İşte yine buradayım.Chanyeol duvarı boyamama şaşırdı. Büyük ihtimalle böyle bir değişiklik beklemiyordu. "Açmış." dedi. "Farklı bir hava katmış."
Maksat değişiklik olsun.
Bahçedeki koltuklara sıçramış ufak boya damlalarını hâlâ fark etmedi. Onları fark edince ne tepki verir bilmiyorum. Büyük ihtimalle hiç dikkatli olmadığım konusunda bir düzine cümle kuracak. Temizlemeye çalıştım fakat biraz geç kalmışım. Yine de o gece her şey güzeldi. Oyunumun ilk sahnesini yazmayı bitirmiştim ve masamın önündeki pencereden bakınca artık Berlin duvarı tamamen Berlin duvarı olarak görünüyordu. Tatmin ediciydi ve hoşuma gitmişti. Chanyeol ise o duvarın ne zaman Berlin duvarının başarısız bir kopyası olduğunu fark edecek bilmiyorum. Yaptığım değişiklik hoşuna gitmiş olacak ki daha fazla yenilik için internetten saksı siparişi verdi. Önüne çiçekler dizecekmiş. Karşı çıkmadım, istiyorsa yapabilir. Fakat bir gece tüm o saksıların ortadan kaybolmayacağının sözünü veremem.
İşte yine buradayım.
Mekanın ahşap kapısını itiyorum; sarı ışıklar, sahnedeki cazcıların enstrümanlarından çıkan ahenkli sesler ve tüm o kısık sesle yapılan sohbetler aynı anda yüzüme bir rüzgar gibi çarpıyor. Canlı caz kesinlikle bu mekanın en iyi özelliği. Saat gece yarısını bulmak üzere ve Wing Jin gece yarısından önce iş başı yapar mı diye düşünmeden geliyorum. Biraz aceleciyim. Sabırsız. Heyecanlı.
Fakat onu görmem uzun sürmüyor. Barın orada barmen ile bir şeyler konuşuyor her zamanki gibi. Bir yandan da aceleci tavırlarla aldığı bardakları tepsiye yerleştiriyor. Ardından masaların arasından kıvrak ve çevik hareketlerle sıyrılıp siparişleri iki kadının oturduğu bir masaya bırakıyor. Oldukça güler yüzlü, hatta kadınlardan biri bir şeyler söyleyince iki üç laf ediyorlar.
Uzun siyah saçları arkadan gelişigüzel örülmüş. Üzerine kısa kollu, tişörtten hallice bisiklet yaka siyah bir gömlek giymiş. Teni ile bariz bir tezatlık oluşturmuş, karnının bir kısmını açıkta bırakmış. Altında da siyah bir pantolon var. Tamamen klasik. Bir o kadar da çekici. Sol bileğinde zarif bir bileklik sarı ışıkların altında zaman zaman göze çarpıyor. Dudakları hoş bir pembe renk ile parlıyor.
Girişinin önünde dikildiğimi ancak birkaç kişi geçmek için müsaade istediğinde fark ediyorum. Kenarı çekiliyorum fakat asla ilerlemiyorum. Karanlık tarafın orada fark edilmeyi bekliyorum. Neden bekliyorum niye bekliyorum hiç bilmiyorum. Keşke beklemesem. Bir harekette bulunsam; ileri geri ya da çıkıp gitsem. Gitsem, dokunsam omzuna 'ben geldim' desem. Fark edilmeyi bekliyorum. Bu bekleyişim de çok sürmüyor. Başarılı oluyorum. Wing Jin tekrar bar kısmına geçmeden önce benden hemen sonra gelen erkek grubunu buyur ederken beni görüyor ve harika bir şekilde tebessüm ediyor. Hareketleniyorum, yanına gidiyorum ve her şekilde parmak uçlarımdan başlayan bir karıncalanma hissinin kurbanı oluyorum.
"Hoş geldin, nasılsın?" diyor neşeli bir sesle. Sanki enerjisi ile tüm dünyayı ısıtabilecek gibi. "İyiyim, sen?" diyorum. Gözleri ışıl ışıl.
"Gayet iyiyim. Bugün erken başladım çalışmaya, dokuzdan beri buradayım. Saat bir gibi işim biter. Bak, şuradaki masayı bize ayırdım... yani sana. Oraya geçebilirsin... Sana ne getireyim, ne içersin?"
"Hiç fark etmez. Benim için seç lütfen."
"Tamam o zaman. Sen geç, ben hemen geliyorum." birbirimize gülümsüyoruz ve ben 'rezerve' yazısı ile bize ayrılmış köşe tarafta, ışıklardan uzak kalan yalnız bir masaya ilerliyorum. Sandalyeyi çekip oturuyorum. Saksafoncuyu, trompetciyi rahatça görebiliyorum buradan. Piyanist değişmiş. Zaten son gördüğümde pek tekin bir tip gibi de gelmemişti, iyi olmuş. Yenisi de gayet iyi iş çıkarıyor.