30 ♣

402 16 0
                                    

11 Ağustos

Cemre'den

"Yani konuşmamakta ısrarcısın," dedim tarakla dolaşmış bir tutam saçımı açmaya çalışırken.

"Kesinlikle," diye onayladı Ceren. "İma ettiği şey iğrenç. Beni öyle biri olarak görüyor."

"Bence söyledikleri yüzünden pişman. Zaten attığı her mesajda da bunu dile getiriyor. Ben Max'in samimiyetine inanıyorum. Hem o kıskanç bir adam. Yani bence kıskançlıktan gözü döndü ve ne dediğinin farkında değildi. Ayrıca onların ülkesinde bu çok normal bir şey."

"Ama bizim için değil. V o bunun farkında. Ona cidden kızdım. Onu affetmeyeceğim değil ama biraz burnu sürtsün."

"Sen yine de abartma," dedim tarafı yerine bırakarak. Omuz silkti. "Hadi kahvaltıya inelim."

"Tamam."

Telefonu ve kartı yanıma alıp kapıyı açtım. Ceren de tam arkamdaydı. "Ups," dedim duvara yaslanmış Max'i görünce. Max hemen doğruldu. Ceren onu görmezden gelerek yürümeye devam etti. Max de ona seslenerek peşinden gidiyordu ama Ceren onu duymazdan da geliyordu. Onlara yetişip Max'i durdurdum.

"Bence şimdi üstüne gitmesen iyi olur Max. Sana baya bi kızgın."

"Ama ben sinirle konuştum yani öyle bir şey demek istemedim!"

Gülümsedim. "Farkındayım. Aslına bakarsan o da farkında. Ama sinirini atması gerek. Seni affetmez, kendini affettirmen gerekiyor. Ama Ceren basit bir özürle affedecek bir kız değil, söylediklerin basit bir özürle affedilecek şeyler değil."

"Ne yapmam gerekiyor?" diye sordu umutsuzca.

"Orası sana kalmış. Kolay gelsin." dedim ve yanından ayrıldım. Aşağı kahvaltı salonuna vardığımda Buğra ile göz göze geldik. Gülümsedim. O da gülümsedi. Bu ara onunla hiç görüşmüyorduk. Onunla konuşmayı özlemiştim sanırım. O pek inançlı olmasa da onunla konuşmak Tanrı ile konuşmaya benziyordu. Ne diyeceğini önceden biliyordu ve seni rahatlatıyordu. Buğra Boysal gerçekten başarılı bir piskologtu.

Masadaki yerimi alıp günaydınlaşma faslından sonra Ceren'e baktım. Umursamaz görünmeye çalışarak "Ne konuştunuz?" diye sordu.

Alayla "Niye merak ettin ki?" diye sordum.

"Aman! Ne merak edeceğim," diye homurdandı. Keyifle tabağımdaki salatalardan birini ağzıma attım. Ceren kırgın ya da kızgın değildi. Sadece Max'i bu kadar çabuk affetmesini yediremiyordu. Max'in söyledikleri hoş sözler değildi, ben olsam böyle kolay affetmezdim. Ceren normalde bırakın kolayı hiç affetmezdi böyle bir şeyi. Ama sanırım Ceren, Max'i ciddi anlamda seviyordu. Hatta o cümleden sanırım ı çıkarın. Eminim. Bu yüzden ona doğru düzgün kızamamıştı bile. Bu yüzden daha ilk özüründe yumuşamış ama bunu yediremediği için hala kızgınmış gibi davranıyordu. Matt bana diyordu ama Ceren de hala bir çocuktu.

Kahvaltıdan sonra odalara çıktık ve yarım saatlik bir zaman diliminden sonra antrenman yapacağımız salona gittik. Artık antrenmanlar daha uzun ve daha ağırdı. Artık üzerimizdeki baskı her yönden daha fazlaydı. Maçları her zamankinden daha fazla ciddiye alıyorduk. Hataya yer yoktu. İşimizi şansa bırakamazdık.

Şef hala bana daha yumuşak oynamamı söylüyordu ama yaptığımız o konuşmadan sonra eskisi kadar sık dile getirmiyordu bunu. Ben de farkın kapanmasının zor olduğu zamanlarda daha yumuşak oynamaya dikkat ediyordum. Pek fazla beceremiyordum, sert kaçıyordu. Tabii bu Buğra'ya alay, anneme azar konusu oluyordu.

Otele döndüğümüzde saat 4'e geliyordu. ABD-Rusya maçı devam ediyordu. Ceren'in duşa önce girmesine izin vererek maçı izlemeye koyuldum. ABD setlerde 2-0, bu setteyse 17-13 öndeydi. Cidden bizim maçla karşılaştırılınca çok daha iyi oynuyorlardı. Molly Kreklow'un manşetleri daha iyiydi. Topa fazla abanmıyordu ama yumuşak da vurmuyordu. Rusya çok güçlü bir takımdı ama ABD sanki karşısında lise öğrencilerinden oluşan bir takım varmış gibi rahat oynuyordu. Cidden fazla iyiydiler.

Sıkıntıyla iç geçirdim. Herkes çok fazla iyiydi. Ama ben Türkiye'yi yeterince iyi görmüyordum. Daha iyisi olabilirdik. Daha iyi oynayabilirdik. Polen'i biraz havaya sokmak gerekiyordu, Ceren'in şimdi düşmesini engellemem lazımdı. Geriye kalanların inancı güçlenmeliydi. Zaten teknik ve yeteneğe sahip bir takımdık. Biraz daha inanca ihtiyacımız vardı.

Ceren duştan çıktığında maçı Amerika almıştı. Ilk maçı da kazandıkları için Rusya elenmişti, tabii Brezilya - Italya maçı başlarken duşa ben girdim. Genelin aksine hızlı bir duş aldım. Maçı izlemek istiyordum. Kendimi geliştirmem gerektiğine inanıyordum.  Daha iyi oynamalıydım. Defansta o kadar etkili değilim mesela. Daha çok çalışmalıyım.

Maç bittiğinde yemek saati gelmişti. "Bunlar gelmeyecek mi?" diye sordum Ceren'e.

"İran'da pek iştah kaldığına inanmıyorum," dedi. "Elendiler sonuçta."

"Maç saatlerini iyi ayarlayamamışlar," dedim.

"Boşver biz inelim aşağı."

Ceren ile beraber yemeğe indik. Yemekten sonra Ceren yukarı, odaya çıkarken ben Buğra'nın yanına gittim. "Selam."

Gülümsedi. "Selam."

"Biraz konuşalım mı yemeğini bitirdiysen?" diye sordum. Peçeteye ağzını silip sandalyeyi hafifçe geri ittirerek ayağa kalktı. "Tabii küçük hanım."

Güldüm. Ben önde, o arkada yemek salonundan çıktık. Rahattım,  Matt'e daha yemek yerken Buğra ile görüşeceğimi söylemişti. Bir sorun çıkmayacaktı yani.

"Ee küçük hanım," dedi otelin bahçesine çıktığımızda. "Gene ne derdiniz var?"

"Aslına bakarsan bir derdim yoktu. Sadece biraz konuşmak istedim."

"Peki, ne konuşmak istersin o zaman?" dedi bana bakıp gülümseyerek.

"Aslında bence Lavinya'dan bahsedebiliriz."

"Bahsedemeyiz Cemre. O benim hastam, ben de onun doktoruyum. Doktor , hasta bilgilerini paylaşmaz."

"Ben hasta bilgilerini paylaşsın demedim ki! Ben doktorun kendi hislerinden bahsediyorum. Onları anlatsın doktor."

"Doktorun kendi hisleri yok."

Gözlerimi devirdim. "Daha ne kadar inkar edeceksin acaba?"

"Bir şeyleri inkar etmiyorum."

"Ben boşa kürek çekiyorum," diye söylendim. "O zaman bana kendinden bahset. Sen benim hakkımda her şeyi biliyorsun ama benim bildiğim tek şey Lavinya'yı sevdiğin ve bunu mesleğine sığdıramadığın."

Gözlerini deviren oydu bu sefer. "Cemre abartıyorsun. Lavinya'yı sevmiyorum. Hem ben de senin hakkında her şeyi bilmiyorum. Ama madem istedin o zaman anlatayım. 5 Kasım'da üç çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldim."

"Yaa," dedim gülerek. "İşi ciddiye al."

"Ah, yeterince ciddiye almadım mı? O zaman şunu dinle. Bir 5 Kasım günü eski bir devlet hastanesinin yıkık koridorlarında acı dolu çığlıkların ardından belli belirsiz bir ağlama se duyulmuş. Bu kan ter içinde kalmış annenin ikinci doğumuymuş. Ilk çocuğun aksine bu yakışıklı olacağı belli olan bi oğlan çocuğuymuş."

"Salaksın," dedim gülerek.

"Napayım," dedi o da gülerek. "Sana da ciddilik beğendiremiyoruz."

Buğra ile beraber biraz daha oturdum. Cidden çok salaktı ve iyi taklit yapıyordu. Odaya döndüğümde Ceren erkenden yatmıştı. Yarın onunla Max hakkında konuşmayı aklımın bir kenarına not ettikten sonra kendimi huzurlu bir uykuya bıraktım.

Turnuvanın asıl kısmının 5. günü de böyle geçmişti.

7 Numara (Matthew Anderson Fanfiction)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin