Ece bana geldiğinde öğle olmuştu. Keyfi yerindeydi. Görüşmesi iyi geçmişti. Oturmadan hemen anlatmaya başlamıştı heyecanla. Arkadaşım bir aylık deneme süresinde beğenirlerse o ayın maaşını ödeyeceklerini bile söylemişti. Bu kadar bonkör olmasının nedeni ne acaba diye düşünmüştüm Ece'nin anlattıklarını dinlerken. Herhalde benimle dostluğu değildi bonkörlüğünün nedeni. Büyük bir ihtimalle Ece'nin güzelliğinden etkilenmişti.
Kıskançlık kor olmuş yüreğimi yakmıştı. Ece gerçekten çok güzeldi ve ben onu kurtların eline verecektim. Tam bir işkadınına benzesin diye aldığımız açık gri ceketi, içinde bana sanki bir düğmesi fazladan açılmış gibi gelen bembeyaz poplin gömleği, altında yine bana acaba fazla mı kısa, o küçük yırtmacın gereği var mıydı diye düşündüren, ceketiyle aynı renkten ve kumaştan eteği, ten rengi naylon çorapları ve benim alması için ısrar ettiğim topuklularla güzelliği ortaya çıkmıştı. Sözümü dinleyip babet giymemesini de takdir etmiştim.
Gözlerine hafif bir makyaj yapmış, ince dudaklarını hafifçe taşırarak da olsa kan kırmızıya boyamıştı. Saçlarını da tarayıp sıkıca arkadan bağlamıştı.
İki eliyle ellerimi tutup yanaklarımı öperken kokusunu içime çekmiştim. Mandalin kolonyasının kokusu teninin kokusuyla karışıp hoş bir parfüm halini almıştı.
Evet gömleğinin bir düğmesi fazladan açıktı ama bu göz alıcı bir dekolte yaratmıyordu. Ece giydiğini gerektiği gibi taşımasını biliyordu.
Belki de sıradan bir kızdı ama benim gözüme çok güzel görünüyordu. Her karşılaşmamızda gözüme daha güzel görünmesinin nedenini adlandırmak istemiyordum ama tahmin ediyordum.
Yazık ki Ece'ye ayıracak zamanım yoktu. Bir sürü acilen yetiştirilmesi gereken işim vardı ve arkası kesilmeyen telefonlardan ne işlerle ilgilenebilmiş ne de Ece'yle doğru dürüst konuşabilmiştim.
İnternetten bir büyük pizza ısmarlamış, birlikte yemiştik. Yine iyi yiyordu ve pizzanın yarısından fazlasını yemişti ama geçen günkü kadar iştahlı olmadığı dikkatimi çekmişti. Sanki bu düşüncemi okumuş gibi çayını içerken "Pizzayı pek sevmem ama kebaba dayanamam" diye izah etmişti. Ben de "Keşke yine kebap ısmarlasaydım" diye geçirmiştim içimden. Bizim kebapçının kebapları geçen günkü kazıkçıdan çok daha enfes ve ucuzdu.
Sabırlı kızdı. "Araç bulamazsın. Ben seni uygun bir yere bırakırım" dediğim için telefon konuşmalarımın ve işlerimin bitmesini sessizce beklemişti. Ben de onun güzelliğini belleğime defalarca kaydederek işlerime konsantre olmaya çalışmıştım ama ne kadar Ece'den kopup dikkatimi işe verdiğimi bilemiyordum.
Saat üç olmuştu. Ece'yi yeterince bekletmiştim. Kız kalkıp gitmediğine pişman olmuş olmalıydı. Ama yine de sesini çıkarmıyor gülen gözler, sevecen bakışlarla beni izliyordu. Neyse ki geçen günkü gibi Zehra aramamıştı.
Arabaya doğru yürürken "Kafam kazan gibi oldu, bir deniz kıyısına gidip biraz hava alalım mı?" diye teklif etmiştim. Sesini çıkarmamış, yanımdan yürümeye devam etmişti. Bu halini neye yoracağımı bilememiştim. Yola çıkınca da işime geldiği gibi "Susmak onaylamaktır" diye yorumlamıştım sessizliğini.
Ailecek pek gezmediğimiz, gezmeye çıktığımızda da AVM'lerden başka bir yere gitmediğimiz için aslında nereye gidebiliriz bilmiyordum. Hem bu nedenle hem de teklifime gerçek cevabının ne olduğunu öğrenebilmek için "Nereyi istersin? Nereye gidelim?" diye sordum. O da tüm kadınların verdiği ortak cevabı verdi: "Sen bilirsin!" Neyse ki "siz"den "sen"e geçmiştik, bu bile benim için büyük bir kazanımdı.
"Sen bilirsin!" demişti ama arabayı İstanbul yönüne değil de Edirne'ye doğru sürünce şaşırmış, belki de biraz korkmuş, titrek bir sesle "Nereye gidiyoruz?" diye sormuştu.
"Yüreğinin götürdüğü yere!" diye basmakalıp bir laf etmiştim ama buralarda tek bildiğim yer Büyükçekmece'yi geçince sahildeki balıkçı barınağındaki balık lokantalarıydı. Ece, abuk subuk cevabımdan korkmuş olmalı ki "Ben bir yer biliyorum" dedi ve Büyükçekmece sahiline sapmamı söyledi.
Sahilde kafeler varmış. "Nerden biliyorsun?" dememeyi başardım. Mado'ya gitmişler bir kere. "Kimle?" diye sormamayı becerdim. "Deniz havası alacaksak yürüyelim" dediği için arabayı sahile yakın bir yere park ettim.
Mado'ya doğru yavaş yavaş ve sessizce yürürken aramızda hep en az bir metre mesafe vardı. "O suskun, ben suskun, bu işin sonu nereye varır" diye düşünmeden edemiyordum. Liseliler gibiydik ama onlar kadar bile bilgim yoktu flört etmek konusunda. Ece de kolaylaştıracak hiçbir hareket yapmıyordu. Bir an Asu ile olsaydık bıcır bıcır konuşurdu diye bile düşündüm, ama dönüp Ece'yi süzdüğümde içim güzelliği ile titredi ve bu düşüncemden utandım. Neyse ki ne düşündüğümü anlamamıştı.
Kafede çaylarımızı içer, o dondurma ben bir dilim kadayıf yerken de pek fazla muhabbet açamamıştım.
Mado kocaman bir yerdi ve hafta içi öğle saati olmasına rağmen oldukça kalabalıktı. Salonda bir uğultu vardı. Zaman zaman birbirimizin ne söylediğini bile duyamıyorduk. Ece karşıma oturmuştu. Aramızdaki masanın yarattığı mesafe bir sıcaklık oluşmasını da engellemişti. Biraz yeni işinden, ne zaman başlayacağından bahsetmiş, zaten daha önce konuştuğumuz şeyleri tekrar etmiştik. Sonra da biraz çevrede gördüklerimizi birbirimize anlatmıştık ve laf bitmişti.
Dönüş yolunda oldukça trafik vardı. İş çıkış saatine rastlamıştık. Arabalar milim milim gidiyordu. Ece aramızdaki sessizliği bozmak için olsa gerek radyoyu açmış yabancı müzik çalan bir kanal bulmuştu. Yabancı müzikten hiç hoşlanmazdım ama kızın keyfini bozmamak için bir şey demedim.
Güvercintepe'ye vardığımızda akşam olmuş, hava kararmıştı. Yolda çok mu söylenmiştim, çok mu oflayıp poflamıştım bilmiyorum ama Ece inmeden önce beni şaşırttı. "İstersen bize gel, birer çay içeriz, dinlenirsin!" dedi.
Bu teklifin üzerine atlamalı mıyım yoksa nazikçe red mi etmeliyim bilememiş, kararsız kalmıştım. Bu arada Ece inmiş, dışarıda beni bekliyordu. Bu hareketinin teklifinde kararlı olduğuna yordum.
Oturdukları apartman ana caddeden beş yüz metre kadar uzaktaydı. Karanlık sokaklarda bir iki kez sapmıştık. Bu da dönüşte arabayı nasıl bulacağım diye beni endişelendirmişti.
Sıvasız, çatısız bir apartmandı. Herhalde mal sahibi bir kaç kat daha çıkmayı düşünüyordu parayı bulunca.
Oturdukları daire giriş katının üzerindeydi. İnşaat o kadar natamamdı ki ne otomat yapılmıştı ne de merdivenlere trabzan. İlk basamakta tökezlemiştim. Karanlıkta düşmeyeyim diye Ece elimi tutmuş önden yürümüştü. Bu tavrı o kadar hoşuma gitmişti ki o zarif elini tutarak onlarca kat çıkalım istemiştim ama sadece bir kaç basamak yetmişti evin kapısına varmak için.
Kapının üzerine bir ampul takmışlar. Ece onu açar açmaz elimi bırakmıştı. Kapıyı anahtarıyla açtığında evden bol ışık ve yüksek sesli müzik sesi adeta fışkırmıştı. Böylece benim başbaşa kalıp kim bilir neler yapacağımız hayallerim de suya düşmüştü.
Evde sözünü ettikleri kız arkadaşları vardı. Asu'nun ise nöbeti varmış geç saatte gelirmiş. Kız kaba bir tipti. Benim gelmemden hiç memnun olmadığını da selamımı almayarak ve Ece'ye homurdanarak hemen belli etmiş, sonra da odasına çekilmişti.
Ev bir oda bir salondu ve anladığım kadarıyla Ece ve Asu salon gibi kullanılan yerde yatıyorlardı. Dik açı oluşturacak şekilde konmuş iki somya, üç sandalye ve bir masadan başka bir şey yoktu ortada.
Bir sandalyeye ilişmiş, ilk fırsatta gitmenin fırsatını kolluyordum. Ece bu arada çok kaynadığı belli olan iki çay getirmiş, karşımdaki sandalyeye oturmuş, boynunu bükmüştü. Sanki "Merak ediyordun. İşte evimiz burası" der gibi bir hali vardı.
Çayı iki yudumda ağzımı yaka yaka içtim. Hemen yerimden fırladım. Ben kapıya yönelirken Ece de yerinden kalkmıştı yolcu etmek için.
Kapıda, büroya geldiğinde yaptığı gibi iki elimden iki eliyle tutup ayak parmak uçlarında biraz yükselip iki yanağıma da birer öpücük kondurmuştu. Sanki gözleri yaşlıymış gibi gelmişti bana ama belki de çok fazla hüzünlendiğimden uyduruyordum. Sımsıkı sarıldım. Bir süre öyle kaldık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Üçlü İlişki (Tamamlandı)
Fiction généraleEvli bir adam sosyal medya üzerinden tanıştığı bir genç kızla ilişkiye girer. İlişkileri kısa zamanda aşka dönüşür. Ama genç kızla aşkı yaşamak demek onun kardeşi gibi sevdiği, aynı evde yaşadığı kızla da birlikte yaşamak demektir. Bu birlikte yaşam...