Choi Krallığı Toprakları, Saat 06.00Havada dağılarak sıcak rüzgara karışan kan kokusuna etrafa saçılmış taş ve toprağın karmaşası eklenmişti. Adım atılacak yer bırakmayacak kadar her yeri işgal etmiş hareketsiz bedenlerin görüntüsü mide bulandırıyordu. Güneş doğmuştu doğmasına fakat ışık şuan sadece kırmızıya boyanmış tenlerin görüntüsünü insanın yüzüne çarpan bir kötülük habercisi konumundaydı.
Choi, düşmana göre daha küçük bir orduya sahip olmanın dezavantajını tahmin edilenden daha hızlı görmüştü. Nilüfer desenli armalarının üstünden oluk oluk akan kanla cebelleşen askerlerin savaşı kazanmaya dair olan umutları tükenmek üzereydi. Dün akşam başlayan savaştan beri hiç dinlenemedikleri için bitkin durumdaydılar. Bazılarına ölmek bile cazip geliyordu artık.
Jongho durumlarının ne kadar kötü olduğunu ve savaş güçlerinin gittikçe azalmaya başladığını bilse de kılıcını durmadan sallıyordu. Tek başına Min askerlerinin hatrı sayılır bir kısmını öbür dünyaya göndermeyi başarmıştı. Soluklanmadan koşturup yabancı bedenlerin içinden kılıç geçirmek onun gibi hayatının her saniyesini güçlenmeye harcamış bir adamı bile yorsa da henüz inancını kaybetmemişti.
Öldürdüğü düşman askerlerinin kanıyla kıpkırmızı olmuş kılıcı vahşi bir şekilde parlıyordu. Savaşa girdiği andan beri dikkati dağılmasın diye etrafına bakmamıştı, bakası da yoktu. Çünkü Choi'nin ne kadar kötü bir durumda olduğunu görmek istemiyordu. Gücünü korumalı, orduya güvenmeli ve en önemlisi de kendisini öldürecek bir hataya düşmemeliydi.
'İşte, birazcık bile düşüneyim derken etrafımı sardılar.' diye geçirdi içinden General Jongho. Uzun bir süredir elinden bırakmadığı kılıcına daha sıkı tutunarak etrafını saran düşman topluluğuna baktı. Bazılarının zırhında kan bile yoktu, savaşa yeni katılanlar vardı. O zaman Jongho birkez daha anladı ki Min ordusu sayı bakımından çok üstündü.
"Sen arkadaşlarımızı delik deşik eden general olmalısın." dedi askerlerden biri. Sesinde alaycı bir tını vardı, Jongho'yu küçümsüyordu. "Ben de bilirim önüme gelene kılıç sallamayı. Artık etrafın sarıldı, hiçbir şey yapamazsın. Eğer şimdi teslim olursan belki canını bağışlayabilirim."
Düşman askerleri gülüştü. Jongho'nun yüzünde ise hiçbir mimik oluşmadı. "Sizinle kaybedecek zamanım yok." dedi ve der demez az önce kendisini küçümseyen asker ve arkadaşları kendilerini yerde buldu. Kısa bir süre sonra hepsi hareket edemez hale gelmiş ve kesik boyunlarından akan kan yüzünden ölmüşlerdi.
Jongho etrafını saran kalabalığın arttığını fark etti. Anlaşılan düşmanlarını daha çok kızdırmıştı. Hala gücü kuvveti yerindeydi fakat etrafı sarılmaya devam edilirse çok geçmeden yorulacak ve nefes almaya ihtiyaç duyacaktı. Ne vardı ki savaşmaktan başka çaresi yoktu.
Kılıcıyla etrafında dönerek düşmanları uzaklaştıran Jongho, ileriye doğru atıldı ve birkaç düşmanı aynı anda yere serdikten sonra hareketini tekrarlamak için geri geri gitti. Yaptığı her atak başarılı sonuçlanıyordu ama sanki hayat onun burada kaybetmesini istermişçesine etrafını düşman askerleriyle sarmaya devam ediyordu. General Jongho'nun ilk defa yardıma ihtiyacı vardı ve bu yardıma hemen ulaşmazsa ölebilirdi.
Tanrı, genç askerin kendisinin farkında bile olmadan istediği yardımı kabul etmiş olmalıydı ki çok yakından tanıdık bir ses geldi. Savaşın kirli atmosferine hiç uymayacak kadar yumuşak ve narin bir ses. "General, yardıma ihtiyacınız olduğunu düşündüm! Emrinizle harekete geçmeye hazırım!"
Ölmeden önce delirmeye başladığını düşünen Jongho bir süre gözlerini kırpıştırarak sesin sahibinin gerçek olup olmadığını anlamaya çalıştı. Yeosang ne zaman ve neden buraya gelmiş, savaşın göbeğine atlamıştı? Jongho algı yetisini yitirdiğini düşünürken sırtına yaslanan bedenle kendine geldi. "Neden-"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kingdom Diary // WooSan
Fanfiction11. Choi kralının sefere çıkmak üzere ülkesinden ayrılmasının ardından taht, sınırlı bir süreliğine en acımasız prense yani San'a bırakılmıştı. Wooyoung ise ekmeğinin peşinde koşan sıradan bir köylüydü ve kim Kral kim değil, önemsemiyordu. Not : Bu...