Üç ay öncesi... (6 Mayıs)... İstanbul...
İş yerinde saatlerdir ekrana bakmaktan kızaran gözlerimi kırpıştırırken anahtarı çantamın unutulmuş köşelerinden çıkartıp kilide sokuyorum, tık sesini duyana kadar anahtarı çevirdikten sonra kapı, yağ üzerinde kayarmışçasına açılıyor.
Yalnızlığın inine adım atmaktan çekinmediğim zamanlardayız.
Kapıyı arkamdan nazikçe kapatıyorum, omzumu çökerten bilgisayar çantamı dar antrenin kenarına bırakıyorum, topuklu ayakkabılarımı çıkarıp ayaklarımdan onlara yaptığım işkence için af dilemeden hemen önce onu görüyorum.
Koridordan salonda asılı olan saate bakıyorum. Erken çıkmış olmalı bugün...
Uğraşına öyle gömülmüş ki, ceketini bile üzerinden çıkarmamış; kapının önünde çıkardığı rugan ayakkabıları evrenin iki ucuna savrulmuş sanki, beni fark etmediğini anlayınca pervaza yaslanıp bir süre onu seyrediyorum. Sabahleyin toplantı için kargalarla beraber güne başladığımdan alamadığım günlük dozumu tedarik ediyorum, içimdeki denizin dalgaları duruluyor, fırtına bitiyor gibi... Ben uzaktan gülümserken o kucağındaki dizüstüne dile gelip de kendisine hakaret etmiş gibi kaşlarını çatmış bakıyor, sükûnetini sürdürebilmek için hıncını dudaklarının kenarından çıkarıyor, klavyeyi deler gibi yazmaktan vazgeçip ensesini ovmaya başlıyor.
Bora hep açık bir kitap gibi olmuştu, ama beden dilinin kriptosunu sadece ben deşifre edebiliyorum.
Birazdan kravatını gevşetecekti mesela.
Kravatını çıkarıp yanındaki koltuğun koluna koyarken sıkıntıyla iç geçiriyor, bakışları hâlâ ekrana yapışıkken günün ilk selamını vermek üzere salona yöneliyorum. İkinci adımımı atamadan Bora konuşuyor.
"Hoş geldin." diyor.
Beni aslında fark ettiğini anlayınca hemen yanına bırakıyorum kendimi.
Eğilip suçuna ortak olmak istermiş gibi fısıldıyorum: "Bu kez kimi hackliyorsun?"
"Kimseyi." diye fısıldarken ekrandaki sekmeleri kapatıyor. Nihayet bakışlarını koparıp bana dönüyor ve soruyor:
"Nasıldı iş?"
Bana böyle bakmasından nefret ediyorum. Bir ödevi yerine getiriyormuş gibi bakıyor, derin değil yüzeysel, uzun değil kaçamak... Yine analize daldığım anda durduruyorum kendimi kör kuyuya düşmekten.
"Yorucu." diyorum.
"Hım..."
"Senin?"
"Eh..." oluyor tek cevabı.
Kelimelerle arası pek de iyi sayılmaz bugün.
"Bir şey mi oldu?" diye soruyorum dayanamayıp.
"Yoo..."
Bilgisayarın kapağını hızlıca kapatıp kahve masasının üzerine koyuyor.
"Aç mısın?" diye soruyor.
Kafamı sallıyorum.
"Sen yorgunsun, ben beceriksiz... Dışarıdan bir şeyler sipariş edelim mi bugün?"
Birkaç şey daha soruyor ardından. Aklım sorularından çok, tavırlarına bir cevap aramakla meşgul; ne yemek istediğimle alakalı bir öneri sunduğunda kafamı sallamakla geçiştiriyorum. Hareketleri fazla yapmacık geliyor, fazla zorlama...
İçimde uzun zamandır uyumakta olan canavarın kıpırdanmaya başladığını hissediyorum, sanki Bora'yla adım attığımız ilişkinin temellerini titretiyor attığı her adımda. Kükreyişiyle sağduyuma sağır kalabileceğimden korkuyorum. Hastalıklı yanımın kendini göstermesinden o kadar korkuyorum ki, bunun gerçekleşmemesi için şeytanla kirli bir anlaşma yapmaya hazırım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Efsanevi (Efsanevi #1)
Ficção GeralKelimelerin aslında tahsisli ruhkurtaranlar olduğunu bilir miydiniz? Haydi, çekinmeyin, sorumun üzerine hissetmekten bir an olsun korkmadan düşünün. Gözlerinizi kapatın, boyutlarla inatlaşırmış gibi algınızın sınırlarını zorlayın, gerçekl...