"Şimdi kolyeyi ver."
Gözlerim, ellerinden yüzüne kayarken umursamaz bir tavırla gözümün önüne düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına koydum ve elbisenin göğüs kısmına yerleştirilmiş minik cepten kolyeyi çıkardım.
Avcunun içine bırakırken "Güzelmiş." dedim. Onunla tartışmanın anlamı yoktu, bunu yapsam o kolyenin neden onda olduğunu asla öğrenemezdim.
Elini çekerken avcunu kapatıp parmaklarını zincirin üzerinde gezdirdi. "Bir hırsız olduğum için bu kadar laf söyledikten sonra bunu çalman..." Duraksadı kısa bir an. Sonra kolyeyi işaret parmağına takıp havaya kaldırarak gözlerini benden ayırmadan salladı. "Bana karga dedin ama parlak şeyleri seven sensin."
"Çalmak değildi niyetim." dedim kısa kesip.
"Genç kargalar daha çok ilgi duyarmış böyle nesnelere. Özellikle esaret altında tutulanlar..."
"Kes artık. Benim olmasını istesem sana vermezdim." Sesim yüksek çıkmıştı.
"Benimle iyi geçinirsen daha iyi bir hırsız olman için bir şeyler öğretirim küçük hanım. Böyle birkaç metrekarelik bir yerde karşındaki adamın kimseye güvenip uyumayacağını bile bile üstünden bir şey alma bir dahakine."
Kolyeyi ceketinin iç cebine yerleştirdi ve sanki ilk defa ilgisini çekmiş gibi vagonda göz gezdirdi. Eskiden kullanılan, ancak tarih kitaplarında gördüğümüz trenlere benzetilmişti. Hoş, 2040'tan beri hızlı tren bile kullanılmıyordu ya. Bizi günümüzün tüm imkanlarından yoksun bırakmışlardı akıllarınca. Aman ne büyük ceza(!) Adım kadar emindim ki buradaki mahkumların hiçbiri, doğduğu çağın imkanlarını zaten kullanamamıştı. Büyükbabamın buruşmuş ağzından çıkan kelimeler gözlerimin önünden bir şerit gibi geçti: Yoksulluk, suçu getirir.
Gözleri tavanda duran, tam ortaya yerleştirilmiş dönen minik kameraya baktı. Kırmızı bir ışık yansımasa orada olduğunu anlamazdım bile. Tavanın içine gömülmüştü.
"Hem bak," dedi onu izlediğimi bildiği halde kamerayı işaret ederken. "Bir suç daha eklenmesin listene."
Omuz silktim. "Sence biz umurlarında mıyız? O seni burada öldürsem bile kimse gelip bir şey demez, müdahale bile etmezler."
Güldü. "Öldürür müsün?" Kaşları yukarı kalkmıştı.
"Eh," dedim tırnaklarıma üfleyip tehditkar bir ifade takınmaya çalışarak. "Beni fazla zorlama."
Gülüşü kahkahaya döndüğünde ben de ona katıldım.
Tren yavaş yavaş aydınlığa çıktığında ikimizin de yüzündeki gülümseme silindi. Yansıyan şiddetli ışığı kesmek için bir elimi gözlerime siper ettim. O, dokuz numara, direkt güneşe bakıyordu.
O iğrenç ses duyulmadan önce, nereye geldiğimizi zaten biliyordum. Muhtemelen trendeki herkes biliyordu.
İKİNCİ DURAK, 19 HAZİRAN 2056.
Kuraklığın Dünya üzerindeki tüm ülkelerde çok net hissedildiği yıl. Su için ülkelerin birbirine girdiği yıl. Kendi elleriyle doğayı harap eden insanların oturup ellerini göğe açarak yağmur dilendiği o yıl. Güneş'in hayvanları cayır cayır yaktığı o korkunç yıl.
YOLCU 35. İYİ ŞANSLAR.
Toprak arazinin ortasına orta yaşlı bir kadın itildi ve muhafızlar yeniden içeri girdi. Kadın yüzünü Güneş'e döndü. Saçları sapsarıydı. Güneş gibi.
Ortalıkta kimse yoktu. Bu güzergahı üstünde insan olmayan şekilde seçmelerinin sebebinin ne olduğunu bilmiyordum. Zaten olsalar da bizi göremezlerdi. Belki de yalnızlıktan ölmemizi istiyorlardı. Meydana ne kadar uzak olabilirdi ki?
"Yine ayrılmadık." dedi gözlerini bana çevirmeden. Gözünü bir noktaya dikmişti. Baktığı yere baktığımda çok da uzak sayılamayacak bir noktada gördüğüm yapı, olduğumuz yeri anlamamı sağladı.
Kız Kulesi.
Eskiden denizin ortasında durmasına rağmen, şimdi kurak bir arazinin ortasında dikilmiş yalnız başına bizi selamlıyordu.
"İstanbul." diye fısıldadı.
"Doğduğum şehir." diyebildim. "Biliyor musun?" Tekrar ona döndüğümde tren hareketlenmeye başlamıştı. Güneş yavaş yavaş aydınlık yüzünden çekilirken onu ve bana bir tepki verene kadar karanlığa girişimizi izledim.
Bana bakmadan tütün sarmaya koyuldu. Onu rahatsız edecek kadar çok izlemiş olmalıyım ki kafasını kaldırıp bana baktı, nihayet.
"Doğmama üç yıl var." Tren hızlandı. "Gerçi artık daha çok var. Bak bak daha da çok var..." Gözlerimle dışarıyı işaret ettim.
"59'da mı doğdun?"
"Mükemmel bir matematik."
Yakmadan ağzının kenarına iliştirdiği sigarasıyla konuştu. "Yirmi üç. Bu trende olmak için çok küçük bir yaş." Ağzındaki sigarayı iki parmağının arasında bana uzattı. "Bence buna yakmalısın."
Elimin tersiyle elini ittim. "Beni kötü yola düşüremezsin. Hem..." Tekrar ağzına koydu ve bi sefer yaktı. "Hem sen de çok büyük durmuyorsun."
"Hı hım." Üfledi. "Doğmama daha yüz yıldan fazla var." Az önce benim yaptığım gibi dışarıyı gösterdi. "Bak bak daha da geçiyor."
Arkama yaslanıp kollarımı bağladım. "Çok komik." Zaten o da gülmemişti.
Aziza'yı çok özlemiştim ve aramızda artık yollar değil yıllar vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMAN TRENİ
Science Fiction2082 yılında suçluları taşıyan, onları tarihin en kötü zamanlarına terk eden bir trende kaderleri görünmez bir iple bağlanmış iki mahkumun hikayesi. Kapak Tasarım: @sewalmoon