"İstanbul, seversem;
Seversem hiç korkmadan, hiç usanmadan;
Gör açarım pembeli baharlar misali,
Bir hayatsa aşkın bedeli, öderim;
Öyle yazar aşk masalı..."-Kıraç
19 Eylül, Karlsruhe, Almanya
Selin, sözünün hakkını veriyor ve bu uzun masalı; deniz gözlerindeki yakamozumsu ışıltılarla, kulaklarına değmeye ramak kalan geniş bir gülümsemeyle ve tatlı sesini taşıyan, heceleri titreten bir coşkuyla anlatıyor. Hikâye ve anlatıcısı o kadar cana yakın ki, içim ısınıyor, kahve fincanını bırakıp çenemin altındaki yerine yerleşiyor parmaklarım. Tüm dikkatimle bu zor günlerde piyango vurmuş gibi karşıma çıkan, çıkar çıkmaz da sıcakkanlılığıyla bağrına basan bu ailenin peri masalını dinliyorum.
"Her şey," diyerek Selin başlıyor. "Papa'mın anneme çarpmasıyla başlamış."
Sema Hanım araya girerek bana, "Bir klişe değil, tatlım." diyor. "Klaus, kocam, bisikletle giderken beni görmeyip bisikletle daldı gerçekten de."
Sonra devam etmesi için kızına dönüyor. Onu izlerken anlayışın mühürlediği sabırlı bir tebessüm var bakışlarında. Kızının bu masalı anlatmayı ne kadar çok sevdiğini biliyor olmalı ki, gerekmedikçe hiç onu bölmüyor. Ancak bu peri masalının mutlu sonunda doğan prensese, Selin'e, hak vermemek elde değil. Nostaljik renkleri kostüm niyetine giymiş cümlelerin başrol oynadığı bir filme dalarken buluyorum kendimi.
İstanbul'da yağmurlu ama ferah bir gün... Toprak kokan caddeler, sonbaharın altuniyle turuncu arasında kararsız kalmış bir rengiyle süslenmiş. Süslenmiş; çünkü baktığı haritada muhtemelen yine yanlış sokaktan sola döndüğünü düşünen yabancı bir genç, göğe yakarır gibi açtığı kırmızı şemsiyesinin altında yürüyen genç kızın yola çıktığını görmedi. Birazdan aynı caddede çarpışmanın etkisiyle genç kızın küçük çığlığı duyulacak ya, yağmur damlaları daha kibar dövüyor kaldırımları. Genç kızın şemsiyesi de elinden saçları, yüzü açığa çıkıyor. Islak yolda çamura bulaşan ellerini üstüne temizleyerek sinirle ayağa fırlayıp bisikleti sürene dönüyor genç kız.
"Dikkatli olsana kardeşim!" diye çıkışıyor Sema.
Klaus, bu güzel yüzdeki şanslı genlerin kompoze ettiği mükemmeliyet senfonisi karşısında dili tutuluyor.
Sema kendisine bön bön bakmayı sürdüren adama daha da sinirleniyor:
"Cevap versene be!"
İstanbul'daki ziyareti süresince oldukça işine yarayan cep sözlüğünü çıkarıyor Klaus.
O "Özür dilerim."in telaffuzunu katlederken, Sema bu dikkatsiz beyefendinin turist olduğunu anlıyor. Boş verip arkasını dönüyor; fakat Klaus'un söyleyecekleri henüz bitmemiş.
Yağmur damlaları Klaus'un gözlüklerinde lekeler bırakırken cep sözlüğünün yaprakları arasında cebelleşiyor.
"Sen." diye bağırıyor Sema'ya.
Sema yüzünü Klaus'a tekrar dönerken, muhteşem bir kaos içerisinde diğer kelimeleri arıyor.
"Çok."
Tekrar sayfaları karıştırıyor.
"Güzel."
Sema olduğu yerde kalıyor. Klaus ise merakla yanıt bekliyor.
"Sen de çok sakar." diyor Sema şemsiyesini alıp yoluna devam etmeden önce. Aralarına hatırı sayılır bir mesafe koyduktan sonra, yakışıklı beyefendinin gözlerine yansıyan hayranlığı hatırladığında, şemsiyesinin altında kendi kendine gülümserken yakalıyoruz ama onu...
"Demez olaydım, sakarlıkta şu an rekorlar kıran benim." diyor Sema Hanım yıllar sonra.
Gülümsüyorum.
Selin, anlatmaya devam ediyor. Babasının İstanbul'da tamamen turistik bir amaç için orada olmadığından, asistanı olduğu profesörle beraber İstanbul'a akademik bir toplantı için geldiğinden bahsediyor. Sema'nın İstanbul Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan babasının, evlerinde yabancı misafirleri için düzenlediği yemek aracılığıyla Sema ile Klaus'un tekrar karşılaştığını dinliyorum.
Klaus'un yoğun ısrarı üzerine Sema'nın ona İstanbul'u gezdirmek zorunda kalışını... Adalar'a gidip fırtına yüzünden dönecek vapur bulamayışlarını, Klaus'un bunu baş başa kalmak için fırsata çevirişini, Almanya'ya dönmeden bir gün önce Pierre Loti tepesinde nefes kesen manzarayı Klaus'un gözlerinden izleyen Sema'nın hüznünü, Klaus'un son dakikada ettiği ilan-ı aşkını...
Yıllar boyunca, vuslata erişmek için sırtında aşk dolu kelimeleri taşıyan kartpostalların kat ettiği milleri düşününce, bu masala duyduğum saygının haddi hesabı yok. Verilen emek, ödenen bedel ve âşıkların ince işçiliği her anıda kendini hissettiriyor çünkü... İnsan ister istemez şunu düşünüyor: Şairleri, gecenin koyu vakitlerinde yataklarında uyutmayan ilhamların kaynağı buralardan geliyor olmalı.
Geleceğin umuduyla uyuşturduğum ruhumda, sinsi bir kederin dokunuşlarını hissediyorum. Sanki tenimde satenden bir özlem kayıyor dalgalanarak, gözlerimi kapatsam gözlerini göreceğim... Ancak bu kez teslim olmuyorum.
Hayat, sadece emek gösterenlere lütufkâr davranır, vedayı bile çok görüp kaçanlara değil...
Merhabalar sevgili okuyucular,
Yeni stajın ilk haftası işleyişi öğrenme çabası içerisindeyken biraz ihmal ettim burayı fakat güzel bir haber: Şubat ayı boyunca haftada en az 2 bölüm getireceğim size! Bu aralar yazma konusunda biraz bunalımlı, şüphe dolu geçerken sevgili starsnitch ile buluşmamız, beni yeniden umutla doldurdu. Kendisine şeker mi şeker kişiliği, arkadaşlığı ve nazik sözleri için tekrar tekrar teşekkür ediyorum. Yeni bölümle en kısa zamanda görüşmek üzere...
Yasemin
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Efsanevi (Efsanevi #1)
Ficción GeneralKelimelerin aslında tahsisli ruhkurtaranlar olduğunu bilir miydiniz? Haydi, çekinmeyin, sorumun üzerine hissetmekten bir an olsun korkmadan düşünün. Gözlerinizi kapatın, boyutlarla inatlaşırmış gibi algınızın sınırlarını zorlayın, gerçekl...