Bahçeye çıktığımda, babamın bir yandan mangalı yelleyip bir yandan da Funda'nın babası Güven Amca ile sohbet ettiğini gördüm. Babam bu mangal işini yaparken, bir başka mutlu oluyordu.
Gözlerimi ikindi güneşinin vurduğu bahçede gezdirirken; "Abim nerede?" dedim anneme.
"Herkes burada ya... Abin, mecburen oto galeride kaldı."
"Aa neden ki?" dedim anneme, ne gerek vardı buna, der gibi.
"Bugün elden çıkaracakları araçlar varmış. Yoksa ben de oğluşumu görmek isterim tabii canım," dedi annem masanın bir ucundan bana.
"Aa tabii ki de oğluşunu görmek istersin," diye sırıttım onu alaya alarak.
Güven Amca muhtemelen oğlu geleceği için bugün özellikle evde kalmıştı. Bu durumda tatilinden fedakarlık yapmak da abime düşmüştü. Liseden beri askeriyede olan Güven amcanın oğlu da zaten ayda bir ya gelirdi evine ya da gelmezdi.
Katlanılacak hasret değildi, şayet bir oğlum olsaydı -ki hayatta en çok istediğim şeylerden biri ablam gibi benim de bir oğlumun olmasıydı- onun asla asker olmasını istemezdim. Hatta kısa dönem askerlik yapmasını dahi istemezdim. On senedir televizyonda çıkan her şehit haberinde olur da Hediye Teyze'ye denk gelirsem hep ağlıyor olurdu. Zaten duygusal bir kadındı. Belki de sadece anne yüreğiydi...
Funda ise annesinin aksine daha dominanttı. Funda beni çocukluğumdan beri oyunlarda yaptığım tüm o mızıkçılıklara rağmen severdi. Gerçi o da az değildi. Funda mızıkçılık yapmaktan ziyade her oyunu kendi isteğine göre yönlendirirdi.
Her birimizin, birbirimizden farklı özellikleri vardı. Zehra, Osman, Duru, Funda ve ben çocukluğumuzdan beri bu sokakta büyümüş, Tuzla'nın denizinde bata çıka yüzmüş, sahillerinde birlikte eğlenmiş ve birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmiştik.
Sokak arkadaşlıkları sağlam arkadaşlıklardı. Büyüseniz bile arkadaşınız, çocukluğunuz kokardı.
Tüm bunların aksine, benim, Funda'nın küçüklüğümden beri tanıdığım abisiyle 'merhaba merhaba'nın dışında hiçbir muhabbettim yoktu. Öyle sanıyorum ki köşedeki fırıncı Ferit amcayla bile daha fazla muhabbetimiz vardı.
Şafak abiyle muhabbet etmeye ölüp bitmediğim aşikârdı, ancak onun gibi muhabbet etmemek adına karşımdakine duvarlar örecek kadar da ileri gitmezdim. Eğer Funda'nın abisi olacak zatı muhteremleri, sizinle konuşmak istemiyorsa, onun duvarlarını aşmak imkansızdı. Belki de bu bir askerî stratejiydi... Benim gibi gelen her hastayla muhabbet etmeye alışık biri bunu anlamlandıramayabilirdi. Ama şayet öyleyse bile Şafak abinin askerî stratejisi çok da umurumda değildi zaten.
Savaştıkları düşünsündü...
Masanın üstüne koyduğum telefonum titredi bir an. Gözlerim kısılmış ekranda "SEMİH" yazan mesajı görünce meraktan tıkladım.
SEMİH: Selam Zeynep, nasılsın? Geçen konuşuyorduk yarım kaldı. Müsaitsen buluşalım mı?
Ben mesaja bakarken; "Ekmekleri de getirsene kızım," dedi annem hızlıca.
Semih'le aynı mahallede olmamızdan ziyade kendisi en yakın arkadaşım Osman'ın üniversiteden arkadaşıydı.
Semih'i ne zamandır tanırdım ama çok yakın değildik; fakat özellikle de bu aralar bizimle fazlaca takılmak istiyor gibiydi. Ya da sadece benimle...
"Tamam anne getiriyorum," derken Semih'e de hızla cevap yazdım.
BEN: Selam. İyiyim. Sen? Bugün doluyum. Yarın da hastanedeyim tüm gün.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞAFAK VAKTİ
Подростковая литератураVakit, vuslat vaktine çok hasret kala, Hazan vaktinin en karanlığında, Ne yaman bir ayrılıktır ki Muhtaç etti beni kırık hatıralara. Hiç bitmeyecek sanıp tam alışmışken gecemin karanlığına, Umulmadık vuslatın ışıkları vurdu ve vakit erdi şafağa... 🌅