1.7

3.4K 251 218
                                    

Son, çok yakındı.

Artık yaşamak için çırpınmadığım bu bataklıkta görebiliyordum bunu.

Biz sona atlamayacaktık ama o bizi bulacaktı.

Ve bıçak nefesi kesecekti.

Şu saatten sonra, gerçek yıkım tam anlamıyla başlıyordu. Bu yıkımda ölen sadece ben değil, biz olacaktık. Bunu hissedebiliyordum.

Ah, hayır, hissetmiyordum.

Biliyordum.

Sessizliğin şeytanları etrafta cirit atarken, bir kişi dahi gözünü kırpmıyordu. Olduğum yere çivilenmiş gibiydim. Öyle ki nefes bile alamıyordum.

Kafamda patlak veren fırtına içimi yakıp kavuruyordu. Duyduklarımı sindirmeye çalışırken kalbim bunun gerçek olmaması için yalvarıyordu Tanrı'ya lâkin boştu, öyle olsa çoktan inkar edilirdi.

Jisoo, ölmüş müydü? Olamazdı. Ölmüş olamazdı.

Göz kapaklarım titredi, kucağımdaki ellerim de titremeye başladığında, boşalmış bir ifadeyle sadece masanın üzerine bakıyordum. Bir kaybı daha kaldıramazdı kalbim, bunu kabullenemezdi aklım ve delirirdim en sonunda.

Ruhum içimde ezilip büzüşüyordu. Zihnimde derin bir deprem oluyordu ve ne yapacağımı, ne hissedeciğimi bilmiyordum.

Ölü duygular, karasızlıklar, aynı kayboluş.

İşte geliyorlardı. Onlardan kurtulmuş olduğumu sanarken yine sızıyorlardı ruhuma. Kaçmak istediğim Rosé karşımdaydı.

"Olamaz." Döküldü dudaklarımdan ama konuşan ben değildim sanki. Ruhum bedenimden sıyrılıp karşı kanepeye oturmuştu da bedenim sadece beynimin emrini yerine getiriyor gibiydi.

Ruhsuz beden yaşamazdı, derler.

Yaşıyormuş.

Titreyen dudaklarımı birbirine bastırmadan hemen önce derin bir nefes çektim ciğerlerime. Ortamdaki oksijen yetmiyordu bana, şu koca dünyaya sığdıramıyordum kendimi.

Ölümün nefesi aramızdaki sessizliğe üflendiği sırada telefonun lanet olası sesi duvarlara çarpıp kulağıma doldu.

Çalan benim telefonum değildi ama ses yakından geldiği için anlamakta zorluk çekmemiştim.

Dakikalar sonra gözlerimi sofradan çekmeyi başarıp Jungkook'a çevirdim ve kahvelerinde kopan fırtınaya bizzat şahit oldum.

Kenetlediği çenesini görmesem bile öfkesini hissedebiliyordum. Öyle ki kirpikleri titriyordu ama benim ne yapacağını şaşmış aklım, ağzını açıp da tek kelime etmiyordu.

Jungkook, kasılan eliyle birlikte cebindeki telefonunu çıkardı. Kahvelerine yayılan zehir gözlerime dokunduğunda boğazıma bir yumru dolandı ve ciğerlerimi sıkıştırdı.

Aramayı cevapladı ve hoparlöre alarak masaya bıraktı.

"Nasılsınız çocuklar?"

O ses. O lanet ses ve o lanet insan.

"Yanlışa oynuyorsun."

O ses. O hayran olunası ses ve o hayran olunası insan.

Cennet ve cehennem. Acı ve tatlı. Bıçak ve iğne. Kurtuluş ve yok oluş.

İfadesiz ve kaskatı yüzü, gözlerinde kopan fırtına ile kıyamete imzasını atarken, ses tonu kulaklarımı delip geçti.

Bundan sonra Sung Ho'yu yaşatır mıydı bilmiyordum ama elimde olsa ondan önce ben saplardım bıçağı kalbine. Bu iğrençliğin hâlâ hayatta olması öyle bir dokunuyordu ki kanıma, onun bir yerlerde hâlâ nefes alıyor olmasını bilmek kendimi öldürme dürtümü zorluyordu.

|•| Leaofila |•| rosékookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin