"Feryal," diyor bir ses. "Feryal beni duyuyor musun?"
Gözlerimi aralayıp yüzümü avuçlarının arasına alan 9'a bakıyorum.
"Ben yapmadım." diye fısıldıyorum.
Kolları boynuma dolanıyor, beni öyle sıkıyor ki sevgiden öleceğim sanıyorum. Elleri saçlarımda geziyor ve kafamın üstüne minik bir öpücük konduruyor.
"Çok şükür." diye fısıldadığını duyuyorum.
Benden biraz uzaklaştığında etrafıma bakıyorum. Zindandayız, yine. Hem önceki gibi 9'la beni ayırma gereği duymamışlar. Tepedeki minik aralıktan biraz ışık sızıyor, henüz akşam olmamış. Dudaklarım kuru, ellerim kuru. Oğlum ölmüş. Kalbim kuru.
Mahkemede olanları hatırladığımda hıçkırıklara boğuluyorum. Nemli gözlerim 9'unkilerle buluşuyor. Hiçbir şey demeden başını iki yana sallıyor. Benimle birlikte ağlıyor. Kalan azıcık gücümü toparlayıp dizlerim üstünde doğrularak onu kollarımın içine alıyorum. Kendini bana bırakıyor ve daha fazla ağlıyor.
"Özür dilerim." diye fısıldıyor. Neden özür dilediğini bilmiyorum. O bir şey yapmadı ki. "Oğlumuzu koruyamadım." diyor sonra. Başımı iki yana sallayıp ona daha sıkı sarılıyorum ve büyük bir nefes alıyorum.
Hayata ikinci kez doğmama sebep olan şeyi kaybetmek şimdi sahip olduğum tek hayatı elimden alıyor. Üstelik hâlâ nefes alıyorum. Ne büyük haksızlık. Değdiğim her şeyin sonunu getiriyorum. Onu son görüşümü hafızama kazıyorum, gözlerimi kapattığımda tuttuğum minik parmakların her boğumunu görüyorum. Nasıl aldılar canını? Kim aldı? Hangi vahşi, hangi amaç uğruna bir çocuğun son nefesini izler? Sarmad mı yaptı bunu? İnsan öz oğlunun canına kıyacak kadar sever mi gücü? O kadar ileri gidebilir mi? Daha kaç kayıp vermem gerekiyor durması için? Tüm bunlar ne uğruna? Tarihe yazılacak bir isim bu kadar önemli mi? Başkalarına cehennemi yaşatıp cennet istenir mi?
Sorular durmuyor. Aklım susmuyor. Çok acı çekiyorum.
Elli sekiz, elli dokuz, altmış. Buradaki otlar da bitti. Hafifçe yerde kayarak biraz daha ileri gittim. Baştan. Bir, iki, üç, dört. Beni burada bırakıp gitmişlerdi. Beş, altı, yedi. Oğlumu da alıp gitmişti hepsi. Sekiz, dokuz. Avuçlarımı açıp ellerime baktım. Ne kadar zamandır yerdeki çimenleri kopardığımı hatırlamıyordum. Güneş şimdi tepedeydi. Dokuz. Dokuzu saymış mıydım? Dokuz, dokuz, dokuz.
Başkente onlar olmadan gidemezdim. Zaten beni almamak için burada bırakmışlardı. Girmeme asla izin vermezlerdi.
"Feryal!"
Şimdi de olmayan sesler mi duyuyordum? Göğsümde hissettiğim müthiş bir ağrı vardı. Bebeğim acıkmış mıydı?
"Feryal?!"
Başımı kaldırıp bana yaklaşan sese baktım. Güneş tam gözlerime vurduğundan silüetten fazlasını göremediğim bu ses tanıdıktı. Tek elimi alnıma siper ettim ve her ne kadar onu görmek istemesem de gözlerime bu izni verecektim. Buna fırsat kalmadan yere oturdu ve önce omuzlarımdan, sonra çenemden tutup beni kendine yaklaştırdı.
"N'apıyorsun burada? Neredeler?"
Nefes nefeseydi. Buraya kadar koşmuş gibi ter içindeydi.
"Gittiler." demekle yetindim. On üç. On dört. Konuşarak sayımı unutturuyordu. "Git." dedim o yüzden.
"Feryal!" diye bağırdı. Onu duyuyordum, ne diye bağırıyordu? Başımı yerden kaldırıp gözlerine baktım. Siyah değildi gözleri. Ne renkti bilmiyorum ama siyah değildi. Endişe dolu bu gözleri yüzümde gezdirdi. Bir elini alnıma koydu, iç çekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMAN TRENİ
Science Fiction2082 yılında suçluları taşıyan, onları tarihin en kötü zamanlarına terk eden bir trende kaderleri görünmez bir iple bağlanmış iki mahkumun hikayesi. Kapak Tasarım: @sewalmoon