27

560 51 9
                                    

2 Aralık 1950

Geçtiğimiz günlerde hayatımın en anlamlı ve en duygusal olayını yaşadım.

Bundan iki gün önce gece yarısı gürültüyle uyandım. Pencereden baktığımda muhtarın evinin önünde küçük bir kalabalığın toplanmış olduğunu gördüm. Üzerime bir ceket alıp dışarı çıktım.

Eve yaklaştığımda, içeriden gelen çığlık sesleriyle irkildim. Ancak muhtarın karısının gebe olduğunu, doğum zamanının geldiğini hatırladım.

Kalabalığın içinde annesiyle birlikte ayakta duran, büyümüş gözlerle çığlıkların yükseldiği eve bakan Kemal'i gördüm. Gözleri benimkileri buldu. Hafifçe gözlerimi kırpıştırdım, rahatlaması için. Biraz olsun rahatlayıp kafasını belli belirsiz salladı.

Birdenbire, ebe olduğunu anladığım bir kadın evden telaşla çıktı.

"Göbek bağı boğazına dolanmış, bebe elden gidiyor!" diye bağırdı.

"Eyvah!" dedi kadınlardan biri.

"Kurtaramaz mısın?"

Ebe kadın başını iki yana salladı.

"Tabip gerek, tabip olmazsa hem anne hem çocuk gidici!"

"Ama bu saatte ta kasabaya nasıl gidecek?"

"Mümkün değil, ikisi de gitti o zaman..."

Başımı çevirip evinin duvarının dibine çökmüş muhtarın çaresiz yüzüne baktığımda ne yapmam gerektiğini anladım. Başımı öbür tarafa çevirip Kemal'e baktığımda o da bana bakıyordu. İkimiz, konuşmadan anlaştık. O arkasına dönüp koşa koşa ahıra gitti.

"Biz, onu kasabaya götüreceğiz" dedim. Herkes dönüp inanmazca bana baktı ama benim umurumda olan tek şey muhtarın umut dolu bakışlarıydı.

"Onu iyice giydirin, üşümesin. Bir de ne kadar yorgan, döşek varsa getirin kağnıda sarsılmaması gerek."

Ebe kadın başıyla onaylayıp içeri koştu. O sırada yanıma gelmiş olan muhtar şaşkınlıkla bana baktı.

"Emin misin, Muallim?"

"Elbette, Şeref ağabey, bu ne biçim soru?"

Kemal, atları bağladığı kağnı ile geldi. Evden omuzlarında döşek ve yorganlarla çıkan iki kadın kağnıya onları serdi. Başka kadınlar da Huriye ablayı neredeyse kucaklamış bir şekilde getirdi. O an, kadınların gücüne hayran kaldım.

El birliğiyle Huriye ablayı kağnıya yatırdık. Şeref ağabey bir yana ben bir yana oturduk. Kemal hemen dizginlerin başına geçti ve atları yürüttü.

Kemal, arada sırada arkaya, sarsılıp sarsılmadığımıza bakıyor, Şeref ağabey bir mendille ıkınmakta olan karısının alnını siliyor, ben sözlerimle Huriye ablayı sakinleştirmeye çalışıyordum.

Kısa sürede köyden çıktık. Yol zifiri karanlıktı ama atlar ve Kemal yolu biliyordu. Yine de korku yüreğimi esir almışken sakin kalmak çok zordu.

Bana sonsuzluk gibi gelen bir sürenin sonunda kasabaya, hemen ardından hastaneye varmıştık.

Hep beraber Huriye ablayı indirdik. Hastanede sadece bir hemşire vardı ama koşarak gidip doktoru çağırdı.

Uykusundan uyandığı belli olan doktor, gelir gelmez, ıkınıp çığlık atan zavallı kadını bir odaya aldı. Biz odanın kapısında beklemeye başladık. Kemal, Şeref ağabeyin omuzlarını ovuşturarak onu rahatlatmaya çalışıyor, bense ' Acaba geç mi kaldık?' kaygısı ile volta atıyordum.

Bir süre sonra çığlıklar kesildi. Biz, sanki ardını görebilecekmiş gibi kapıya gözlerimizi diktik. Bir bebek ağlama sesi duyulduğunda rahatlayarak birbirimize baktık. Kemal, derin bir nefes alıp verdi.

Odadan çıkan doktorun yüzü gülüyordu.

"Biraz daha gecikseydi kurtulamazdı. Neyse ki, anne de bebek de sağlıklı. Nur topu gibi bir oğlunuz oldu." dedi.

Şeref ağabey hıçkırarak ağlamaya başladığında bizim de gözlerimiz doldu. Doktor onun omzuna hafifçe vurdu. Şeref ağabey onun elini öpmeye çalıştığına bunu reddetti.

"Git ve oğlunu gör" dedi.

Muhtar içeri girerken doktor ayrıldı. Biz de birbirimize bakıp gülümsedik.

"Başardık" dedi Kemal. Bunun üzerine tek bir kelime bile etmeden sarıldık. Ben onun saçlarını okşadım hafifçe.

Daha sonra içeri girebildik. Bebek gayet sağlıklıydı. Huriye ablanın gece hastanede kalıp dinlenmesi gerekti. Benim ertesi gün okulum olduğu için Kemal ve ben onun kağnısı ile geri döndük. 

İtirazlarına rağmen onun yanına oturmuş, başımı omzuna yaslamıştım. Bütün yolu öyle gitmiştik.

Ertesi gün, okul çıkışında eve gittiğimde Şeref ağabeyin beni evine çağırdığını söylediler.

Onun evine gittiğimde, beni bir odaya buyur ettiler. Odadaki divanda Huriye abla kucağındaki bebekle oturuyor, Şeref ağabey onun yanında bebeğe gülümseyerek bakıyor, Kemal ise ayakta durmuş onlara bakıyordu.

İçeri girdiğimde Şeref ağabey ayağa kalktı.

"Hoş geldin, Muallim Efendi. Lütfen buyur, sen de Kemal."

Onların karşısındaki divana yan yana oturduk.

"Dün akşam yaptığınız şey, göze aldığınız tehlikeler... Bizim için gösterdiğiniz bu cesaret paha biçilemez. Bunun için size bir ömür borçlu olacağım"

Kemal ile aynı anda:
"Estağfurullah" dedik.

"Size olan minnetimin göstergesi olarak, oğlumun sizin gibi iyi yürekli ve cesur olması için, ona Ahmet Kemal adını verdik."

Kemal ve ben birbirimize baktık. O yutkunurken, ben aynı şeyi düşündüğümüzü biliyordum. Adlarımız bir çocuğun üzerinde yan yanaydı ve ömür boyu öyle kalacaktı. Bu, bizim için paha biçilemez bir hediyeydi.

"Sağol, Şeref ağabey" dedim, gözlerime yaşlar hücum ederken. Kemal konuşamıyordu bile.

Onların evinden çıkıp benim evime gittik. O zamana kadar Kemal kendine gelmiş, cıvıldamaya başlamıştı.

"Tahayyül etsene, Ahmet, elimizde büyüyecek çocuk. Ben köy işlerini ögretirim, sen ise okumayı."

"Dur biraz, Kemal. Onun kendi annesi babası var."

"Biz de onun babaları sayılırız" dedi gözleri parlayarak. Onun bu çocuksu heyecanına tekrar aşık oldum ve gülümsemeden edemedim.

Kollarımla onu sımsıkı sardım. Beni anladı, sözcüklere gerek duymadan. O da bana sımsıkı sarıldı. Bu sevgi bulutunun içinde kopmamazcasına, sarıldık.

Man O To [BxB]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin