Sonunda bugünü arkamda bırakabilmiştim, ağlamaktan ağrayan gözlerimi açtığımda tekrar odamda olduğumu görmüştüm, hepsinin bir rüya olduğunu düşünüyordum. Gıcırtılı yatağımdam doğrulduğumda ise ilk işim camdan Lovie'nın evine doğru bakmak olmuştu, ışıklar kapalıydı ve en ufak bir ses dahi gelmiyordu. Telefonumu kavrayıp, göz hizama kaldırdığımda saatin henüz 19:30 olduğunu farketmiştim, aklımda binlerce soru beni rahatsız ediyordu. Telaşlı adımlarımı merdivenlere yöneltmiştim ve sokağa ulaştığımda duyulan kahkaha sesleri ve çocukların neşeli oyunlarını artık göremiyordum. İlk işim tekrar telefona sarılmak olmuştu, ekrana dokunmaya başlamıştım ve sonunda Garry'ı rehberden bulup aramıştım.
Mark: Garry, neredesin?!
Garry: Sen iyi misin?
Mark: Evet, iyiyim! Lovie'nin ailesi ve bizimkiler evde yok üstelik sokak çok sessiz! Neler oluyor moruk?
Garry: Kardeşim, üzgünüm.
Mark: Ne için? Dur-.. Rüya değil miydi? Yani Lovi-..
Cümlemi bitiremeden telefonu kapatmıştım, tekrar cebime sokarak bir kaldırıma oturup gözyaşlarımı serbest bırakmıştım. Lovie'nın odasında bulunan pencere tam suratıma bakıyordu, karşı kaldırımda oturup sadece iç geçiriyor ve içeriden çıkıp gülümsemesini düşünüyordum. Düşünceler arasında giderken omuzumu kavrayarna bir el ile arkama dönmüştüm, Corey üzgün bakışlarını bana yöneltiyor ve kalkmam için kolumu çekiştiriyordu. Ona yardımcı olarak ayağa kalktığımda, omuzuma dostça iki kere vurdu ve konuşmaya başladı.
Corey: Üzgünüm Mark, gerçekten ama güçlü olmalısın!
Mark: Bun-.. Bunda nasıl güçlü olabilirim Corey? Sevgilim, canım öldü hemde benim yüzümden.
Corey: Kendini suçlama, bunu kimin yaptığını biliyoruz ve emin ol cezasını vereceğiz.
Mark: Hayır Corey, siz değil ben vereceğim.
Corey: Mark, sakinleş artık tamam mı? Bu tavırların yüzünden onlarca şey yaşadın, etrafında bulunan herkesin ölmesini mi istiyorsun?
Mark: Hayır, Corey hayır! Sadece artık bu işi bırakmak istiyorum, eski hayatıma dönmek ve mutlu olmak istiyorum.
Corey: Eski hayatından kastın, normal biri olmaksa bu imkansız Mark. Mutlu olmaya gelirsek, yakında olacaksın sadece beni dinle ve plana uy.
Mark: Sonra konuşabilir miyiz Corey? Gerçekten, yalnız kalmaya ihtiyacım var.
Corey: Pekâla Mark, istediğin zaman beni bulabileceğini biliyorsun dikkatli ol.
Corey tekrar adımlarını karanlık yola yöneltmişti ve gözden kaybolmaya başlamıştı. Tekrar önüme döndüğümde, yolun kenarından gelen ağır tempoda bir araba dikkatimi çekmişti. Araba tam evin önünde durmuş ve kapıları açılmıştı, içinden inen kişilere iyice odaklandığımda, Annem, Babam ve Lovie'nın ailesi olduğunu görebilmiştim. Yerimden kalkamıyordum, karşıdan onları izliyordum ve beni farketmemelerini istiyordum. İstediğim pek gerçekleşmemişti, tam olarak bakışlarını bana çevirmişler ve yaşlı gözleri ile anlamamsız mimiklere başvuruyorlardı. Oturduğum soğuk kaldırımdan kalktığımda, bana doğru gelen Annem'i görebilmiştim, beni kollarının arasına aldığında dizlerim tutmayacak şekle gelmişti. Ellerimin titrediğini ve kalbimin eskisinden daha yavaş attığını hissedebiliyordum. Annem uzun bir sarılmadan sonra koluma girmiş, beni eve doğru sürüklüyordu. Yaşlı gözlerimi Lovie'nın ailesine çevirdiğimde, suratlarındaki sahte gülümseme ile rahatlayabilmiştim ve kapıdan geçerek odama ulaşmıştım. Kendimi yatağa bıraktığımda, sıcak yorganın üzerimi örttüğünü hissettim, hiç olmadığım kadar yorgundum ve gözlerim tekrar kendiliğinden kapanıyordu. Gözlerimi açtığımda sonunda sabahın olduğunu görmüştüm, aşağı kattan gelen onlarca insan seside beni meraklandırıştı. Yerimden kalktığımda, cama doğru bir bakış attım ve evin önünde duran onlarca araba dikkatimi çekmişti. Cenazenin olduğunu anımsamıştım, dolaptan kavradığım kapşonlu kıyafetlerimi kavradım ve üzerime geçirerek, suratımı kapsayacak şekilde kapşonumu kapatmıştım. Odamdan çıkarak, gıcırdayan merdivenlerden aşağıya inmeye başlamıştım. Lovie'ların ve bizim ev tamamen doluydu, misafirlerin yetmediğini düşünmüştüm çünkü insanlar neredeyse sokağa kadar taşmıştı. Herkesin üzerinde şık kıyafetler vardı, neredeyse herkes siyaha bürünmüştü ve ellerinde tuttuğu içkileri titrek sesleri ile yudumluyorlardı. Salona indiğimde tüm bakışları üzerime toplamıştım, günlük yaşantıma uyan bir kıyafet giydiğim için insanlar ters şekilde bana bakıyorlardı. Sokağa ulaştığımda Garry ile karşı karşıya gelmiştik, kollarını açtığı anda ilk işim sarılmak olmuştu, nefesimi topladım ve şişmiş gözlerimi bir kez daha temizledim. İnsanların tekrar dışarıya çıktığını farketmiştim, herkes arabalara yöneliyordu ve bizde aynısını yapmaya başlamıştık. Garry ile birlikte arabamızın arka koltuğuna oturduğumuzda, Anne ve Babamın ön koltuklara geçtiğini görmüştüm. Arabalar çalıştığında oldukça uzun bir yola gittiğimizi farkediyordum, kimse konuşmuyordu ve nefesler yerini ağlama hıçkırıklarına bırakmıştı. Araba haraketini durdurduğu anda camdan bakmıştım, büyük bir mezarlığın yanında duruyorduk. Arabadan inip, görkemli kapıdan geçtik ve yeşil çimlerin arasındaki yolda yürümeye başlamıştık. Önümüzde büyük bir cenaze arabası duruyordu, önünde ise kiliseden tutulmuş bir papaz elindeki haç ile garip haraketler yapmaya başlamıştı. Tamamen sağlam ahşaptan yapılan bir tabut içimi adeta parçalamıştı, tam toprağın yanında duruyordu ve insanların bakışları arasında yavaş yavaş toprağa gömülüyordu. Göz yaşlarımı tutamadığımı anladığımda kendimi serbest bırakamayı seçmiştim, göz torbalarım gititkçe şişmeye ve kızarmaya başlamıştı, kapşonum suratımı kapatacak şekilde durduğu için yüzümü göstermemeyi başarıyordum. Bunaltıcı güneşin altında tabut toğrağa inmişti ve yakınlarının elindeki kürek ile tabutun üzerine toprakları atmaya başladığını görmüştüm. Lovie'nın Babası yaşlı gözler ile suratıma bakıyordu, başımın eğik olduğundan dolayı sadece göz ucumla görebiliyordum. Kolumdan kavrayıp, çukura doğru çekiştirmeye başlamıştı ve elime tutuşturduğu bir kürek ile kulağıma fısıldamıştı. "Seninde atman gerekiyor evlat, Lovie seni aileden görüyordu bizde öyle üzgünüm." Burnumu çekip, hıçkırıklarımı duyurmamak için elimdeki küreğin tahta sapını sıkmaya başlamıştım. Uzun bir bekleyişten sonra küreği birikmiş toprağa bastırdım ve kendime doğru çekerek ucunda duran bir karış toprağı tabutun üzerine bırakmıştım. Toprağın her parçası tabutun üzerine düştüğünde içim hiç olmadığı kadar yanıyordu, küreği tekrar toprağa batırıp arkamı dönebilmiştim. Kör bir noktada dikiliyordum, saçma konuşmalar eşliğinde tabut bir makine aracılığı ile toprağa gömülmüş ve üzerine çiçekler bırakılmıştı. Yaklaşım yarım saat sonra hekresin dağıldığını görebilmiştim, önümde sadece Lovie'nın yattığı mezar duruyor ve taştaki resim tam suratıma bakıyordu. Kapşonumu kaldırdığımda, gözlerim ve saçlarım sonunda güneşe kavuşmuştu ve gözlerim iyice kamaşmıştı. Ağır ve titrek adımlarım ile mezara doğru ilerlemeye başlamıştım, elimi toprağa doğru bastırıp derin bir nefes almıştım, tek yapabileceğim şey bunun olduğunu düşünüyordum. Tekrar nefesimi topladım ve arkamı dönerek, görkemli ve saçma kapının altından geçerek ıssız bir yola çıkmıştım, kasabaya ellerim cebimde ilerliyor ve sesli şekilde ağlıyordum hıçkıra hıçkıra.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dolunay
Science FictionKanımda dolaşan bu gücü hissediyorum, evet. Bazen öyle bir acı hissi yaşıyorum ki kafamı yerinden ayırıp atasim geliyor fakat bunu beni düşünenler adına yapmamalıyım.