Annemin güzel ellerinin başımda sakince dolaşmasını hep sevdim. Küçükken uzun olan ve uçlara doğru kıvrılan saçlarıma parmağını dolar ve bırakınca daha da kıvrılmasına gülerdi. Ondan başka kimsenin saçlarıma dokunmasına izin vermezdim.
Bana su perisi ile ilgili asla inanmadığım bir hikaye anlatır dururdu. İnanmış gibi yapardım. Kolayca akan ve kendine hep bir yer bulmasına rağmen asla mutlu olmayan salak bir periydi bu. Ateşi görüp ona ulaşmaya çalıştığını ama asla yeteri kadar yanmadığını, bu yüzden mutlu bitmediğini hatırlıyorum. Zaten dinlemek istediğim o hikaye değildi, yalnızca annemin sesiydi.
Su gibi olmamı söylerdi en son. Tüm hikayeyi bunun için anlattığını bilirdim. Su gibi olursam, taşların arasından kolayca akıp kendi yoluma gidebilirim. Sürekli damlayarak bir kayayı aşındırabilir ve herkese hayat verebilirdim. Ateşi söndürebilirdim. Yeterince güçlü bir ateş bile yalnızca suyu görünceye kadar yanardı.
Yere çökmüş, yanımdaki sapsarı saçlı çocuğun kafasında ellerimi gezdirirken bir yandan da sakin kalması için mırıldanıyordum. O, hangi suçla bu trene binmiş olabilirdi ki?
Dokuz numara gideli yarım saat kadar olmasına rağmen hâlâ gelmemişti ve dışarıdaki sesler artmıştı. Muhafızlar da yoktu üstelik meydanda.
"Abla," diye fısıldadı çocuk uzun sessizliğinden sonra. "Ölmek istemiyorum."
Yutkunarak elimi başından çektim ve yüzümü ona doğru eğerek yüzünü görmeye çalıştım. "Ölmek yok, o nereden çıktı?"
Omuz silkti. "Korkuyorum."
"Az önceki abi geldiğinde her şey düzelmiş olacak, anlaştık mı?"
Yüzüme bakmaya devam edince yanağını sıktım.
"Anlaştık civciv."
Başımı kaldırıp odanın içinde göz gezdirdim. Bizim kaldığımız ile tıpatıp aynıydı. Ne bekliyordum ki zaten.
Dışarı çıkmak ve dokuzu bulup yanında kalmak istiyordum ama bu çocuk buradayken mümkün değildi.
Minik elinin üstündeki siyah dövmeye baktım. On üç.
Gülerek başımı iki yana salladım. Anlamsız, yıllarca uğursuz olarak nitelenen yalnızca bir sayı. Ölmeyecekti. Gideceği yer kötü de olsa bu trende böyle ölmeyecekti.
Ayağa kalkıp çocuğu da yakasından tutup yukarı çektim. Konuşmak ve kelimeleri boşa harcamak istemiyordum. Masanın üzerindeki cam bardağı elime aldım ve kompartımanın sürgülü kapısına iyice yaklaştım.
"Abla..."
"Şşş..."
"Abla omzumu sıkıyorsun ama,"
Ona kısa bir bakış atıp elimi çektim. "Affedersin, gel böyle."
Kolundan tutup önüme, duvarla kapı arasındaki bölmeye yerleştirdim.
"Ses çıkarma tamam mı, sadece göz atacağım."
Onay beklemeden kapıyı araladım. Burada insan kalmamıştı. Hepsi daha ileride, personel odasının duvarını yumrukluyordu. İçeri geçip kapıyı kapattım. Bir isyan, bizi kurtaracak en son şey bile değildi.
Ayak sesleri arttı ve hoparlörden bir siren sesi yükseldi. İnsanların, doğrusu mahkumların sesini bastırmak içindi bu. İşte muhafızlar gelmişti.
Kapı açılınca elimdeki bardağı yukarı kaldırdım, gelen muhafızın kafasına geçirip vakit kazanabilirdim.
Bileğimi tutup bardağı tek eliyle elimden alan dokuz numaranın parlayan gözlerine baktım. Camı masanın üzerine rastgele fırlattı ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Vahşi." dedi gülerek ve siren sesinden bana kendini duyurmak için biraz bağırarak daha fazla yaklaşırken, omzundan iterek çocuğu işaret ettim. Sindiği köşede bizi izliyordu.
Derin bir nefes verip tadı kaçmış gibi kaşlarını çalarak çocuğa baktı. "Bu çirkin şey hâlâ burada mı?"
Çocuk dilini çıkarıp bacağına bir tekme geçirdiğinde gözlerimi büyütüp kahkahamı saklama gereği duymadım. "Çirkin sensin." diye mırıldandı. Belli ki eskisi kadar korkmuyordu.
Dokuz, dizini tutup dişlerini sıktığında daha çok güldüm. Durumu hatırlayınca derin bir nefes alıp omuzlarımı dikleştirdim. "Ne var dışarıda?"
Çocuğa pis pis bakmakla meşguldü. Çenesini tutup kendime çevirdim yüzünü. "Sana söylüyorum."
"Muhafızlar geldi şimdi. Birkaç siyaha hiç sesleri çıkmamalarına rağmen kelepçe taktıklarını gördüm. Piç herifler."
Gözlerimle çocuğu işaret edip kaşlarımı çattım.
"Ne?" dedi sırtını dikleştirip. "O benden daha çok küfür biliyordur. Tek sorunumuz bu mu?"
"Çok karışık mı dışarısı? Yatıştırabilirler mi?"
"Sanmıyorum. Önce isyanı başlatanların icabına bakacaklar, sonra sıra herkese gelecek."
Havayı ciğerlerime doldurmak ister gibi büyük bir nefes alıp bıraktım ve yüzüme düşen saçları kulak arkasına ittim.
"Ne yapacağız?"
Tren sanki altımızda bir ray varmış gibi sallanarak yavaşladı ve aydınlığa çıktı.
"Bilmiy-"
Siren durdu ama anons sözünü kesti.
6.DURAK, 10 ŞUBAT 1929.
Büyük Buhran.
Bu şartlarda da yolcu indirecekler miydi? Ama kimi? Anonsun devamını bekliyorduk ama gelmedi.
Dokuz, yüzüme bakmayı bırakıp iki adımda koltuğa ulaştı ve dışarı baktı.
İnsanlar, arazinin ortasında ipini koparmış vahşi hayvanlar gibi koşuyordu ama bir terslik vardı. Hepsi, on adım atmalarına fırsat kalmadan sırtından vurulup yere yığılıyordu. Kaç tane olduğunu sayamıyordum bile.
Dokuz numara, omzunun üstünden bana baktığında aynı şeyi düşünüyorduk.
Hükumet bizi öldürmenin kendilerini haklı çıkaracak bir yolunu arıyordu.
Dışarı fırlayan insanlar kesilip tren kapılarını kapattığında siyah tünele girmemiz çok vakit almadı. Ayakta duramayacak gücüm kalmadığını hissettiğimde duvar dibinde yere çöktüm.
O iğrenç sesi duymanın çok uzak olmayacağını biliyordum ama bu kadar hızlı olmasını da beklemiyordum.
KURALLAR ÇİĞNENDİ. ARTIK DURMAK YOK. HEPİNİZİ TRENİ DURDURMADAN KARA TÜNELİN İÇİNE BIRAKACAĞIZ VE NEREYE GİDECEĞİNİZİ BİLMEDEN O TÜNELDE SAVRULUŞUNUZU İZLEYECEĞİZ. BUNU SİZ İSTEDİNİZ. SAKLANDIĞINIZ YERLERDEN ÇIKIN. HEPİNİZ BİRER ZAMANSIZSINIZ.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMAN TRENİ
Science Fiction2082 yılında suçluları taşıyan, onları tarihin en kötü zamanlarına terk eden bir trende kaderleri görünmez bir iple bağlanmış iki mahkumun hikayesi. Kapak Tasarım: @sewalmoon