"Göğüslerimi aldırdığım ameliyattan sonra taburcu olunca deniz kenarına gittim. Tek başıma. Hâlâ biraz acı çekiyordum ancak tişörtümü çıkarıp dalgalara doğru koşarken özgür hissetmiştim. Yeniden doğmuş gibi...""Nasıl bir histi?"
"Yeniden doğmak mı?" gülüyor, "Tanıdık bir histi sanki. İlk defa yaşamıyordum sonuçta. Sadece bu sefer yanımda annem yoktu o kadar. İlk sefer gibi merak ve korku içindeydim. Yeni bir 'ben' olarak başıma neler geleceği sorularıyla tedirgindim. Sanırım özgürlük korkuyu da beraberinde getiriyor."
Bir ileri bir geri. Odamdaki sallanan sandalyede oturuyor. Elinde ikimiz için yaptığım kahveden var, bol sütlü içiyor. Şimdiye soğumuştur. Yağmurluğunu çıkardı ancak balıkçı şapkası hâlâ kafasında, üzerinde kısa kollu bir tişört var. Hamlet oturuyor. Ophelia'ya özgürlükten bahsediyor... Tam karşısında, yatağımda bağdaş kurmuş oturuyorum ve ona ne söylesem de daha çok anlatsa diye derde düşüyorum. İçimde, 'hadi bana müsaade' diyip kalkacak olmasının korkusu var. Gitmese, tüm gece burda bana yaşlı büyükanneler gibi nutuk çekse bile dinlerim. Fakat aynı zamanda daha fazla burda kalsın istemiyorum. Birkaç saat önce Chanyeol'a, onu terk edeceğime dair ettiğim tüm kızgınlık ve üzüntü dolu cümleler sineye çekildi. Kendime her ne kadar yediremesem de şu anda yanında kız arkadaşının olmaması, bana başka şeylerden bahsetmesi onu ilk gördüğüm zamanki gibi tertemiz boş bir sayfa olarak görebilmemi sağlıyordu. Kızıyorum. Çok kızıyorum kendime. Kolundan tutup kapıya dek sürüklemek ve 'artık daha fazla üzme beni Kyungsoo, bilmeden yapıyor oluşun daha feci' demek istiyorum.
Geçen gün bir oyun okumuş, çok ağlamış. Adını söylemiyor. Zamanın içinde acı çekerek arınıyor. Geceleri ters yatıyormuş, ayakları yastıkta. Kendini istemeden bu durumda buluyormuş hep. Küçükken birisi ona eskiden doğum günlerinin yasak olduğunu söylemiş, koca bir yüzyıla doğum günlerini kutlayamadıkları için üzülmüş. Ama aslında öyle bir şey olmadığını öğrenince çok kızmış, ilk ciddi kızgınlığı olduğunu düşünüyor. Onu bu şekilde kandıran kişiden hâlâ intikam almak istiyor...
Ayağa kalktı ve odanın içinde biraz gezindi. Duvarlardaki posterlerime ve resimlerime baktı bilmem kaçıncı defa. Her adımında utanmazca onu izledim ve güzelliğine tekrar tekrar övgüler yağdırdım içimden. Kendinde olan şeyleri göremediği için ona hayrandım belki de. Kendinde olanı görse burnu havada bir kalpazan olup çıkardı ve ben bana hiçbir şey kalmamasından yakınırdım. Onda gördüğümü, kız arkadaşı görebiliyor mu diye merak ediyorum sürekli. Haksızlık etmek istemiyorum ancak insan kendisini birine ait hissetmek istiyor. Tanrı içimize o kadar büyük bir sevgi koymuş ki, bunun paylaşılması şart olmuş. Ancak ona bakarken gördüğüm tek şey erkek hareketleri, mimikleri, lafları... Düşünce yapısı bile erkekçe. Beyin nasıl değişebilir diye düşünüyorum, en çok da buna şaşıyorum. Böyle yaratıldıysa farklı tabii. Tam olarak trans bir bireyi tanımadığımın farkına varıyorum. Kafamı kurcalayan bir sürü soru içersinde en son soracağım, haddim olmayan bir soru çıkıp geliyor beynimin en gerilerinden...
"Yanlış anlamazsan..." diye giriyorum söze. Bana dönüyor ve yanıma gelip yatağa oturuyor. Ben biraz geri kayıyorum bu sefer. "İstediğini sorabilirsin dostum." diyor ve yatakta boş kısma uzanıyor. Ayakları yataktan sarkıyor. Ellerini başının altında birleştirdiğinde tişörtü göbeğini hafif açıkta bırakıyor ve birkaç ben görüyorum beyaz teninde. Keçileri kaçırmama ramak kaldı. Elimdeki kahveyi başımdan aşağı dökebilir, kendimi odamın penceresinden atabilirim. Hastanede son nefeslerimi verirken de onun yüzünden olduğunu söyleyebilirim ve tüm hayatı boyunca vicdan azabıyla yaşamasını sağlarım. Bana çektirdiği acıları ancak böyle anlar herhalde.
"Kız arkadaşın.. trans bir bireyden hoşlanıyor ya hani, yoksa seni erkek olarak mı görüyor? Anladın sen işte." diyerek de kestirip arıyorum kafamı beyaz tenini düşünmekten alıkoyamayınca.