İkiz Kuleler Zindanları, Saat 17.30Sessizlik, öldürücü hamlesini yapmadan önce kurbanını incelemek istermişçesine hareketsizdi ve duvarlara eski zamanlarda bahtı kapalı kişiler tarafından bırakılmış tırnak izleri günün son güneş ışıklarıyla birlikte parlamaktaydı.
Koridor hiç bitmeyecekmiş gibi görünüyordu. Sağa ve sola kıvrılan beton dallar gizemli bir karanlığa sahipti. Gölgeler duvarlara asılı meşalelerin arasında fısıldaşarak ilerlerken beton zemine çarpan minik çakıl parçaları bir canavar inliyormuş gibi devasa alanda yankılanıyordu.
Wooyoung'un elleri kalın bir iple bağlıydı. Tel tel olmuş saçları kafasını yasladığı kırmızımsı taş duvara yayılmıştı. Ayakları da elleri gibi bağlanmıştı ve rahat bir pozisyonda oturmakta güçlük çektiği yüzündeki 'Kahretsin!' diye bağıran ifadeden belli oluyordu.
Sabahın erken bir saatinde Prens San tarafından şaşırtıcı bir şekilde bulunup cezalandırılmak için Choi Sarayı'na götürülen genç hırsızın saatler önceki canlılığı kalmamıştı artık.
General Jongho onu iple sıkıca bağlarken ve Prens San'ın insanın ruhuna işleyen ürpertici bakışlarını görmezden gelmeye çalışırken bile bu kadar umutsuz hissetmemişti Wooyoung. 'Nasıl olsa yine kaçarım.' diye düşünmüştü.
Fakat bulunduğu yer İkiz Kuleler'in tepesindeki bir zindandı. İkiz Kuleler'den kimse kaçamazdı.
Kaçmaya çalışanlar hayata bir daha gelmemek şartıyla ruhlarını boşluğa bırakmaya zorlanmış kimselerdi.
Bu gerçeği anımsamak Wooyoung'un boğazında bir düğüm oluştururken zar zor yutkunabildi. Onu asıl korkutan nerede olduğu değildi. Zaman kaybediyordu. Çoktan saatler geçmişti, bu tüylerini ürpertiyordu.
Parmaklıklarla kaplı odaların yer aldığı alan çok büyüktü. Normalde hapislerde sürünmeye küçüklükten beri alışmış Wooyoung için bile bu kadarı fazlaydı. Ve asıl kötü tarafı, birkaç metre ötedeki camdan bakarsa görebileceği uçsuz bucaksız uçurumun verdiği gerginlikti.
Herkes bilirdi ki İkiz Kuleler'in altındaki uçurum yıllardan beri kimse tarafından ölçülememişti. Orası bir ölüm tuzağıydı. Gidenin geri gelemeyeceği bir cehennemdi. Bu gerçek Wooyoung'un pencereden oldukça uzak bir noktada, parmaklıkların tam dibinde oturmasına neden oluyordu.
Meşalelerin oynaşan ışıklarının altında bir kapı gıcırdaması duyulduğunda Wooyoung yarı açık yarı kapalı gözlerini aydınlatması yetersiz kalan koridora yönlendirdi. Bir şey göremiyordu ama gittikçe yaklaşan terlik sesini işitebiliyordu.
"Yalnızken gayet mutluydum." diye seslendi Wooyoung, terlik sesi parmaklıkların önüne geldiğinde dururken. Yüzünde yapmayı sevdiği alaycı bir gülümseme vardı. "Pencereden atlayıp intihar edip etmediğimi görmek için mi geldiniz?"
"Ne yapacağınızı kestiremem ama intihar etmeye kalkışmayacak kadar zeki olduğunuzu duymuştum." Gelen Seonghwa'ydı ve kollarının arasında bir süre önce Hongjoon'un eline tutuşturduğu birkaç parça yemekten oluşan bir sepet taşıyordu.
Wooyoung kafasını yasladığı duvardan hafifçe kaldırıp daha önce hiç görmediği genç adama baktı. Burnuna gelen yoğun çamaşır suyu kokusu bir süredir boş olan midesinin kasılmasına neden olurken derin bir nefes aldı.
"Ne de olsa saraydan daha önce kaçabilen kimse olmamıştı," diye devam etti Seonghwa. Elindeki sepeti zindan odasının kapısını açabilmek için kısa bir süreliğine yere bırakmıştı. Çıkan metal sesleri Seonghwa'nın yüzlerce anahtar arasından doğru olanı bulmaya çalıştığını açıkça gösteriyordu. "Böyle birisini aç bırakmayacakları tahmin edilebilirdi. Şimdiden prensler sizin hakkınızda konuşmaya başladı bile Bay Wooyoung."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kingdom Diary // WooSan
Fanfiction11. Choi kralının sefere çıkmak üzere ülkesinden ayrılmasının ardından taht, sınırlı bir süreliğine en acımasız prense yani San'a bırakılmıştı. Wooyoung ise ekmeğinin peşinde koşan sıradan bir köylüydü ve kim Kral kim değil, önemsemiyordu. Not : Bu...