"Yağmurun sesine bak, aşka davet ediyor
Cama vuran her damla beni harap ediyor
Bu yağmur seni benden alıp götüren yağmur
Aşkımızı sel gibi silip süpüren yağmur
Her damlada ah ettim, hayatıma kahrettim
O kadar üzgünüm ki, seni nasıl kaybettim
Seni nasıl kaybettim"
-Erkin Koray
Günümüz, 19 Ekim, Karlsruhe, Almanya
Sonbahar, eteğindeki yağmur damlalarını sıçratarak dans ediyor mevsimlerin yeryüzü müsameresinde. Kışın ayaza boğulduğumuz donuk günlere alışmamızı istercesine, güneş artık gözlerden ırak takılıyor; tenimizdeki sıcak dokunuşunu, kalın kazaklarda ve muhtemelen de kahve kokan samimi kafelerde arıyoruz. Çünkü Selin ile buluşmak üzere şemsiyemi kapatıp Cafe Anne'ye adımımı attığımda, kapının üstündeki küçük zili dahi müşterilerin uğultusundan duyamıyorum.
"Eylül!" diye sesleniyor Sema Hanım, sesi hemen yanımdan geliyor. Kapının bitişiğinde oturan müşterinin siparişini masaya bırakıp kafenin arka kısmını işaret ediyor. "Tezgâhın orada bir masa boş, hayatım. Oraya oturabilirsin."
Sema Hanım'a teşekkür ettikten sonra kolaylıklar diliyor ve kulağıma çalınan kırpık muhabbetler eşliğinde, kafenin derinliklerine birkaç adım atıp bahsi geçen boş masayı görüyorum. Caddeye bakan penceresi ve onun üzerinde süzülen yağmur taneleriyle fiskos masasını andıran bu beyaz yuvarlak masa, yorucu bir iş toplantısının ardından huzur veren atmosferiyle kucak açıyor bana. Parmaklarım halen daha buz kesmiş olduğundan, ellerim sıcakla yumuşayana ve damarlarım tekrar kanla dolana kadar içine gömüldüğüm lacivert paltomu çıkarmıyorum ve bakışlarım camın üzerindeki yağmur tanelerinin sırtına tutunurken dalgın hareketlerle ellerimi ovalıyorum.
Selin, tezi ile ilgili profesörüyle görüşmesini bitirir bitirmez; buraya geleceğini söylemiş ve artık yeni gönüllüleri olduğumuz derneğin tanıtım çalışmalarıyla alakalı beyin fırtınası yapmak için sözleşmiştik.
Aklıma gelenlerden biri, yaklaşan Noel'i çocuklar için unutulmaz kılmak... Bu konu hakkında neler yapılabileceği konusundaki yaratıcı fikirleri ise, buranın yerlilerine yani Selin'e ve Angela'ya devrediyorum. Bambaşka bir kültürün içine daha yeni atlamış biri olarak, öğrenecek daha çok şeyim var.
Yeterince kuruduğuma inandıktan sonra telefonumu, ardından da günlüğümü çıkarıyorum. Sayfalarca yazmaktan, defalarca açmaktan aşınmış kapağına bakınca içimde buruk hisler baş gösteriyor. Yaprakların neredeyse hepsini tüketmiş, defterimin sonuna ulaşmışım. İçimi ister istemez bir soru işareti gıdıklıyor kancasıyla:
Sona mı yaklaştım?
Sayfaların hepsi dolduğunda, elimdeki metaforları en baştan tekrar kullanmaya başladığımda, kelimelerimin mürekkebi birbiriyle kaynaştığında defterimin kapağını kapatıp öylece rafıma koyabilecek miyim? Satır aralarına sakladığım gizli umutlarım da mı tozlanacak yakında? Ya cümlelerim yarım kalırsa?
Kalemimin kapağını açıp mürekkebin akışına ve yağmurun sesine salıyorum cümlelerimi.
"Geçmişi serbest bırakmanın zamanı geliyor, hissediyorum; bu uzun sayfanın sonuna yaklaştığımı ve bir geri sayımın içine mahkûm olduğumu biliyorum. Yaşadıklarımın ruhuma fırlattığı lekeleri ve ardında bıraktığı yara izlerini zamanla benimsemiş olsam da, geçmişimin kabuğundan evrilerek sıyrılıyorum. Kozanın içinden nasıl bir Eylül çıkacağını bilmiyorum, belki de geriye hiç Eylül kalmayacak, günlük. Sana emanet ettim ben ruhumun yadigârlarını, cümlelerin arasına sakladım kendimi onunla beraber. Söylediği sözleri ufaladım ellerimle ve fark etmeden mezar toprağımı yarattım. Kapağını, geçmişimin üzerine kapıyı örtermiş gibi kapatacağım vakit geldiğinde cebime biraz olsun eski benliğimden bir avuç doldursam...
İnsan bu kadar mı kendini vererek sever günlük? Benliğini tekinsiz bir aşk bahsine neden öyle kolay yatırır?
Hastalıklı bir saplantı değil mi bu?"
"Pardon?" diyor bariton bir ses; öyle beklenmedik bir anda çarpıyor ki, zihnimin derinliklerine dalmışken yüreğimi neredeyse yerinden çıkarıyor.
Elimde titreyen kalemimle, soru işaretimin kuyruğu çarpık bir hal alıyor. Sol elimi hızla atan yüreğime götürürken bakışlarımı bu bariton sesin sahibine kaldırıyorum.
Islanarak daha da koyulaşmış siyah bir trençkottan adım adım yukarıya tırmanıyor gözlerim. Beyaz yakalı bir gömleğin ve yünlü bir atkının sardığı boğaz ile kır sakalın belli belirsiz baş gösterdiği keskin çene hatlarını buluyorum sırada. Sesin firar ettiği ince fakat şekilli dudaklar her geçen sene daha da kıvrılıyor, bakışlarım burnun üzerinden kısa bir yolculuk ettikten sonra, insanoğlunun en dayanıksız ama en güçlü kısmına, ruhun dünyaya açıldığı pencereye, gözlerine varıyorum. Alnına düşen soluk sarı saçlarının hemen altında bir çift mavi kristalin parladığını gördüğümde önce bir illüzyon sanıyorum.
Ama karşımdaki, gözlerini kırptıktan sonra dahi aynı renk bakışlarla bana baktığında gerçek olduğunu gördüğümde ister istemez ürperiyorum.
"Sizi korkuttuğum için özür dilerim," diyor tekrar ciddiyet kokan ses tonuyla. "Başka boş masa yok, izninizle oturabilir miyim?"
Not: Kimmiş bu gizemli yabancı, medyaya bir bakın isterseniz... Yarın 37. Bölüm "Tessellate" ile görüşelim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Efsanevi (Efsanevi #1)
General FictionKelimelerin aslında tahsisli ruhkurtaranlar olduğunu bilir miydiniz? Haydi, çekinmeyin, sorumun üzerine hissetmekten bir an olsun korkmadan düşünün. Gözlerinizi kapatın, boyutlarla inatlaşırmış gibi algınızın sınırlarını zorlayın, gerçekl...