Üç ay önce... İstanbul... (devam)
Bir ilişkiyi yürütmenin kolay olmadığını biliyorum, yaşamın tadı her devinimin üzerine serpilmiş bir tutam zorda gizli değil midir zaten?
Sevdiğiniz uğruna yolunuza devam edersiniz ama...
Kanayan yaralarınıza sevda sözleriyle dokunmuş bir çaput bağlarsınız, her gece incinmiş ruhunuza kurduğunuz hayallerin merhemini sürmeyi ihmal etmeyip günlerden sağ çıkma oyununa duraklattığınız yerden tekrar dâhil olursunuz.
Engebeli yolların kıvrılıp uzadığını, zaman zaman sarp kayalıkların yükseldiğini, güvensizlik yağmurlarının bulutları geldiğinde hayallerinizin güneşini örttüğünü de biliyorum ben. Küçük bir çıkışla sarsılacak kadar darbe yemiş, çürük ruhum yüzünden oyunda ilk elenenin ben olacağını da biliyorum.
Düşüncelerim, dipsiz kuyular gibi karanlık bir gözbağı oluyor; güvensizlik yağmurlarının beslediği bir hatıralar denizine atlamak üzere tahtanın ucunda buluyorum kendimi. Ayağıma zincirlenmiş bir yalnızlık, elem girdabına sürükleniyorum.
Bora "Eylül!" diye sesleniyor, harfleri can simidi olup uzansa da sımsıkı yumarak buruşturduğum göz kapaklarımın ardındaki tabloda çırpınmakla meşgulüm. Saniyelerin tik takı gök gürültüsü gibi koparken denizin suyuna yakamozlarla yansıyan, dalgalı bir görüntüyü seçiyorum hayal meyal.
"Hastasın sen." demişti ya yıllar önce Bora.
Denizin tabanında kayıp hazineyi bulmuş gibi gözlerimi açıyorum, Bora'nın kirpiklerinden gözlerindeki bal rengi kumsala adım atarken gerçek sarılabileceğim tek silah oluyor.
"Hastayım ben." diye yanıtlıyorum onu.
Bakışlarını bir hüzün kirletmeden hemen önce mutfağın tezgâhında dolaşıyor gözleri.
"Nereden çıktı bu şimdi?" diyor. "Değilsin."
Sen söylemiştin ya, diye diretmiyorum. Kendimle olan savaşımı Bora'ya yıkmak olur bu.
Nihayet hastalığı kabullenebilmenin getirdiği bir rahatlıkla, son nefesimi de teslim edermişçesine üflüyorum aramızdaki sessizliğe. Dediklerini yırtıp atıyormuş gibi bakışlarımı ondan koparıp tabaklara çeviriyorum.
"Eylül." diyor tekrar Bora, gözlerimi gözlerine davet eden enfes bir tınıyla.
Çenemi tutuyor nazik olduğu kadar sıcak bir dokunuşla. Parmakları tenime fısıldıyor, gözlerimin ruha açılan kapılarını tekrar aralayabilmek için izin istiyorlar.
Hangi kilit, diye düşünüyorum, Bora'yı engelleyebilmiş ki?
Yüzünü değerli bir parça gibi ellerimin arasına alıyorum. Güvensizlik, özgüven problemi, kronik kuşku, anksiyete, obsesyon, saplantı, takıntı... Her neyse bu canavarın ismi, sonunda ödülüm Bora olacaksa savaşmaya hazırım.
Ben zaten buradayım, der gibi bakmaya devam ediyor; yanağına eksik parçasıymış gibi oturan avucumu usulca kavrıyor, gülleri kıskançlıktan çatlatan kadife dudaklarına götürüyor, avcuma yazılmış kaderimden öpermiş gibi öpüyor.
Ezberletmek istermiş gibi, kelimeleri ruhuma kazımak istermiş gibi kararlı bir söylem tutturuyor önce.
"Hasta değilsin." diyor. Sonra yumuşacık kelimelerle kutsuyor anı. "Sadece çok seviyorsun."
Görebiliyor musunuz, iki çift ela ile dokuduğumuz mısraları? Her bir dokunuşla şiirler yazmıyor muyuz kalbimize, parmak izi dövme gibi tenime işlemiyor mu?
"Ne kadar güzel bir yüreğin var... Kıskanılası..." diyor gözleri parıl parıl, yıldızlara özenen İstanbul gecesi gibi... "Tamamen sevgiyle dolu, hürmetle dokunmuş, aşk aşk diye atan..."
Bal bakışları damlıyor ruhuma usul usul. Parmağı yanağımdan kalbime doğru mukaddes bir amaçla sıcacık bir yola çıkıyor.
"Bu kalbin tek sahibi olmak istiyorum, Eylül. Çok sev beni, Eylül'üm, çok sev..."
Günümüz... İstanbul...
Sadakatsiz dudaklarından kopan her cümleye otopsi yaparken mırıldanıyorum:
"Ne aptalsam... Dinledim onu ben de. Gittim hatta, çok çok sevdim."
Not: 17. Bölüm "Aldanırım" ile devam edeceğiz.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Efsanevi (Efsanevi #1)
Ficção GeralKelimelerin aslında tahsisli ruhkurtaranlar olduğunu bilir miydiniz? Haydi, çekinmeyin, sorumun üzerine hissetmekten bir an olsun korkmadan düşünün. Gözlerinizi kapatın, boyutlarla inatlaşırmış gibi algınızın sınırlarını zorlayın, gerçekl...