Kontrol etmekte en çok zorlandığım şey, ifadelerimdi.
İnsanlar, duygularını kontrol edemezlerdi. Bunu kontrol edebildiğini söyleyen insanlar genelde bunun farkında olmazlardı çünkü duygular, doğumdan ölüme kadar peşimizi bırakmayacak tek şeydi.
Ama ifadeyi kontrol etmek, çok daha başkaydı. Öfkelendiğinde ya da üzüldüğünde bunu dışarı yansıtmamak çok zordu çünkü bu anlar insanların en hassas anlarıydı.
Şu anda en hassas anımı yaşıyordum.
Derin bir nefes aldıktan sonra sert bir sesle, "Geleceğim." Diye tısladım, karşımdaki koyu kahve gözlere bakarak. Öyle bir yoğunlukla gözlerime sabitlenmişlerdi ki ondan başka hiçbir yere bakamıyordum.
"Hayır, gelmeyeceksin." Diye karşılık verdi zehir gibi bir sesle. Konumuz, Lalisa'ydı. Günün tamamında kadınları vermeden onu almak için kafa patlattığımız bir plan için uğraşmıştık ve gitmek için herkes hazırlandığında Jungkook benim geleceğimi duyunca sert bir dille reddetmişti.
Neden böyle yaptığını anlamıyordum. Diğerleri buna asla itiraz etmezken Jungkook şiddetle karşı çıkıyordu. Onlara yük olduğumu falan düşünüyor olmalıydı.
Bu ise kalbimi acıtıyordu.
"Jungkook, neden her seferinde bunun için tartışma çıkarıyorsun?"
Kaşları alayla kalkarken hastalıklı bir şekilde güldü. Bu halleri korkutucu oluyordu çünkü delirmiş gibi görünüyordu.
"Asıl sen her seferinde aptallık edip duruyorsun. Eğer daha fazla diretirsen seni bayıltır kapıyı da üzerine kitlerim, duydun mu?"
Şaşkınlıkla ona bakarken ciddi olup olmadığını ölçmeye çalışıyordum ama oldukça ciddi görünüyordu. Yapamaz diyemiyordum çünkü yapardı.
O dengesizin tekiydi.
"Yok artık!" Dedi Jimin gülerek. Taehyung gün boyu süren ruhsuzluğundan çıkararak hafifçe tebessüm etti, bunu görünce bir nebze olsun rahatladım.
"Jungkook," dedi Jin, yüzüne yerleştirdiği bir gülümsemeyle bize bakarak. "Lalisa Rosé'un en yakın arkadaşı, doğal olarak onu almaya giderken evde kalması onun için çok zor olur. Bırak gelsin, zaten yanımızdan ayırmayız."
Ona minnetle bakarken Jungkook sıkıntıyla burun kemerini sıktı. İçinde bir şeylerle savaşıyor gibiydi sanki ve bu savaşı bir türlü kazanamıyordu.
"Pekâlâ," dedi sonra kafasını kaldırıp bana baktı. Gözlerindeki binlerce duygu önüme serilirken bunu asla istemediğini daha net anlamıştım ama sonra bir duygu daha yakaladım.
Endişe.
Endişeleniyor muydu? Benim için mi?
Dudaklarımı birbirine bastırırken sadece ona bakmaya devam ettim.
"Yürü."
Kafasıyla dış kapıyı işaret ettiğinde bacaklarımı hareket ettirerek önden yürüdüm ve kapıyı açıp dışarı çıktığımda ılık havanın tenimi okşamasına izin verdim.
Zihnim darmadağındı. Bir şeyler yanlış yerdeydi ve ben ne kadar uğraşırsam uğraşayım onları doğru yere yerleştiremiyordum.
Yaşadığım paradokslar acı veriyordu, kararsızlıklarım acı veriyordu, çaresizliğim acı veriyordu ve ben tüm bu sıkıntının içinde yalnızlığımla ölümümü bekliyordum.
Kendi zihnimde açtığım mahkemede karar çoktan çıkmıştı, artık kendimi ne ben kurtarabilirdim ne de bir başkası.
Siyah Range Rover'ın ön yolcu koltuğuna oturduktan sonra diğerlerinin yerleşmesini izledim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
|•| Leaofila |•| rosékook
Fiksi PenggemarBir yıldız öldüğünde, arkasında milyarlarca yıl yaşadığına dair bir iz bırakır. Bu bazen bir karadelik olur; yanına hiçbir şey yaklaşmaz ve yaklaşanlar da sağ kalamaz. O gün, o gece gözleri birer karadelik olan birini tanıdım. Gözlerinde ölü bir yıl...