Choi Toprakları, Saat 19.00Bakışları üstüne çeken saatler tıkırında işliyor, etraftaki curcunanın arasına karışıp insanların yüzlerinde farklı ifadeler oluşturuyordu. Kırmızı ve turuncu renklerine boyanmış gökyüzü sanki birazdan olacakları görmemek istermişçesine üstünü bulutlarla örtmeye başlamıştı.
General Jongho derin bir nefes aldı. Bir süre önce etrafta olup biten her şeyi son kez kontrol etmiş, savaşta önlerine çıkabilecek bir engelin olmadığına emin olmuştu. Bütün hayatı boyunca kendisini adadığı Choi Krallığı'nın kaderini belirleyecek savaşın çok yakında başlayacağını diğer askerlerin aksine erkenden kabullenmişti.
Uykusuz kaldığı kızarık gözlerinden belli olan Mingi, "Tam da düşündüğümüz gibi oldu." dedi. Jongho'nun sağ tarafındaydı ve insanların yüzlerindeki korkuyu görmek istemediği için sürekli ayaklarına bakıyordu. "Min ordusu daha büyük bir yıkım gerçekleştirmek için hava karardığında saldıracak. Bunu öngörmüş olmamıza rağmen nasıl bu duruma düştüğümüzü anlamıyorum."
"Abiniz San haklıydı. Diplomasi bu vahşeti engellemek için çok yetersiz." Jongho sözleri bittikten sonra sessizleşti ve kılıçlarının başında oturup dua eden askerlere baktı. Sonrasında bir süredir aklında tuttuğu o soruyu sormadan edemedi. "Prens Yeosang'ın saray duvarlarından çıkmayacağına eminiz, değil mi prensim?"
Mingi kafasını sallayıp genç askeri onayladı ve gözlerini ovuşturdu. "Savaşa katılmak için ısrar edip durması beni daha da çok strese soktu. Zaten bizi yeteri kadar korkunç görüntüler bekliyorken başka şeylere odaklanmak istemiyorum."
İkisinin daha fazla sohbet etme şansı olmadı çünkü yanlarına koşmaktan dolayı soluk soluğa kalmış Hongjoong ve Seonghwa geldi. İfadeleri hiç hayra alamet değildi, belli ki verecekleri haber yüzleri gülümsetmeyecekti. Hongjoong sevgilisinden önce davranıp, "Generalim, Min ordusu ufukta gözüktü." dedi ve hemen ardından ekledi. "Çok geçmeden burada olurlar. Daha fazla zamanımız kalmadı."
Mingi biraz daha zamanları olduğunu düşünmekle hata yaptığı için yüzünü buruşturdu. Henüz Yunho'dan bir haber bile alamamıştı ve buna rağmen Min ordusu çoktan kapılarına mı dayanmıştı? Delirmesine ramak kalmıştı küçük prensin.
"Neden bu haberi gözcü askerler değil de siz getirdiniz?" diye sordu Jongho kaşlarını çatarak. "Sizin askerlere erzak taşıyor olmanız gerekiyordu."
Hongjoong'un dili dolanınca bu sefer Seonghwa açıkladı. "Gözcülere erzakları vermek için kulelere gittiğimizde kendilerini kaybetmiş bir halde yerde yuvarlanıyorlardı. Birisinin düşman ordusunun ne kadar büyük olduğuyla ilgili mırıldandığını işittim. Sonrasında size haber vermek için atlara atlayıp hemen buraya geldik."
"Kahretsin, ne yapacağız General?" diye sordu Mingi. Savaş yanlısı olmadığı için fazlasıyla kötü hissediyordu ama istese de istemese de savaşmak zorundaydı. Söz konusu ailesi, sevdikleri ve vatanıydı.
Jongho kılıcını kınından çıkarıp Mingi'nin sorusunu görmezden gelerek geniş alana doğru yürüdü. "Askerler!" diye gürleyen sesi bir anda bütün dikkatleri üstüne topladı ve hıçkıra hıçkıra ağlayanlar bile hızlıca hazır ol duruşuna geçti. "Bazılarınızın çoktan altını ıslatıp bir bebek gibi ağladığını görebiliyorum. Bu tavırlarınızın savaşa hiçbir katkısı olmadığını bilmelisiniz. Vakit geldi, hem bizim için hem de düşman ordusu için. Bu durumda artık pes edip topuklayarak kaçamazsınız. Korkuyla titremeyi kendinize yakıştırıyor musunuz?"
Soruya kimse cevap vermedi. Asker topluluğunun içinde kafasını önüne eğen, Jongho'yla göz temasından kaçınan ve kendi kendine söylenen kişi çoktu. Yıllarca savaşsız bir hayat sürmenin ardından bir anda savaşa girileceği için doğal olarak herkes endişeliydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kingdom Diary // WooSan
Fanfiction11. Choi kralının sefere çıkmak üzere ülkesinden ayrılmasının ardından taht, sınırlı bir süreliğine en acımasız prense yani San'a bırakılmıştı. Wooyoung ise ekmeğinin peşinde koşan sıradan bir köylüydü ve kim Kral kim değil, önemsemiyordu. Not : Bu...