Lila İpekçi
Basit şeyler aslında o kadar kıymetliydi ki kaybetmeden anlamak imkânsız gibi bir şeydi. Özgürlük mesela... Alındığında insanın hayatı bitiyormuş meğerse. Canından kanından bir parçadan ayrı düştüğünde mesela, diri diri toprağa gömülüyormuş insan aslında. Babama baktığım için hayatım boyunca asla şikâyetçi olmamıştım; fakat yaşayamadığım hayat için hep şikâyetçi olmuştum. İçten içe sadece ağlamıştım sessizce. Gözyaşlarım hep kalbime akmış, orada birikmiş ve bir deniz olmuştu. Belki de bu yüzdendir ki suratsız biriydim çoğu zaman. Birisiyle iletişim kurmak zorunda kalmadıkça bir merhabayı bile esirgiyordum ben insanlardan. Hayatla mücadelesi olan bir tek ben değildim ama hayatını yaşayamayan sayılı o bahtsız insanlardan biri de bendim işte.
Bazen öyle anlar geliyordu ki keşke diyordum içimden, ya keşke mürekkebim bitse de artık son noktayı koymak zorunda olsam hayatıma. Bazen yazmaktan çok yoruluyordum. O zamanlarda birisi gelip yazsın hikâyemi istiyordum ama kim biliyordu ki benim hikâyemi? Kime emanet etsem de kim benim gibi yazabilirdi hayatımı? Hiç kimse herhalde. Zaten yeterince zordu kelimelerim, bir de beceriksiz ellerle uğraşamazdım ki.
İnsanlardan uzak kalmak, sayılı insansa sahip olmak ve duyguları reddetmek kolaydı. Zor olan o duygularla yaşamaktı. Ben ne zaman kalbimin attığını hissettiysem işte o zaman duygularımı kabullenmek çok zor gelmişti; çünkü ne vardı biliyor musunuz, o hissettiğim kalp atışları bana bir hayat kuruyordu ve ben bir hayata alışmaktan korkuyordum. Kendime ait bir hayatım asla olamayacakmış gibi bir hisse kapılmıştım ve ben bu fikrin peşinde sürünüp duruyordum zavallı gibi.
Gözlerimi açtığımda beni işte o her şeyin başladığı gündeki gibi pasparlak bembeyaz bir ışık karşılamıştı. İnanılmaz derece gözlerimi alan bu ışık gözümden çekildiğinde anlamıştım ki doktorun gözlerime acımadan tuttuğu fenerdi o. Yarı baygın haldeydim ki doktoru gördüğümde ona neler söylediğimi veya neler sorduğumu hatırlamıyordum. Bana bir şey söylerken aynı zamanda yatağımı bir yere götürürlerken etrafımda gardiyanlar vardı iri yarı. Sürekli gidip gelen bilincim midemi bulandırmıştı hep. Sonra bir genç kız görmüştüm ancak yüzünü hatırlayamıyordum bir türlü. Zihnimde dolanıp duran tek şey Zilan'ın yüzüydü sadece. Bana bağırdığını hatırlıyordum sadece. Sersemlemiştim uyandığım ilk andan beri ve ben uyanalı saatler olmuştu artık.
Sol bileğim yatağa kelepçelenmişti ve saatlerdir uykuyla uyanıklık arasında giderken odama kimse girmemişti hemşire dışında. O da serumu değiştirip gitmişti. Kolumdaki iğnede hafif batma acısı hissederken hafifçe doğrulmak istemiştim ancak kafamı kaldırmamla başımın dönmesi bir olmuştu. Serbest olan elimle kafamı yoklarken odamın kapısı açıldı ve tanıdık birinin sesini işittim.
"Lila? Dur hareket etme öyle!"
Birdenbire omuzlarımda bir baskı hissettiğimde beni sarsmadan eski pozisyonuma getirdi o eller; ancak bacaklarım uyuşmuştu uzanmaktan. Hareket etmek ve kemiklerimdeki bu sızlamaları yok etmek istiyordum.
Başımı yastığa geri bıraktığımda karşımda Yiğit duruyordu. Beni yastığa bırakınca üzerimde kayan ince pikeyi boğazıma kadar çekip serumuma baktı çok anlıyormuş gibi. Sonra gözleri bileklerime kaydı. Kelepçeyi gördüğünde gözlerini devirip ağzının içinde homurdandı anlayamadığım bir şekilde.
"Konuşup şunları çıkarmalarını söyleyeceğim," diyerek arkasına döndüğünde karnımdaki dikişlerin sancısı ile inledim sessizce.
"Dursana..." diye konuştuğumda dişlerimin arasından, gitmek yerine bana döndü ve sorgulamadan yanıma geldi.
"İyi misin? Acıyor mu canın?" diyerek omuzlarıma dokunduğunda başımı olumsuz bir şekilde salladım ve dudaklarımın arasından kaçan sızlamaları göz ardı etmeye çalıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Öfke Kelebeği ✨️ Aile Serisi 1 (TAMAMLANDI)
Teen FictionHayatsızlar, hayatın adaletsizliğiyle bir akşam yemeğine çıkmışlar. Yollar engebeli ve kumluymuş. Şık kıyafetlerle, bedenlerindeki yara izlerini ve ruhlarındaki iyileşmeyen acıları gizlemek istemişler. Maskeli şeflerin yaptığı, iki yüzlü garsonları...