Saniyeler, dakikalar, hatta saatler geçmişti ve bizim durumumuzda hiçbir değişiklik yoktu. Ne acı. Hatta üzücü ama artık aşağı inemeyeceğimizi, belki de öleceğimizi düşünmeye ve yavaş yavaş buna inanmaya da başlamıştım. 3 hatta belki 4 gün geçmişti burada olmamızdan ama en ufak bir yardım bile gelmemişti bizim için.
Diğerleri zorunda oldukları için güçlü kalmaya çalışıyordu. Ama yiyecek ve suyumuz neredeyse bitecekti ve bu çok daha kötüydü. Yiyecekler biterse biz de bitmiş olurduk zaten. Aşağı inmek için bir sürü şey denemiş, düşünüp kafa yormuş ama hiç birinde başarılı olamamıştık. Belki de bu bizim kaderimizdi?
Zaman geçtikçe artık umutlarım da kayboluyordu ve yerini kapkaranlık bir toz bulutu alıyordu. Merdiven düşmeseydi zaten burada mahsur kalmazdık. Ama tamamen komuş ve parçalara ayrılmış merdiven bizim için işe yaramazdı. Ne mi yapacaktık? Sanırım hiçbir şey..
Esen rüzgarın sertliği sanki beni tamamen vazgeçirmeye ve o iki arkadaşımın yanına uçurmak istiyor gibiydi. Çok küçük bir umut; buradan inecek olursak aşağıdaki o iki cesede bakabileceğimi ya da baksam da bunu kaldırabileceğimi sanmıyordum. Bağışık olmamız insan olduğumuzu değiştirmiyordu! İnsandık biz, robot değil ve biz de yorulmuştuk artık.
Gerçi daha dışarısının, şehrin ne halde olduğunu bile bilmiyorduk ve bence hiçbir zaman da öğrenecek kadar uzun yaşamayacaktık. Negatif düşünmek istemesem de kabul etsem de etmesem de durum buydu. Çaresiz.
Aşağıdaki, 20 metre altımızdakilerden pek ses yoktu, gerçi biz de artık konuşmuyorduk. Öyle ki öyle boktan hissediyordum ki artık Newt'la bile konuşmuyordum. Ama son zamanlarda (bir gündür) onda bir gariplik fark edilecek kadar göz önündeydi; belli ki hastaydı. Artık eskisi kadar enerjik değildi, hiçbirimiz değildik tabi ama onunki daha çok... Sanki, içinde bir şeylerle mücadele ediyor gibi yorgundu. Genelde uyuyordu ve soğuktan olsa gerek yüzünün rengi bembeyazdı. Artık hava soğuk olduğu için akşam ve geceleri bizim için tam anlamıyla işkenceydi. Buradan kurtulmak istiyordum artık.
Ama nasıl?
Hiç kimse bizim için gelmezken nasıl olacaktı bu? Her iki telefonun da şarjı bitmişti. Yani yardım isteyemiyorduk. Merak etmeyin; aklınıza gelen her türlü yola başvurmuştuk ama bakın işte, hala buradaydık.
O doktorlar bile gelmemişti. Bence bizi bulmaları bu kadar zor olamazdı çünkü daha şehire bile gelmemiştik. Öyleyse neden? Bizi ölüme mi terk etmişlerdi? Ama hayır onlar için önemliydik, tedavinin başıydık, değerliydik. Öyleyse neden?
Neden hala kimse bizim için gelmedi?
Onların gelmesini istemezdim zaten, tabi en başta olsaydım. Ama bu dondurucu hava, yemek ve susuzluk, bıkkınlık ve yorgunluk, psikolojik çöküş tüm düşüncelerimle oynuyordu resmen. Vazgeç diyordu sanki. Atla aşağı ve vazgeç. Ama hayır.
Hayır. Böyle bir şey yapmam mümkün değildi. Olmazdı.
***
Gece mi gündüz mü gözlerimi açana kadar anlamamıştım. Gözlerimi açmama ve uyanmama sebep olan ise Agnes ve Bianca'nın sesiydi. Bağırıyorlardı ama yeni uyandığım için ne dediklerini anlamıyordum. Neler oluyordu?
Gözlerimi kırpıştırdığımda gece olduğunu kavrayabilmiştim. Diğerleri de benimle birlikte anlamayarak uyandıklarında hepimiz Agnes ve Bianca'ya bakıyorduk sorarcasına. Onlarınsa bize baktığı yoktu; sadece etrafa bakıyorlardı. Daha fazla dayanamayacağım olaylar istemiyordum. Kötü bir şey olmaması için dua ettim. Yoksa kaldıramayacaktım. Cidden.
''Ne oluyor? Kötü bir şey mi?'' Brendon'ın uykulu sesi açılırken herkesin aklındaki soruyu sormuştu Agnes'a. Hepimiz ona baktığımızda yüzünde anlamadığım bir heyecanla bize döndü. Hatta neredeyse gözlerinin içi gülüyor da diyebilirdim. Neden?
Agnes hepimize baktıktan sonra, aşağıdakiler de duysun diye süksek sesle konuştu ve sesindeki neşeyi anlamamak imkansızdı,
''İnanmıyorum inanmıyorum! Hepiniz ileri, yukarıya bakın! Bizim için gelen bir helikopter var!''
Ne?
Ne demişti Agnes az önce?
Helikopter?
Hem de bizim için?
4 gün sonra yoksa... Nihayet bu lanet yerden kurtulacak ve aşağı inecektik öyle mi?
Peki... Kimdi bu helikopterdekiler? Ya bizi görmezlerse?
Herkes merakla Agnes'ın gösterdiği yere bakınca gördük; gerçekten bir kaç metre ileride bir helikopter vardı ve yanılmıyorsam tam da bizim olduğumuz yere geliyordu. YOKSA SONUNDA KURTULACAK MIYDIK? İşte şimdi bir umut tohumu filizlenmişti içimde.
Herkes helikopteri görmenin heyecanıyla enerjiyle dolduğunda ayağa kalktık bizi fark etmeleri için. Herkes elini sallayıp bağırıyordu. Ve kesinlike helikopterdekilerin bizi görmeme ihtimali yoktu.
Helikopter tam dipimize geldiğinde pervanelerin çıkardığı ses ve rüzgar çok kuvvetliydi. Neredeyse aşağı düşebilirdik. Helikopterin kapısı açılınca bir kadın bize baktı. Küt kahve saçları ve çekik bal rengi gözleri olan bir kadındı,
''Herşeyi güvenli bir yere gidince açıklayacağız! Şimdi bizimle gelin, tabi buradan kurtulmak istiyorsanız. Acele edin ve atlayın hadi!'' O kadar bıkmıştık ve tükenmiştik ki bu 4 günde, hemen bu yerden kurtulmak için neler vermezdik. Dediğini yaptık, hepimiz sırayla bindik. Herkese baktım, kadın güvenli yere gidince herşeyi anlatacağını söylemişti, bir de adını; Vanessa.
Brendon'a baktım. Her ne kadar onunda umutları neredeyse bitmişti ama işte kurtulmuştuk. Nereye gidiyoruz bilmiyorduk ama o lanet kuleden uzakta olmak çok iyiydi, artık yere insek rahatlayacaktık. Aşağı bakıyordu, bir umut Alvin ve Dixie'yi görür diye... Ama hala yukarıdaydık ve görmek imkansızdı.
Darla'ya baktım. O da aşağı bakıyordu dolu gözleriyle. Ağlamasını, bağırıp kardeşinin cesedine bamak istemesini bekledim ama hiçbirini yapmamıştı. Sadece bakıyordu, kabullenmişti ve bırakmayacaktı. Kardeşini kaybetmiş olsa bile devam ediyordu başladığı yoldan. Çok zordu ikizini kaybetmek, ama aşağı atlamamıştı, susmuştu ve içinde fırtınalar kopsa bile sessizce kabullenmişti. Olgundu ve ne yapacağını çok iyi biliyordu. Ama öfkeli olduğunu yüzüne yansıtmasa bile biliyordum. Hissediyordum.
Agnes'a baktım. Mutluydu. Evet, şu 4 günde yaşadığı o kadar şeye rağmen gülümsüyordu. Agnes böyleydi, her zaman ozitif olabilirdi ve belki de aramızda hiç bir zaman umudunu kaybetmemiş olan tek kişiydi.
Victor'a baktım. En sonunda rahatlamış ve hurulu görünüyordu. Evet o da nereye gittiğimizi, bunların kim olduğunu merak ediyordu ama şimdilik sessizdi ve bizim gibi sorularını şimdilik kendine saklıyordu.
Bianca'ya baktım. O her zaman sanki içinde bir savaşcının ruhu varmış gibi güçlüydü. Sessiz olması gereken yerleri bilirdi, etrafa bakıp nereye gittiğimizi anlamaya çalıştığı barizdi. Ama yüzündeki kararlılık hiçbir zaman silinmiyordu. Ve silinmezdi de.
Dixie ve Alvin'e de bakmayı ne çok isterdim...
Newt'a baktım. Şimdi daha iyi görünüyordu. Yanımda olduğu için yüzünü göremşyordum çünkü dışarı bakıyordu. Ne düşündüğünü merak ediyordum ama sormanın zamanı değildi. Konuşmanın da zamanı değildi. İnince ve Vanessa denen kadının dediği güvenli yere gidince her şeyi konuşacak zamanımız olacaktı nasılsa. Konuşmak yerine sadece yanımda boşta duran elini tuttum, temas edince başını bana çevirdi ve her ne kadar hasta bile olsa hafif tebessümüme karşılık verdi. Yorgundu, bitkin ve halsizdi. Yine de tüm bunlar yüzündeki en ufak mükemmelliği geçirmeye yetmemişti.
Newt, neyin var senin?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DİKKAT ET / TOM KAULITZ
Novela JuvenilHerşey şehirdeki büyük akıl hastanesindeki vücutlarında korkunç bir virüs taşıyan "insanların" hastaneden kaçması ve şehire inmesiyle başladı...