Bu zamana kadar önümdekilerle yaşamaktan başka bir gayem olmamıştı. Yaşamak istemediğim bu hayatı kendim için yaşamak istemediğim kesindi ama elime bakan on yaşında bir kız ve hasta bir adam varken çekip gidemezdim. Bundan daha kötüsü olamazdı, biliyordum. Daha kötüsünü kaldıramazdım çünkü. Hem bir şekilde üstesinden geleceğime inanıyordum ben. Yoksa bunları yaşamazdım. Kaldıramayacağımdan daha fazlasını yaşayamayacağımı babam öğretmişti bana. O beni unuttuğunda, aklında ve ruhunda sadece Nazenin barınmaya başladığında onu bırakmayacağıma dair bir söz vermiştim kendime. Çünkü o beni kaderime bırakmamıştı.
Parkta bu saatte bile çocuk vardı. Saat sekiz olmuştu ve hava karanlığa bürünmek için maviliklerden yola çıkmıştı. Bir ağacın gövdesine yaslanmış o gitgide laciverte boyanan, ufak tefek yıldızların aydınlattığı semaya iliştirdim gözlerimi. Çocuk seslerini duyabiliyordum ama etrafımda olup bitenden habersiz, çok uzaklara dalıp gitmiştim. Geçmişimdeki olan bitenleri düşünürken bu zamana ne kadar hızlı geldiğim şaşırtıyordu beni. Zordu ama herkesin geçmişi herkese zordu bir noktada. Öyle değil miydi?
"Lila..." Hayret dolu bir ses kulaklarıma ulaştığında Yiğit olduğunu anladım.
Semaları seyreden gözlerimi daldığı ücralardan çekip usulca sağımdan gelen sese döndüm ve bana doğru yaklaşan siluetini fark ettim. Yüzümde belli belirsiz bir gülümseme meydana geldi ve oturuşumu düzeltip çimleri gösterdim. Her şeye rağmen gelmesine hem seviniyor hem de mahcup oluyordum.
"Otursana. Hoş geldin," dedim. Bacaklarımı karnımda toplamak yerine bağdaş kurdum.
Yiğit bende bir şeyler olduğuna emin halde geldi ve yanıma temkinli bir şekilde oturdu. Yüzümü seyrediyordu alenen ve sessizdi. Sokak lambaları sayesinde ben de yüzünü net olmasa da görebiliyordum. Yine her zaman olduğu gibi jilet gibiydi. Takım elbisesi üzerindeydi, saçları sağa doğru yatırılmış ve özenle taranmıştı. Sakal tıraşı olmuş, bebek gibi cildiyle utanmadan bir de yanımda parıl parıl parlıyordu. Avukat olduğu için mi böyleydi yoksa her zaman mı böyleydi bilmiyordum ama onu asla dağınık veya bakımsız görmemiştim.
"Sormaya korkuyorum artık. İyi misin? Canın sıkıldı da beni terslemeyi mi özledin bakalım?" İşi dalgaya vurmasına sevinmiştim en azından ama bir yanımda bu dediğine sıkılmıştı. Onu her zaman terslemiştim öyle değil mi? Hiç düzgün davranmamıştım çünkü duvarlarım buna izin vermiyordu. Şimdi de vardı o duvarlar ama içimi kemiren şüpheler duvarlarımı aşındırmıştı artık.
"Hayır, şaşıracaksın ama sadece konuşmak istedim. Vaktin var mıydı?" Sorduğum masum soru karşısında Yiğit başını salladı.
"Sen orasına bakma, vaktim var benim. Anlat bakalım neler oldu?" diyerek ellerini birbirine kenetlediğinde ağaç gövdesine yaslandım ve parmaklarımla oynamaya başladım. Şu anda bütün dikkatiyle beni dinliyordu ve bunun beni ne kadar mutlu ettiğini bilse şaşıracağına adım kadar emindim. Allah'ın bir kulu nihayet beni dinliyordu...
"Bi-bir şey olmadı aslında, sadece... Bir şey isteyecektim. Sen kayıp birini bulabilir misin?" diyerek ona döndüğümde yüzünün yarısını görebiliyordum sadece. Ona çok uzun süre bakamadan hemen başımı önüme eğdiğimde duygularımı anlamasından ölesiye korktum.
Yiğit tereddütlü bir dokunuşla çenemden tuttu ve yüzümü kendi yüzüne çevirdi. "Bak bana."
Ağır bir yutkunuştan sonra gözlerine baktım ama daha fazla bakarsam anlamasından korktum. "Ne kaybından bahsediyorsun? Daha açık konuşabilir misin benimle?" dedi ciddiyetle.
Bu ciddiyetine karşılık neredeyse gülümseyecektim ancak zor tuttum kendimi. Onun bana dokunmasını istemiyordum. O bana dokunduğunda vücudumu kontrol edemeyecekmişim gibi bir hisse kapılıyordum çünkü çenemden tutması bile kalbimi kontrolsüz bir atıma zorluyordu ama ben kendimi geri çekemezken o çenemde oyalıyordu parmaklarını.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Öfke Kelebeği ✨️ Aile Serisi 1 (TAMAMLANDI)
Ficção AdolescenteHayatsızlar, hayatın adaletsizliğiyle bir akşam yemeğine çıkmışlar. Yollar engebeli ve kumluymuş. Şık kıyafetlerle, bedenlerindeki yara izlerini ve ruhlarındaki iyileşmeyen acıları gizlemek istemişler. Maskeli şeflerin yaptığı, iki yüzlü garsonları...