69. Bölüm

4.9K 687 282
                                    

Sabahın kör saatinde kulenin tepe odasında geçirdiğimiz saatlerin ardından Xavier ve Alaric, Vincent'ı da alıp dışarı çıkmıştı. Kate bana bir bardak çay getirmiş ve bunun her sabah içtikleri bir şey olduğunu söylemişti, kahve çekirdekleri duvarın bu kısmında neredeyse yoktu.

Onlara kahve getirecektim.

Yemediklerine şaşırdığım her şeyi getirecektim.

Onlara iyi bir biranın tadının neye benzediğini gösterecektim. Gezdiğim köylerdeki çocukların tüylü kazaklarla tanıştığında akıllarının şaştığına şahit olacaktım. Bu sert postları giymek zorunda değillerdi. Kate'e öyle bir şampuan bulacaktım ki saçları pamuğa döndüğünde bana teşekkür edecekti.

Ayaz'la köyleri gezmeye başlayalı sadece birkaç saat olmuştu ama gördüklerim bana yetmişti. İlerliyorlardı, bize yaklaşıyorlardı fakat konseyin her baskınında tekrar yıllarca geri gidiyorlardı. İnsanlar, çocukları ölmeye başlayınca ve açlıkla tanıştıklarında yeni keşiflere vakit bulamıyordu, canlarının derdine düşüyorlardı. Zekilerdi. Aslına bakarsanız, hiçbiri tembel değildi. Ellerinde telefonla gezmiyorlar, bilgisayarların başında saatlerce oturmuyorlardı. Sürekli çalışıyorlardı, düzenlerini asla bozmuyorlardı. Fakat su kalmadığında yapabilecekleri tek şey yataklarına yatmak ve kurumanın önüne geçmek için düşünmekten ibaretti. Şimdi tekrar besleniyorlardı ve artık her şey düzeldi dediklerinde... bir kere daha konseyin büyüsüne maruz kalıyorlardı.

Çiftçilik inanılmaz yaygındı. Ayaz'la birlikte ikinci köye uğradığımızda kendimi otların arasında bulmuştum. Yabani otla kaplı diye düşündüğüm bu arsada gezinen kadınlar, ellerindeki otları kaynatıp bize -daha doğrusu Ayaz'a- bir bardak getirdiklerinde damağım büyülenmişti. Bu tadı bilmiyordum.

Benim tarafımın aksine, burada her şey büyüyle yürütülüyordu. Hasat vakti gelmeden insanların çalıştığı tarlalara büyücü grupları geliyor ve bitkilere mırıldanıyorlardı. Nedenini sordum. Ayaz ise dokunmama izin vermedikleri kırmızı yapraklı çiçekleri gösterip onlar için demişti. Bir çeşit ilaçtı. Hiperaktivite için kullandıkları bir bitkiydi.

Tanışmadığım bir sürü yeni ot ve hatta kuş çeşidi vardı.

Ayaz'ın söylediğine göre gezindiğimiz bölgeler kilometrelerce ötedeki kasabalardan farklıydı. Daha fakirdi, kırsal alanda kalan evler neredeyse dökülüyordu. Beni bir yere götürüyor, dönüşüyor ve başka bir yaşam alanında durup çevreyi gösteriyordu. Bunu konseyin onlara neler yaptığını ispatlasın diye yapmıyordu, aslında beni bilmediklerimle karşılaştırıyordu.

Kullandıkları otlar işimize yarar mıydı? Kesinlikle. Peki bizim konforumuzdan faydalanabilirler miydi? Kesinlikle.

Fakat beni suskunluğa boğanlar bunlar değildi. Bacaklarımda derman kalmamıştı, kaçıncı köyde olduğumu bilmiyordum ama duramıyordum. Çünkü ellerinde koca sepetlerle koşturan ve kumaş boyayan çocukları görmüştüm. Pislik içindelerdi.

En beteri on dakika önce önünden geçtiğimiz kısımdı. Hamyam'ı taştan kazıyıp tozlaştırdıkları o bölgelerden sadece birisi... Perişandılar. Bunu yapacak makineleri yoktu, varsa da o kadar azdı ki her bölgeye dağıtılamamıştı. Ayaz'ın dediğine göre makinelerin çıktığı fabrika çalışanlarının yarısı konseyin son saldırısında ölmüştü.

Bizde her şey vardı ama sahip olamadığımız bir şey de onların elindeydi: Huzur.

Bu tantananın içinde herkes gülümseyebiliyordu. Ölü bakışlara sahiplerdi, duygusuzlardı ama gülümsemeyi yaşatmaya çalışıyorlardı. Umutları olsun diye.

O çocuklar annelerine koşarken kıkırdıyordu. Toprağı eken hiç kimse dırdır etmiyor, aileleriyle konuşup alınlarındaki teri siliyor ve işlerine dönüyorlardı. Hayır, beni şaşırtan bunca ölüme rağmen hâlâ gülebilmeleriydi.

GölgeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin