iki

321 50 134
                                    

playlisti dinleyerek okumanızı tavsiye ederim. profilimdeki linkten "hide and seek" playlistine ulaşabilirsiniz.

Susmak bilmeyen saatin sesi odayı doldururken boş duvarlar üstüme geliyor gibiydi. Hayatta kalmak için çabaladığım bu bataklıkta dibe çökmeyi bekliyordum şimdi.

Eski, boş depoda yankılanan ayak sesleri dışında bir
şey duymuyordum. Jihoon'a gitmemem için resmen buraya kilitlenmiştim, Jihoon ortada yokken hala mantıklı düşünmek mantıksızdı.

Az önce yemek getiren Yedam'ın dediğine göre Haruto ve Jeongwoo da benimle aynı durumdaydı. Sadece Jihoon'un mezarı denilen aptal yere gitmememiz için bu duruma düşmüştük.

Soğuk zemine oturmuş bacaklarımı karnıma çekmiştim. Boş gözlerle, açık mavi duvarları izlemek dışında bir şey yapmıyordum.

Jihoon beni bırakmayacağına söz vermişti. Sözünün arkasında durmayacak kadar şeref yoksunu bir adam değildi o. Beni bırakmazdı.

Kafamı kaldırıp karşı duvara baktım. Jihoon'un odası vardı yan tarafta. O duvarın arkası Jihoon'du. Jihoon'un nefesi vardı orada, yere düşmüş saç telleri vardı. Onun kalbi o odada atıyordu. Onun kokusu sinmişti yastığa, yorgana.

"Jihoon'un odasında, yatağın kenarında, poşetin içinde kanlı kıyafetleri var."

"Kıyafetlerin üstünde onun kanlı bedeninin fotoğrafları var! Gömülürken ki fotoğrafları var! Mezarının adresi yazıyor fotoğrafın arkasında!"

Hyunsuk'un sesini bastırmak için kulaklarımı kapattığımda beynimin içinde dönüyordu sözleri.

Gözlerimden akan yaşlar üstüme damlıyordu. Mümkünmüş gibi biraz daha bastırdım kulaklarıma. Susmuyordu onun öldüğünü söyleyen sesler.

"Jihoon." dedim mırıldanarak. "Jihoon, beni yalnız bırakmayacağını söyledin."

Jihoon'u çok uzun zamandır tanıyordum, söz vermişti beni rahat bırakmayacağına dair. Sözünü tutmadan ölmezdi o. Ölemezdi.

Eğer öldüyse.. eminim yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.

Ama ölmemişti. Ölseydi öyle olurdu ama ölmemişti. o kimseyi böyle bırakmazdı, bırakamazdı. En önemlisi o işine, görevine çok aşıktı, sadıktı. İşini bırakmazdı. O gittiğinde bir bok yapamayacağımızı biliyordu. İşlerin içine sıçacağımızı biliyordu. Gitmezdi, işlerin mahvolmaması için gitmezdi.

Gözlerimden akan yaşları sildim. Neden ağlıyordum ki? Jihoon gelecekti.

Hızlıca yerimden kalkıp pencerenin kenarındaki tekli koltuğa oturdum ve bacaklarımı kendime çektim yine.

Pencere deponun etrafını saran taş duvarlara bakıyordu. Tam kapıyı gören bir yerdeydi. Eminim ki o kapıdan içeri girecekti ve ben onu bekleyecektim.

O beni bekleyeceğini söylemişti, şimdi ise tam tersini yaşıyorduk.

Başımı koltuğa yaslayıp kapıyı izlemeye devam ettim. Ne gelen vardı ne de giden. Ama Jihoon gelecekti.

Jihoon tanrıyı bile kandırırdı, bizimkileri kandırması çok normaldi.

Az sonra ortaya çıkıp "Bu kadar çabuk inanacağınızı bilmiyordum. Aptallar!" diye kahkaha atacaktı. Buna eminim.

Başım koltuğun kenarından kaydığında silkelenip kapıya uzanan patika yolu izlemeye devam ettim. Oradan koşarak, neşeyle gelen koca bir bebek olacaktı az sonra. Jihoon gelecekti.

Patika yolun başında beliren karartıya dikkatle baktım. Kimse bana inanmasa da geliyordu işte. Ayağında beyaz spor ayakkabıları vardı, biraz çamurlu görünüyordu patika yoldan geldiğinden. Temizlemesini söylemliydim. Yaklaştıkça daha netleşiyordu her şey. Jihoon'du gelen. Gelmişti işte, ölmemişti. O ölemezdi de zaten.

hide and seek ❧ jihoonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin