaratmışsın keşke acı çekmek olmazsa, biraz üzülmesek.
Gökyüzüne yakın olan tepenin o dar kayanın üstünden geçtim. Ev tam karşımdaydı. Tüm hayallerimiz bu dört duvarın içindeydi. Gürültü çıkardığımız kahkahalarla boğuştuğumuz ev artık ev değildi. Sessizlik çökmüş yalnızlık bizi sarmalamıştı. Oysa o sözler, o aşklarımız hepsi yalanmış. Yalan! İlk geldiğim günü hatırlamıyorum, acı çektiğim günü tam buraya gelmiştik.
Sigara izmaritini yere atışımı okkan’a ters bakışlarım ve zamanla aşkımın büyüklüğü.
Giderken kendisini ve beni bitirdiğinin farkında değildi.
O ne kadar arayıp şehir şehir gezse bizim gibi bir aşkı bulamazdı, ah keşke giderken bunun farkında olsaydı. Böyle çekip gitmeseydi.

Yaralarımı sıcak gözleriyle sarmış gibiydi, hemen unutmuştum başıma gelenleri. Ah keşke şimdi olsa da yine o sıcak bakışlarıyla, benim yaralarımı sarsa unutabilsem.

Ayakta durmaktan zorlanmış nefes nefese duvara tutunarak ön kapıya doğru ilerledim.
Geldiğim zamanlar ne aşkla, ne şevkli koşarak heyecandan pır pır eden kalbimi, benim ayaklarımı yerden kesiyordu.
Artık yok.
Kimse yoktu. Çiçeklerin hepsini yok etmişlerdi. Artık o bahçeden hiç bir eser yoktu. Sanki yıllar, asırlar geçmişti ve ben burada yaşlanmıştım.  Züleyha uçup gitmişti ve geriye bu gizli aşk bahçesiyle Yusuf kalmıştı.
Aşkın değerini tanımayıp uçup gittiler.
Kanat çırpan güvercinler üzerimden geçiyordu ve aşk bahçesi artık eskisi gibi harabe yıkık dökük ev olarak kalmıştı. Etrafa göz gezdirdim, şehirin manzarasını yarım saatten fazla izlerken derin düşünceler beni alıp gitti.  Bu kadar çok derinden sarsılacağımın farkında olmadan burada kalmaktan yorgun düştüm bir an ve sonra ağır adımlarla ilerledim.
Hüzün kederi geride bırakmak istedim fakat bu acı çabuk geçen bir şey değildi. Hep kalbimin içinde bir sır küpü kalakalacaktı.
Öyle hissediyordum.

Gün batımı yeniden çöküyordu tepelerden. Biz yine bir gün batımını geriye doğru salmıştık. Aşklar doğmadan ölmüştü ve biz o aşıkların katiliydik.
Kısa ömrümüzde ya çok fazla severek kaybederiz, ya da severek sevgiyi unuturuz.
Kayıp bir eşya olarak varsayalım, ben o eşyaya yalnızca bir kaç ay sahiplenmiştim oysa her şey bir gün yok olup gider. Ben, yanılmışım bir şeyi sonsuza dek sahiplenmem gerekiyor.
Elbet bir gün o da gidecekti, gitmeyeceğini umut etmiştim.
Ben gerçekten sevmiştim, hakketmeyen birini fazlasıyla sevmiştim.
Şimdi her şeyi geride bırakacak kadar basit buluyorum çünkü aşkımızı o basitleştirdi.
Giderken özür dilemişti. Gidenin arkasında kuru bir özrün hiç bir anlamı yoktu.

En yakın durakta bir otobüse binerek hastanenin önüne geldiğimde yavaş yavaş karanlık çöküyordu.
Şanlıurfa’nın yöresel giyen kadınların Arap ve Kürdün olduğu bu hastanenin içinde kendimi çok yabancı hissediyordum.
Her ne kadar iki kültür birbirine saygı görse bile aslında Kürt ve Arap arasındaki çelişki hiç bir zaman bitmedi.
Hep biri diğerinden kendini üstün bulur. Oysa bunu hiç belli ettirmezlerdi. Kin ve nefreti bir arada tutan bu insanlarda medeniyet çok uzaktı. iki tarafından nefret kokan nefeslerinde bile görebiliyordum. Ben bir Arap’tım keşke hiç bir yöreye ait olarak doğmasaydım.

Çok fazla sıradan ve bağımsız olmayı tercih ediyorum. Ne güzel şey hür yaşamak, hiç bir kültürün izini taşımamak yalnızca inancın olduğu yerde kalkınmak.
Buraya ait olduğum için herkesten hata kendimden nefret ediyordum. İnsanları kurşuna dizmek istiyordum, sonra kendimi. Ellerimden hiç bir şey gelmiyordu.
Kendimi bir boşlukta buluyordum. Bir kaç dakika sonra her şeyi unutarak hastanenin girişine girdim. O an mahsum bana doğru yaklaştığını fark ettim. Yüzünde bir endişe ve korku vardı.
Bu korkuyu hissettiğimde kalbim güm güm atmaya başladı.
Kolum kanadım kırıldı ve artık yolun sonuna gelmiştim. Annem gittmişti. Biliyordum. Bir şey hissettmiyordum hiç bir şey.
Üzülüp ağlamak mı, yok. Donup kaldım yalnızca. Kendimi sert zeminin kucağına attığımda kafamda zank diye bir ses geldi. Ölmüştüm ama katilin zemin değil, hiç kimse değil katil bendim. Ben kendi ellimi boğazıma dayayarak sıkarak öldürmüştüm.
Mahsum’un sesi kulaklarımdaydı hala 

“baban, fatma teyze şekha...!” diye bağırdı.
Ben yok olmuştum kendimi sonsuzluğa sürükledim.

Gizli aşk bahçesi (TAMAMLANDI) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin