Gökyüzüne doğru uzanan ikiz kulelerin en üst katındaki minik pencerelerden sarkan siyah ve gri renklerine sahip bayraklar, aşağıdaki sonsuz uçuruma doğru kıvrılıyordu. Bayrakların uzunluğunun uçurumun sonuna kadar uzanıp uzanmadığını henüz öğrenmeye çalışıp da geri dönen olmamıştı.Güneş önceki günlerden daha ten yakıcıydı. Dışarıya adım atan her etten kemikten varlığı rahatsız ediyordu bu durum. Fakat sarayda yaşayan insanlar için, şimdilik dışarda beklemek ve gergin bekleyişin arasında olan biteni izlemek gerekliydi.
Atlar ahırlardan çıkarılmış, bir güzel yıkanıp temizlenmişti. Onlar da siyah demirden oluşan devasa dış kapının arkasında bekleyen insanlar kadar rahatsızdı güneşten. Bir an önce rüzgara doğru koşmak ve bu esnada yelelerinde oluşan hava akımını hissetmek istediklerini bilmek için hayvan dilinden anlamaya gerek yoktu.
En azından böyle düşünüyordu sarayın aşçısı. Sırılsıklam hale gelmiş saç bandanasının alnında vıcık vıcık oluşunu engelleyemediği için sinirleri bozulmaya başlamıştı. "Daha ne kadar beklemek zorundayız? Yetiştirmem gereken devasa bir öğün var..." diye söylendi kendi kendine.
Aynı çatı altında yaşadığı adam biraz fazla sesli konuştuğundan sarayın baş hizmetlisi de neden bahsettiğini duymuştu. "Shh, sessiz ol! Bunun ne kadar önemli bir durum olduğunu göremiyor musun?" dedi kaşlarını çatarak. Bir nevi eğer arkadaşı susmazsa, onun başının derde gireceğini söylemeye çalışıyordu.
Sıcağın altında pişen bu ikiliye karşın ordu genarali oldukça sakindi. En uzaktan izleyen bir kişinin bile gücünü fark edebileceği kollarından birini saygı göstergesi olarak göğsüne koymuştu. Belli etmese de gözleri ikiz kulelerdeki bayrakları izliyor, en ufak bir esintinin izini arıyordu. Sert biri de olsa, o da fazla sıcağa dayanamayan bir insandı en nihayetinde.
Ordu generalinin yanında duran ve uzundan kısaya doğru sıralanmış üç genç prens, etraftaki diğer herkesten daha sabırsızdı. Hepsinin de düşündüğü tek bir şey vardı : Hangisi kaçınılmaz olanı hak etmişti?
Eyerlenmiş ve her şeyi hazırlanmış atlardan belki de en güzeli ve gösterişli olanı, dış kapının önünde durdu. Ordu generali eş zamanlı olarak o tarafa doğru ilerleyen kişiyi gördüğünde hiç düşünmeden yerinden fırladı ve buruşuk olmasına rağmen hala sağlıklı gözüken narin bir eli kavradı.
"Hala," diye söze başladı ordu generali endişeli bir ifadeyle. "Sizi bu yolculukta yalnız bırakmak zorunda olduğum gerçeği beni rahatsız ediyor."
Buruşuk elin sahibi hafifçe gülümsedi ve kendisini destekleyen askerlerin ve ordu generalinin yardımıyla atına binerken kahkaha attı. "Yapma ama Jongho, görünüşüm yaşlı olabilir ama ben hala o genç gezginim. En önemlisi de ben Kral'ım. Yanımda sen olmasan bile güvende olacağım. Kendimi koruyabilirim sonuçta."
"Demek istediğim o değildi..." Ordu generali Jongho'nun iç çekişi oldukça kederliydi. "Her zaman halkınıza söz verirsiniz asla boş bir nedenle ölmeyeceğinizi söyleyerek. Fakat Kral'ım, dediğiniz gibi, siz Kral'sınız. Bu yolculuk sizin gibi bir asil için hiç de güvenli değil."
"Bunları konuşmuştuk General Jongho. Benimle gelemezsin. En güvendiğim askerim ve hizmetlim olarak seni çocuklarımı koruman için burada bırakmalıyım. Onlar benden çok daha değerli. Ve senin yol göstericiliğine ihtiyaçları olacak."
"Sanki çok uzun bir zaman boyunca ortalıkta olmayacakmışsınız gibi konuşuyorsunuz."
Kral tekrardan gülümsedi fakat bu sefer gülüşünde solan bir çiçeği anımsatan derin bir hüzün vardı. Ne yazık ki bir kişi dışında kimse fark edememişti bu gizli ifadeyi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kingdom Diary // WooSan
Fanfiction11. Choi kralının sefere çıkmak üzere ülkesinden ayrılmasının ardından taht, sınırlı bir süreliğine en acımasız prense yani San'a bırakılmıştı. Wooyoung ise ekmeğinin peşinde koşan sıradan bir köylüydü ve kim Kral kim değil, önemsemiyordu. Not : Bu...