Anıl Piyancı & Perdenin Ardındakiler – Yağmurlar
Defnedilmiş bedenler çürümeye mahkum bırakılırdı. Artık orada yalnız, orada sadece Tanrı ve siz kalırdınız. Tabii, inancınız böyleyse. Birçok inanca göre, definden sonraki his değişirdi. Bence değişmeyen tek şey, tabuttaki o yalnızlıktı.
Tabuta neler götürüyorduk? Tabuta taşıdığımız günahlar, sevaplar, varlıklar, yokluklar... Bizim gerçek dünyamız, tabutta, kalbimizle mi beraberdi? Bir annenin ördüğü işlemeli havlu kenarı gibi göğsümüzde taşıdığımız düğüm düğüm acılar bizimle gömülecekti.
Benimle gömülmesini istesem... Neyi isterdim? Bunu bilmiyordum ama ailemin, hatta babamın, benimle gelmesini istemezdim. Bunu biliyordum.
Kovaladığımız bu curcunanın ruhumuzda yarattığı o büyük boşluk, yaşam savaşının aslında bir hiç uğruna ilerliyor oluşu, bunların hepsi benim gibi biri için çok ama çok zorluydu.
Kayra olsa lanet ederek eğlenirdi, Tolunay daha fazla lanet eder ama eğlenirdi, Alkan çok şikayet etmezdi bu belliydi, Burkay belki benim kadar acı çeker ve teslim olurdu, Papatya da teslim olur ve acısını çekerdi ama Matem... Matem savaşırdı. Mutsuzluğuyla, acısıyla meydan muharebesine çıkar ve kellesini almaya ant içerdi. Ama bunu yaptığını mimiklerinden değil, bakışlarından anlardınız.
Eve yürürken bakışlardan kaçabildiğim kadar kaçtım, saklanabildiğim kadar saklandım ve bu çok kolay oldu; Matem beni eve bırakıyordu. Onun yanında kendimi kimsesiz bir çocuk gibi hissettiğim zamanları aşıyordum. Benim de bir yoldaşım var sayıyordum. Zaten öyle değil miydi? Artık sırtımız birbirimize yaslı değil miydi? Bu düşünce yüzüme cennetten kopartılmış bir tebessüm saçıyordu. Sırtımız birbirine yaslı, yaslanacak paslı kapı.
“Ailene ne diyeceksin?” diye sordu olduğumuz kaldırımdan karşıya geçerken.
Omuz silktim. “Bilmiyorum. Belki de beni köşede sıkıştırdıklarını ve paramı almak istediklerini söylemeliyim.” Dudaklarımı büzdüm.
Kafasını bana eğip kaşlarını çattı. “Neden gerçeği söylememelisin?”
Şey, suçlanıp bir dayak daha yememek için?
“Endişelenmemeleri için,” diye mırıldandım ağzımın içinde ve bakışlarımı istemsizce ayakkabılarıma diktim. Yalan söylemek zorunda bırakan ailemden utanıyordum...
“Seza,” diye fısıldadı yerinde durarak. Sesinden Kevser havuzuna bulanmış harfler damlıyordu kaldırıma.
“Efendim,” dedim onun bir adım önünde durup bedenim ona yarım dönükken. “Neden kaldırımın ortasında dikiliyorsun? Yürüsene?”
Ardımı dönecekken tekrar seslendi.
“Seza, dur.”
Durmak istemiyorum, ailemi konuşmak istemiyorum, bu azabı tekrar tekrar yaşamak istemiyorum, birilerinin aileme suratını buruşturmasını ve onlardan utanmayı istemiyorum.
Sadece durdum.
“Ailene her zaman gerçeği söyleyemezsin,” dedi ve tam ardımda durdu. Aramızda birkaç santim vardı sanırım, kalbim tekledi. “Aileler her zaman doğruyu duymayı hak etmez, değil mi?” Sesi alçak ve ikna ediciydi. Ne dese kafamı sallayacak kıvama geleyim diye sesini özellikle yumuşak tuttuğuna iddiaya girerdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DUMAN
Ficción GeneralTanrı'm. Ya canımı alırsın, ya bana elini uzatırsın ki o el taşların en kıymetlisi elmastan doğan güneşin sıcaklığını avcuna sıkıştırmıştır. İşlenmemiş, pırlantadan küçük kalbimi koruduğun avcunun sıcaklığını hissetmeme izin ver. Tanrı'm. Donuyorum...