9 Ağustos
Cemre'den
Üzerime düz beyaz bir tişört ve dar paça bir kot pantolon geçirdim. Saçlarımı her iki yandan bir tutam alarak geçen günkü lacivert tokayla tutturdum. Makyaj yapmadım ve içi pamuklu gri hırkamı yanıma aldım. Asansördeyken Ceren ve Matt'e otelden çıktığımı belirten bir mesaj attım.
Anında Matt'ten cevap geldi. Tamam. Biz de salona yeni vardık. Kendine dikkat et. Bak eğer kendin gitmek istemezsen gelirim. Ara.
Tamam.
Salak çocuk, bugün maçı vardı. Nereye geliyordu? Dün akşam, Matt yanımdayken, Yiğit'i aramış ve şu anda gitmekte olduğum görüşmeyi ayarlamıştım. Matt gelmeyeceğini ama eğer istersem izin alabileceğini söylemişti. Aslında bir yandan istememi beklemişti. Bunun farkondaydım ama istememiştim.
Ben taksiye binerken de Ceren'den cevap geldi. Tamam. Seni üzmesine izin verme ve üzülmesine üzülme.
Iyi ki varsın!
Ceren, benim her zaman en büyük destekçim olmuştu. Beni koruyup kolluyordu. Evet, biraz çılgındı. Sevgilisi olmadığı zamanlarda fazla erkek düşkünüydü. Bazen düşünmeden konuşurdu, patavatsızca değil aptalca. Bazen saçmalamakta üstüne yoktu. Ama o benim en yakın arkadaşımdı.
Taksiyle yarım saat gittikten sonra buluşacağımız kafeye vardım. Kafede içeri girerken bugün ilk defa heyecanlandım ve panik yaptım. Ne diyecektim ki? Niye görüşmek istemiştim? O ne diyecekti? Ayrıca Yiğit'i üzmek istemiyordum.
Yiğit ile göz göze geldiğimizde ne kadar güçsüz olduğumu fark ettim. Sanki çatlaklarla dolu bir camdım ve o küçük o dokunuşu bekliyordum kırılmak için. Ve o küçük dokunuş ihtişamlı bir halde bana bakıyordu. Ne yazık ki o ihtişam duvarlarının ardındakileri ilk göz göze geldiğimizde gördüm. Yiğit de en az benim kadar güçsüzdü, yorgun ve umutsuzdu. O zaten kırılmış olan camdı.
Ayrılırken Yiğit'e seni değil voleybolu seçiyorum falan dememiştim. Aslına bakılırsa doğru düzgün ayrılmamıştık bile. O bana seçim yapmam gerektiğini söylemiş, sonra onu seçersem aramamı söylemişti. Ben de aramamıştım. Bu durumda voleybolu seçmiş oluyordum. Uzun yıllar sonra bu turnuvada, bu durumda yeniden gelmesi hayatın komik bir şakası gibiydi.
"Merhaba," dedim yanına vardığımda.
Tokalaşırken o da "Merhaba," dedi.
Oturduğu masa cam kenarıydı, tedirgin olsam da bir şey demedim. Anderson'ın haberi vardı sonuçta. Anderson değil Matt.
"Ne içersin?" diye sordu gülümseyerek.
"Bir fincan sütlü kahve olabilir."
Garsonu eliyle çağırdı. "İki fincan sütlü kahve."
Sorar bir şekilde "Yiyecek bir şey?" dediğinde başımı hayır anlamında salladım.
"Başka bir şey yok," dedi garsona. Garson kafasıyla onaylayıp yanımızdan ayrıldı. Siparişler gelene kadar maçlar hakkında konuştuk, tebriklerini kabul ettim. Kahvelerimiz geldiğinde artık asıl konuya geçmem gerektiğinin farkındaydım ama nasıl geçeceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu.
Bir kez daha "Teşekkür ederim Yiğit," dedim. Sabahtan beri beni övüp duruyordu. Sonra bunu asıl konuya geçmek için kullanabileceğimi fark ettim. "Bu her şeyi geride bırakıp voleybola yüklenmemin sonucu."
Sessizce "Her şeyi geride bırakıp," diye mırıldandığını duydum. Üzgünüm Yiğit, hepsi Max'in suçu. O akşam hiç karışmasaydı bu iş belki daha kolay olacaktı. Hayır, daha kolay değil bitmiş olacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
7 Numara (Matthew Anderson Fanfiction)
FanfictionGörme engelliler yardım amaçlı düzenlenen bu turnuvada hayatımın en büyük korkusuyla 5. kez karşılaşacağımı kim tahmin edebilirdi ki? Bir karar vermem gerekiyordu ve ortada iki büyük seçenek vardı. Ve ben neyi seçeceğimi bilmiyordum. Seçimimin bana...