1 Eylül 1998
Sinan yaşlı dükkan sahibine yeni yaptığı otuz tabloyu oldukça iyi bir fiyata sattıktan sonra artık neredeyse birkaç haftada bir geldiği o tanıdık, dar sokaklardan çıkarak yolun sonunu düşünmeden yürümeye başladı.
Hayatın böyle olması garipti. Gidecek kimsenin olmaması ya da yapmak zorunda olduğun hiçbir şeyin olmaması... İnsan ister istemez bir boşluğa düşüyordu. Canı istese bir yıl boyunca evden çıkmadan yatar, kimsenin de ruhu duymazdı. Sonuçta artık hiçbir şey yapmak zorunda değildi, değil mi? Bir okulu yoktu, görüşecek bir ailesi, arkadaşı, sevgilisi yoktu. Yine başladığı gibiydi her şey. Ebedi yalnızlık ve amaçsızlık geri dönmüştü. Eskiden en azından nefret ede ede gidiyor da olsa bir okulu vardı. Şimdi o da olmadığına göre hiçbir şeye karşı bir sorumluluğu kalmamış gibiydi.
Şu tablo yapma işi hayatında başına gelen en garip tesadüflerden biriydi. O iş sayesinde hem sevdiği bir şeyi yapıyor hem de çok fazla olmasa da kendisine yetecek kadar para kazanıyordu. Zaten kira vermiyorken ve faturaları da dedesinin emekli maaşı sayesinde ödüyorken bu işten kazandığı harçlık kendisine yetiyordu. Hem bir işe girmek ona göre değildi. Birincisi kimse onu almak istemezdi, ikincisi iki gün sonra başına bir iş açıp kovulurdu.
Tek başına sokakları gezerken kendini Galata'nın taşlı, eski püskü dükkanlarıyla dolu yollarında buldu. Osman'la beraber gece vakti buralarda şarkı söylediği zamanları düşününce yüzünde istemsizce buruk bir gülümseme oluşmuştu. Bu şehrin her köşesine beraber bir imza bırakmışlardı sanki.
Belki kelimelere dökmeye çalışsa yapamazdı ama alışma hissi tam olarak bunun gibiydi işte. Kalbinizi yakıp kavuran anılar aklınızdan geçtiğinde artık sadece acı bir şekilde gülümseyerek onların tarihe gömüldüğünü kabul ediyordunuz. Onların aşkları da bir masal gibi kısa süre sonra tarihe gömülmüştü. Ama hani masalların sonu iyi biterdi? Hani kötüler cezalandırılır, iyiler mutlu olurdu? Neden onların sonu böyle olmuştu ki? Belki de kuralına göre oynamamışlardı her şeyi.
Sinan dakikalar sonra vardığı yerin önünde durduğunda zar zor yutkunarak boş gözlerini kafasının üzerinde tabelaya dikti. Gecenin karanlığında Osman'la beraber aceleyle lunaparka girdiklerinde o zaman neye benzediğini tam olarak görememişti. Şimdi gündüz gözüyle her şeyi daha iyi görebiliyordu. Gözlerini dönme dolabın renkli ve ışıklı kabinlerinde gezdirdi. Acaba Osman'la o gece gizlice buraya girdiklerinde hangisine oturmuşlardı? Hatırlamayı denedi ama başaramadı. Sakin adımlarla önüne dönüp yola devam etti.
En sonunda sahile geldiğinde yürümekten ayakları ağrıyordu. Kenardaki kayalıklara oturduğunda sonbaharın yaklaşmasıyla beraber serinleşen havanın rüzgarıyla saçları savrulurken karşısındaki denizin sonsuz maviliğini ve özgürce uçan kuşları izledi. Karşı yakaya dizilmiş sayısız eve, henüz hiç göremediği onlarca sokağa bakarken kendini yine çok küçük hissetti. Acaba Osman bu koskoca şehrin neresindeydi? Sonra gözlerini gökyüzüne çevirdi. O da aynı gökyüzünü izliyor muydu acaba? Belki de ancak o zaman göz göze gelebilirlerdi.
Sıkıntıyla iç geçirip ceketinin cebindeki matarayı aldı ve hala soğuk duran biranın acı tadının dudaklarının arasından kayarak geçmesine izin verdi. Matarayı aldığı sırada eline bir kumaş parçası takılmıştı. Cebinden parçayı çekip çıkardığında aslında bir tane değil iki tane olduğunu fark etti. Elinde duran ince kumaş parçalarına baktığında bir çift mavi bileklik olduğunu fark etti. Yüzüne şaşkınlıkla beraber hafif bir gülümseme yayıldı. Bunların burada olduğunu aylar önce unutmuştu bile.
Elindeki bilekliklere uzun uzun baktı. Bunlar Osman'ın ona bileklerindeki, jiletin bıraktığı derin yara izlerini kapatmak için verdiği kalın kumaş bilekliklerdi. Zamanında Osman kendi elleriyle takmıştı bunları Sinan'ın bileklerine. Keşke şimdi de kalbindeki yaraları saracak birer çözüm olsaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Aramızdaki Yıldızlar [Sinan×Osman]
JugendliteraturYollarını kesiştiren bir tesadüf onları asla birbirinden ayrılmak istemeyen insanlara çevirecekti. Ama bazen ayrılmak bir arada kalmaktan daha kolay ve daha acısızdı.